Attilâ İlhan’la Sultan Galiyev üzerine bir söyleşi
2005 yılında kaybettiğimiz Atilla İlhan benim 17 yaşımdan itibaren ilgimi daima üzerinde toplamayı başarmış bir yazardı. 1980’den hemen sonra yoğunlaştı okumalarım ama evveliyatı da var elbette. Mesela 1978’de alıp okuduğum ama ismini galiba ilk kez Cemil Meriç’in Bu Ülke’sinde duymuş olduğum Hangi Batı (henüz genişletilmemiş, 141 sayfalık metni), üzerine 24 Ağustos 1978 tarihini attığım Hangi Seks ve ilk sayfasına 30 Nisan 1979’da satın aldığımı not düştüğüm Sisler Bulvarı adlı şiir kitabı…
Velhasıl önümdeki masayı gölgelendiren onlarca Attila İlhan imzalı dizi dizi kitap: Batı’nın ‘Deli Gömleği’ (1981 Karacan Yayınları baskısı), Hangi Sol, Hangi Sağ, Faşizmin Ayak Sesleri, Gerçekçilik Savaşı (Yazko 1980), Böyle bir Sevmek (şiir, 1979), Yaraya Tuz Basmak ve Fena Halde Leman adlı romanları… Liste uzayıp giderken Abbas Yolcu adıyla henüz 1957 yılında neşrettiği ufak boyda basılmış seyahatnamesinin kütüphanemde durmaksızın işveyle göz kırpıp durduğunu söylemem şart.
Derken 12 Eylül’ün akabinde (Mart 1981) yayımladığı Hangi Atatürk ve nihayet aşağıda okuyacağınız söyleşimizi üzerine bina ettiğimiz Temmuz 2000 tarihinde saha-i vücuda çıkan Sultan Galiyef: Avrasya’da Dolaşan Hayalet (Bilgi Yayınevi).
Sohbet eder gibi yazmasının beni en ziyade etkileyen taraflarından olduğu muhakkaktı. Bir kısmının kurgu, daha doğrusu mizansen olduğu anlaşılsa da, bazı gençlerle Ahmet, Mehmet diye isim vererek tartıştığı yazılarının sizi de odaya davet eden bir kışkırtma içerdiği ise tartışılmaz. Ne yalan söyleyeyim, okurken gerilip o ‘ateş gibi’ gençlerden biri de ben olmak istemişimdir.
Kitap ve söyleşilerini okurken bunu çok istemiş olmalıyım ki, günün birinde Taksim’de Gezi Parkı civarında kendisiyle karşılaştığımda bir cesaret, selam vermiş ve sıcak mukabelesi üzerine görüşmek istediğimi beyan etmiştim. Hemen telefon numarasını (ev numarasıydı elbette) verivermişti. Bunu müteakip bir telefon konuşmamızdan kalanlar hafızamın ışıklı bir köşesinde canlılığını muhafaza etmiş bu güne kadar. Telefon ahizesinin öbür ucundaki adam, sanki ezelden aşinası imişim gibi gayet rahat, herkese nasıl konuşuyorsa öyle, olanca içtenliğiyle ve nasıl desem, ‘kitap gibi’ konuşuyordu.
Bu arada nasılsa sözü Bursa’ya naklettiğim kalmış aklımda. Belki de “bursa’dan yaylım ateş” şiirinde geçen “işte bursa şehri secdeye varmış/dilsiz bir kar dökülür işte uludağ’dan” veya “ezan sesleri dağılır kanat kanat minarelerden” (Sisler Bulvarı) türünden mısralarını bağrına basan bayıldığım şiirinden dem vurmuşumdur. Kendisine Bursa’da büyüdüğümü söyleyince bir şeyler oldu muhatabıma, birden coştu ve derin bir nefes alarak zamirindekini hatta boca etti (o derinden gelen nefes sesini bir de Bursa Şehrengizi adlı kitabımı kendisine Kartal’da bulunan Dragos’taki villasında takdim ettiğim rahmetli Halil İnalcık hocanın ağzından işitmiştim).
“Bilir misin”, diye içini çekti, “ben ilk defa bu kadar minareyi bir arada Bursa’ya gittiğimde görmüştüm. İzmir’de büyüdüğüm için bir Müslüman/Türk şehri böyle olur sanıyordum. Biraz Manisa farklı ama o da o kadar. İlk defa bir Müslüman/Türk şehrini Bursa’da o minareleri görünce idrak etmiştim.” Nokta.
İşte böyle böyle kitap sayfaları ve telefon hatları üzerinden başlayan muhabbetimiz Gezi Parkı civarındaki rastlaşmalarımız, geçerken onu cam kenarındaki masada, önündeki A4 ebadındaki kâğıtlara mevzun parmaklarıyla içirdiği romanları (en son Halide-Edip Adıvar üzerine bir roman yazıyordu ve galiba tamamlayamadan öldü) ve gazete yazıları yazarken fotoğraflıyordu hafızam. Birkaç kere de dayanamayıp içeriye giriş ve selam verişim. Birkaç cümlelik mükalemeler, o kadar.
Yalnız bir seferinde yanında benim yaşlarımda (tarih 1999 veya 2000 olmalı) biriyle konuşurken dalmıştım araya. Anlaşılan hararetli bir mübahaseye, buzdan bir bıçak gibi saplanmıştı selamım. Birden film kopar gibi durdu ve selamımı yumuşak bir edayla aldıktan sonra aynı nezaketle randevu alarak gelmemin münasip olacağını ihtar etti. Demek ki usul buymuş, deyip mahcubiyet içinde veda ettiğimi hatırlıyorum.
Derken Sultan Galiyef kitabını Beyoğlu’ndaki Simurg Sahaf’tan temin edip okuduktan sonra bir söyleşi yapmak isteği uyandı içimde. Telefon edip randevulaştık. Yine Divan Oteli’nin kafeteryasının en dibinde, cam kenarındaki mutad masasında, tam dediği saatte işte karşı karşıyaydık. Teybi açtım ve usta döktürdü: Aynen ‘kitap gibi’ konuşuyordu. Olanca sevecenlik ve rahatlığıyla yalnız tarihin girift düğümlerine nafiz nazarlar atmakla kalmıyor, olayın karmaşık düğümlerini zabturapta alıveriyordu maharetle.
İşte 22 yıl önce, vefatına beş 365 gün kala gerçekleşen o ‘kitap gibi’ söyleşinin tamamı…
Mustafa Armağan: Son kitabınız Avrasya’da Dolaşan Hayalet: Sultan Galiyev’de Galiyev’in görüşlerini eksene alıyorsunuz. Aslında kitap münhasıran bir Galiyev çalışması değil; Galiyev’in görüşlerinin büyük ölçüde Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Mustafa Kemal’in görüşleriyle paralellikler arzettiğini iddia ediyor ve Galiyevcilikle Kemalizmin Avrasya’da bundan sonraki gelişmeler için bir çıkış yolu olabileceğini söylüyorsunuz. Görüşlerinizi kısaca özetler misiniz?
Attilâ İlhan: Burada çok önemli olan nokta şurası: Avrasya faktörü. Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı arifesi ve Soğuk Savaş yıllarında Türkiye’den çok uzak, yabancı, ulaşamayacağımız bir ülke gibi olmuştur. Soğuk Savaş bütün ağırlığıyla hakimdi ve komünist sınırları içinde kalan bütün ülkeleri karalıyordu. İstesek de istemesek de bu karalamanın içine Sovyetler Birliği’ndeki Türk Cumhuriyetleri de giriyordu. Çok iyi hatırlarım, gazeteciliğim sırasında bir Sovyet basın heyeti gelmişti çalıştığım gazeteye. Bakar bakmaz içlerinden birinin Türk olduğunu fark ettim, haliyle tavrıyla belli oluyor. Ona “Sen Azeri misin?” dedim, “Beli” dedi. Azeri, fakat aramızda son derece büyük uçurumlar var, konuşamıyoruz. Bana karşı son derece ciddi, yanındakilerden çok çekiniyor. Çünkü o Türk, ben de Türküm, aynı dili konuşuyoruz, “Şimdi ne konuşacaklar?” havası oluyor. Bundan çok çekiniyor, ama ben ondan çekinmiyorum. O zaman, o mesafeyi ben elle tutulur şekilde hissettim. Ruslarla daha rahat bir şekilde konuşuyorum, inanılmaz bir şey. Hatta bana espri yaptılar, ‘’Buraya biz ihtilal satmaya gelmedik’’ dediler. Azerinin adı Hacıbegof’tu galiba, onunla daha zor konuşuyoruz. Türkçe “Nasılsın?” diyorum, ‘’iyiyim’’ diyor ama hık, mık yapıyor. Çok büyük bir uçurum vardı aramızda. Daha da ilginç bir şey söyleyeyim size; Avrupa’da bulunduğum sırada Komünist Parti’li Türklere de rastladım. Onlarla da hep bir mesafe vardı aramızda.
Sovyetler Birliği’nin dağılması bütün sistemi değiştirdi, gerçekten de çok önemli bir olaydır. Ortaya çıkan, yeni bir durum değildir aslında; yüzyılın başındaki durumdur. Yüzyılın başındaki durum da aynıydı: Çarlık çökmüş, Orta Asya serbest kalmıştı; öte yandan Osmanlı İmparatorluğu çökmüş, biz serbest kalmıştık. Asrın başında Avrasya yine bugünkü durumdaydı. Şimdi nasıl Avrasya’yı ele geçirmek için Rusya, Amerika ve Avrupa Birliği, hatta Japonya birbirlerinin gırtlağına çöküyorlarsa o zaman da çöküyorlardı. Şimdi nasıl Birleşik Amerika ve Avrupa Birliği bizi kullanmayı aklına koyduysa, o zaman da aynı şeyi yapıyorlardı. Yani “Eyvah! Türkler Bolşeviklerle anlaşıyor, işler karışacak, onlara sahip çıkalım” diye bir havaları vardı İngilizlerin. İtiraf edelim ki başardılar ama ne oldu neticede? Avrasya Rusya’ya gitti. Şimdi ne oluyor? Yine benzer bir şey oluyor: Türkiye’nin bu konuda en vahim hatası, Orta Asya’daki Türkler ve Avrasya’daki Müslümanlarla ilişkilerinde Türk ve Müslüman özelliklerinden ziyade, Batılı özelliklerini ön plana çıkarmasıdır. Biz oraya Batılıymış gibi gidip hava atıyoruz. Onlar da bunu çok istiyorlar zannediyoruz. Onlar bunu çok mu istiyorlar, az mı istiyorlar? Orası biraz karışık.
Aradan geçen o karanlık yıllar boyunca Avrasya halklarını hiç tanımamışız, bilmiyoruz. Ruslar hakkında Soğuk Savaş önyargıları dolayısıyla hiç bir fikrimiz yok. Bir kısmımız için Ruslar onları ezmiş, parçalamış, ruhunu satmış, rezil etmiştir. Bu yüzden de 1990-2000 arasındaki 10 sene içinde başlangıçtaki Türk kredisini yüzümüze gözümüze bulaştırdık. Onlar bizden veremeyeceğimiz kadar fazla şeyler beklediler. Gittik, orada övündük. Yapamayacağımız şeyleri söyleme hatasına düştük. Bu yüzden de son zamanlarda Rusya Federasyonu’nda bağımsızlığını kazanmış olan Müslüman-Türk ülkeler, daha fazla yakınlaşıyor. Hatta askeri himaye bile beklemeye başladılar Ruslardan.
Bunun olmaması için ne lazımdı? Bana sorarsanız, bu noktada Galiyev, yani “Orta Asya’da dolaşan hayalet” ortaya çıkıyor. Benim düşünceme göre Lenin, Troçki ve Stalin daha uzak görüşlü olsalar ve Galiyev’i bir rakip, bir düşman gibi görmeyip onunla işbirliği yapsalardı, sosyalizmin Orta Asya ve Avrasya’da kökleri daha sağlam olacaktı. Dağılma yine olacaksa da, Türk-Müslüman kavimler hem birlik halinde, hem de daha güçlü çıkacaklardı. Çünkü nereden bakılırsa bakılsın Vahidov’la Sultan Galiyev’in önerdikleri projeksiyon, netice itibariyle Gaspıralı İsmail Bey’in (Gasprinski’nin) bütün Türkler için önerdiği esaslardan farklı değil. Ne diyor Gasprinski? “Bütün Türkler dilde, işte ve kültürde birlik olmalı”. Dikkat ederseniz “din” demiyor? Bu özellikle Türkçüler açısından son derece önemli bir şey, çünkü bizdeki işe bir de dini karıştırdılar. Türklerin birliğine dini karıştıramazsınız çünkü Yahudi Türkler vardır, Hıristiyan Türkler vardır.
Peki Galiyev ne diyor bu konuda?
Galiyev’in dediği bundan farklı değil. Troçki ve Lenin’le konuştukları zaman ortaya çözüm, “Kırım ve Buhara Hanlığı’nı -ki bunlar Müslüman ve Türk hanlıklarıdır- birleştirelim, Sovyetler Birliği’ne Turan Sosyalist Cumhuriyeti olarak katılalım”. Bu son derece mantıklı bir teşebbüs. Türkler dilde, kültürde birlik yapıyor, birleşildiği takdirde ortak tarafları daha çok ortaya çıkacak, belirli bir ekonomik birlik haline gelecek ve belirli bir kültürü geliştirecekler. Buradan baktığınız zaman Galiyev’in tavrı Mustafa Kemal Paşa’nın tavrına son derece benziyor. Mustafa Kemal Paşa ne diyor? “Osmanlı İmparatorluğu’nun bize ihanet altında bulunan bölümlerini istemeyiz’’ diyor. İmparatorluk içinde büyük çapta Araplar var. Anadolu’yu sınır olarak çiziyor, burada Türkler var, esas olan bunlardır diyor. Kültür birliğini, ekonomik birliği ve cumhuriyeti, sosyalizmi düşünüyor. Bu fark da önemli, fakat bana sorarsanız, ikisinin bence 20. asrın en uzak görüşlü politikacıları olmasına sebep aslında başka bir şey. Galiyev’in de, Mustafa Kemal Paşa’nın da dünyadaki en büyük sorunun Batı ile Doğu, daha doğrusu gelişmiş emperyalist ülkelerle mazlum halklar arasındaki bir çatışma olduğunu söylemeleri.
“Mazlumlar enternasyonali” fikri de buradan çıkıyor galiba.
Galiyev o kadar ileri gidiyor ki: ‘’Batılı ülkelerde işçiler, sosyalistler iktidara geçseler dahi durum değişmeyecektir. Onlar Doğulu halkları sömürmeye devam edeceklerdir” diyor. Bunda haklı da çıkmıştır, çünkü İngiltere’de Sosyalist İşçi Partisi iktidar olmuştur ancak hiç bir şey değişmemiş, İngiltere İmparatorluğu gene dünyayı sömürmeye devam etmiştir. Gazi de dünyadaki asıl büyük sorunun yoksullarla varsıllar (zenginler) arasındaki büyük çekişme olduğunu, Batılı ülkelerin Doğulu ülkeleri sömürdüğünü ve asıl, emperyalizme karşı savaş vermek lazım geldiğini söylüyordu. Bunu Türkiye’nin Bolşevik olmasını öneren Sovyet liderlerine de söylemiştir. Şimdi bunlar belgelerle ortaya çıkıyor. Ona soruyorlar: “Siz komünist misiniz?” ‘’Evet burada bir komünist fırkası var, ben de ona üyeyim” diyor. Fırkanın kurucusu da kendisi. Meclisin içinde Yunus Nadi ve Tevfik Rüştü (Aras) bu adla bir fırka kurmuşlar. “Bolşevik olalım” eğilimi Türkiye’de o zaman son derece yaygın. Gazi’nin cevabı ise çok nettir: ‘’Biz bir şûra düşüncesi içerisindeyiz fakat Türkiye’de Bolşeviklik olmaz, çünkü işçi yok. Çünkü biz sanayileşmiş değiliz, bizde işçi olmadığına göre kiminle yapacaksın Bolşevikliği? Bu olmaz, biz bütün bir halkla beraber yapma taraftarıyız”. Kafasında bir “Halk Cephesi” düşüncesi vardır. Halk Fırkası’nı da böyle bir mantıkla kurmuştur. Onun kafasındaki Halk Fırkası, halkın bütün kesimlerini, bütün yoksulları, bütün çaresizleri, mazlumları toplayan büyük bir siyasi hareketti.
Söylev ve Demeçler’inde de görüldüğü gibi Gazi, daha çok Fransız İhtilalinin prensipleri doğrultusunda hareket ediyor. Galiyev ise sosyalist ihtilal çerçevesinde bir mücadele veriyor. İkisinin de birleştikleri nokta, dünyanın en büyük çelişkisinin gelişmiş denilen emperyalist ülkeler ile mazlum milletler arasındaki çelişki olduğudur. Bundan kurtulmanın tek yolu da mazlumların birleşmesidir. Eğer mazlumlar bir araya gelirlerse, bu sömürü düzeninin çarkı bozulur. Aksi halde Batıda sosyalizm olsa dahi hiç bir şey değişmez. Çünkü Batılı işçi sınıfı da sömürgecilikten payını alıyor. Fransa Afrika’nın yarısını, Hind’i ve Çin’i sömürüyor. Buradan bir para giriyor ülkeye. Bu gelir dolaylı yollardan işçi sınıfının cebine giriyor. Öteki ülke işçilerine nazaran Fransız işçileri daha fazla ücret alıyorlar, bunun için de hallerinden memnunlar. Bu konuda Mustafa Kemal de, Sultan Galiyev de haklı çıkmıştır.
Bu durumda Ruslarla neden anlaşamıyorlardı? Ruslarla anlaşmaları zaten mümkün değildi. Çünkü o parti Komünist Parti değildi, Sosyal Demokrat bir partiydi. Menşevikler ve Bolşevikler olmak üzere iki ayrı hizip vardı partinin içinde. Bolşevikler daha solda görünür, Lenin taraftarıdır, Troçki’nin içinde bulunduğu gruptur. Bolşevikler hiç bir zaman seçimle iktidara gelebilecek kadar güçlü bir parti değildi. Bunu birçok insan bilmez, devrimden sonra yapılan seçimi Bolşevikler kaybetmiş ve Lenin de seçimi iptal etmiştir. Kaybetme sebepleri ise diktatoryal bir idari sistem kurmuş olmalarıdır.
Pek bilinmeyen bir husus vardır: Komünist Enternasyonal ile Moskova aynı şey değildi başlangıçta. Komünist Enternasyonal, Sovyet İhtilali’ni destekleyen öteki komünist partilerin de katılımıyla ortaya çıkan bir örgüttü. Bu örgütün geleceğiyle ihtilalin başlangıçtaki yönetiminde Rusya’da iki büyük mazlum hareket rol oynuyordu: Yahudiler ve Müslümanlar. Bolşevik Partisi’nin ihtilali yapan merkez komitesinde yedi Rus Yahudisi vardır. Daha enteresanını söyleyeceğim: Komünist Enternasyonal’in ilk Genel Sekreteri Zinovyef Yahudidir. Daha da ilginç olanı ise Zinovyef’in en çok işbirliği yaptığı ekip, Müslüman Tatarlardır. Bakü Doğu Halkları Kurultayı’nı Zinovyef ve Galiyev örgütlemiştir. Zinovyef’in orada verdiği nutku okuyun, altına imzanızı atarsınız, tam bir “Avrasya nutku”dur. Ezilmiş mazlumların bir hareketi olarak görüyor Kurultayı.
Moskova’daki yönetim, özellikle Lenin’den sonra yavaş yavaş Stalin’in eline geçmeye başlıyor. Bundan sonra ise sanki eski Rusya diriliyor: ‘’Orası da bizim, burası da bizim, şurası da bizim” demeye başlıyorlar. Bu duruma ilk tepkiyi Galiyev gösteriyor. Fakat merkezdeki ekip, Stalin doğrultusunda tepki göstererek Galiyev’i desteklemiyor. Zinovyef ya da Troçki daha sonraki bir konuşmasında bu tutumlarının bir hata olduğunu itiraf ediyor ama iş işten geçmiş oluyor. Stalin önce Yahudileri, ardından da Müslümanları tasfiye ediyor.
Sovyetler Birliği 1936’dan sonra artık totaliter büyük Rusya oluyor. Çarlık psikolojisi nüksediyor. Bu diktatörlüğün içerisinde Sovyet cumhuriyetlerinden sayılan Müslüman ve Türk cumhuriyetleri mümkün mertebe birleştirilecek yerde iyice birbirinden kopartıldılar. Bütün Müslüman-Türk halklar birleşerek Sosyalist Turan Cumhuriyeti’ni oluşturacakken, Orta Asya’dakiler dahi ayrı birer cumhuriyet haline dönüştürüldüler. O kadar ki bu cumhuriyetlerin kullandığı alfabeler bile birbirinden ayrıdır.
Hala bile büyük problemler yaşıyorlar.
Yaşanır, çünkü 75 sene o şekilde yaşadılar. Geçtiğimiz yüzyılın başında Batılı gelişmiş ülkeler ve Rusya, Avrasya coğrafyasına hakim olmak için mücadele ediyor. Galiyev ve Mustafa Kemal bunu öngörerek asıl sorunun, Batı emperyalizmi ile Avrasya’nın mazlum halkları arasındaki bir savaş olduğunu ileri sürüyorlar. Mustafa Kemal, mücadelesini bağımsız bir devlet kurarak kazanıyor ancak Galiyev kaybediyor.
Burada “Galiyev kimdir?” sorusunu sormak gerekiyor sanırım. Bolşevik devrimi sürecine nasıl katıldı, bir Müslüman-Türk olarak nasıl Komünist Parti’de bu kadar önemli mevkilere kadar yükselebildi?
Galiyev aslında bir öğretmen. Halk hareketi içindeki asıl Bolşevik Müslüman, Vahidof’tur, Vahidovonu tanıyor ve destekliyor.
Peki Vahidof, Galiyev’den daha mı kıdemlidir sosyalist harekette?
Vahidov bildiğim kadarıyla Bolşevik hareketin içine katılan ilk Müslüman Tatar Türklerinden birisi. Hareketi geliştirmek isterken Galiyev’i buluyor, Galiyev de angaje oluyor. Burada bir noktanın üstünde durmak lazım: Onlar için başlangıçta bu hareket bütün mazlum milletlere bağımsızlığını kazandırmayı vaad ettiği için önem taşıyor. Menşeviklerin böyle bir vaadi yok ama Bolşevikler açıkça “herkese hürriyet” diyorlar. Bu genel vaad Tatarları harekete geçiriyor. Çünkü Asya Müslümanları arasında zihinsel ve entellektüel olarak en gelişkin düzeyde insanlar var onların arasında. Hatta aralarında Tatar milliyetçisi olanlar, “Türk-Tatar Cumhuriyeti dahi kurabiliriz” hevesiyle bu harekete dahil olanlar var. Bunların birçoğu başlangıçta Marksizmi bilmiyorlardı; hareketin içine girdikçe öğrendiler ve onu kendilerine göre yorumladılar. Galiyev ve Vahidov hareketin içinde sivrilmeye başlıyorlar. Sovyet Hükümeti’nde bakanlara “Komiser” deniliyordu.
Çarlık coğrafyasındaki milliyetlerle ilgilenen bir de Milletler Komiseri vardı ve o Stalin’di. Galiyev işte bu konumdaki Stalin’le birlikte çalışıyor, Müslümanları nasıl entegre edeceklerini tartışıyorlardı. Fakat daha sonra Stalin, Galiyev’i Pantürkist olmakla itham etmiştir Türkiye ile ilişkisi olduğundan dolayı.
Galiyev ile ilgili halk arasında bazı rivayetler var. Bunların hepsinin kanıtlanması mümkün değil ama söylenenlere göre, Stalin’le arası açıldıktan sonra Mustafa Kemal Paşa ona haber gönderiyor ve Türkiye’ye çağırıyor. Fakat Galiyev’in cevabı çok manidardır: ‘’Siz nasıl kendi ülkenizi orada kalarak kurtardıysanız, ben de onun için çalışacağım”. Bunu bana Bilgi Üniversitesi’nden Halit Kakınç aktardı ve beni çok etkiledi. Bu tavır Galiyev’in ne kadar çaplı ve idealist biri olduğunu görmek için yeterlidir.
Peki Galiyev’in sosyalist hareket içindeki ağırlığı nereden geliyordu?
Sosyalist hareket içinde Müslüman Sosyalistler adına temsili bir konumu var. İngilizlerin yönlendirmesiyle kurulan Beyaz Ordu’yla mücadelede büyük etkinlikleri var. Malum, Kurtuluş Mücadelesini baltalamak için kurulan Kuva-yı İnzibatiye gibi orada da dış mihrakların etkisiyle Beyaz Ordu kuruluyor ve bu ordu Moskova ve Kazan’a yürüyor. Galiyev ve Vahidof, Müslüman Kızıl Ordu’nun başına geçerek onlarla savaşıyor ve büyük yararlıklar sağlıyorlar. Vahidovburada tutuklanıyor ve Çekler tarafından öldürülüyor. Lenin o zaman Troçki’ye Kızıl Ordu’yu kurduruyor. O zamana kadar Kızıl Ordu diye bir şey yok, bizdeki gibi Kuva-yı Milliye benzeri gruplar var. Troçki bu orduyu kuruyor ve yıllarca da komutanlığını yapıyor. Lenin’den sonra Stalin’in Troçki ile arası açılınca ipleri eline geçiriyor ve kendisine alternatif gördüğü Troçki’yi devre dışı bırakıyor. Vahidof’un ölümünden sonra Müslüman Komiserliği’ne Galiyev getiriliyor. Fakat daha sonra Stalin, Türklerle ilgili projeden vazgeçmeye ve Müslüman Türklerin tek başına bir gayret içinde olmalarından rahatsızlık duymaya başlıyor. Tabii ilk önce de Galiyev’i devre dışı bırakması gerekiyor. Stalin, Galiyev’i milliyetçilikle ve dış güçlerle irtibat halinde olmakla suçluyor ve Galiyev mahkûm ediliyor. Akibeti de meçhuldür zaten. Öldürüldü mü, bir bombardımanda mı hayatını kaybetti yoksa hapishanede mi hayatını yitirdi, bilinmiyor.
Bir odaya kapatılıp yıllarca orada kilit altında yaşatıldığı da söyleniyor.
Bunları kesin olarak bilmek mümkün değil. Bilinen şu ki, Gorbaçov döneminde, Stalin’in vatana ihanet suçuyla idam ettirdiği bütün Bolşevik liderleri gibi Sultan Galiyev de aklanmış ve onuru iade edilmiştir. Sultan Galiyev’in bir ihaneti olmadığı, Sovyetler Birliği’ne karşı bir tavır takınmadığı, sadece kendisine verilen sözlerin tutulmasını istediği belirtilmiştir. Sovyetler’den kaçmak ya da onu yıkmak gibi bir emeli yok, sadece “büyük bir Müslüman-Türk Cumhuriyeti” olalım diyor. Gerçekleşseydi bu cumhuriyetin en az Ukrayna gibi bir ağırlığı olacaktı Sovyetler’de. Sovyetler Birliği’nin dış ilişkilerinde Müslüman-Türklerin de sözü dikkate alınmak zorunda kalınacaktı. Galiyev’in ölümünden sonra sorun hallolunur sanıldı ancak Galiyevcilerin partiden temizlenmesi II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürmüştür.
Ben 1941 yılından itibaren Türkiye Sosyalist hareketinin içindeyim. Fakat Galiyev’in ismini duymak için 1950 yılların sonunu beklemem gerekti. Galiyev bir ara KUTV’da (Moskova Doğu Halkları Üniversitesi) hocalık yapıyor…
Orada ders vermeye çağırılıyor ama bu bir bakıma Galiyev’i pasifleştirmek için düşünülmüş bir çare gibi yorumlanıyor.
Galiyev orada ders verirken Şevket Süreyya (Aydemir), Nazım Hikmet, Vala Nurettin gibi çok bilinen daha bir sürü komünist onun öğrenciliğini yapıyorlar. Gelin görün ki hiçbiri ondan bahsetmiyor. Çünkü adam hapsedilmiş; nasıl Troçkistlik suçsa Galiyevcilik de suçtur. Hepsi susuyor.
Yani hocalarından bahsetmekten mi korkuyorlar?
Evet, hepsinin hocasıdır Galiyev. Mesela Şevket Süreyya Bey hatıralarında tek bir kelime ile bahsetmez Galiyev’den. Oysa Galiyev’in fikirlerinden o kadar etkilenmiştir ki, Kadroculuk yarı yarıya Galiyevciliktir.
Türkiye’deki Kadroculuk ile Galiyevcilik arasındaki ilişkiyi biraz açabilir misiniz?
Ona gelmeden şu konuyu bitirmek istiyorum: Bennigsen’in kitabı elime geçti, Galiyev’den bahsediyordu. Okuyunca şoka girdim ve böylesine önemli bir olaydan kimsenin bahsetmemesi karşısında hayretler içinde kaldım. Daha sonra başka yayınlar da ortaya çıktı ve Galiyev keşfedilmiş oldu. Bennigsen bu konuyla çok uğraşmıştır. Onun çalışmalarını Rand Corporation desteklemiştir ki, CIA’nin yan kuruluşudur. CIA o yıllarda Sovyetler’i dağıtabilecek unsurları araştırmaya başlamıştır. Tabii Müslüman unsur birinci dereceden dikkatini çekmiş ve bu konularda araştırmalar yaptırtmışlardır. Ama kabul edelim ki Sultan Galiyev ve Galiyevciler hakkındaki birçok bilgiye de onlar sayesinde ulaşmışızdır.
Bennigsen’in iki kitabı sanırım Türkçeye de tercüme edildi.
Birçok kitabı tercüme edildi ama 1990 sonrasında olanlar bu işi Amerika’nın ne kadar önceden düşündüğünü gösteriyor. Çünkü Sovyetler Birliği dağılır dağılmaz bağımsızlık kazananlara baktığımızda buralarda petrolün çok büyük bir önem arzettiğini görmemek mümkün değildir. Bu hesap çok eskiden yapılmış, Rusya daha başından bölünmeye karar verilmiş, bunu bölebilecek unsur olarak da İslamiyet seçilmiştir. İslamiyeti en yumuşak şekliyle Galiyev sunduğu için o ön plana çıkarılmıştır.
Fakat Galiyev’i incelediğimiz zaman farklı bir portreyle karşılaşıyoruz. “Dinsizlik propagandası nasıl yapılmalı?” diye bir makale yazmıştır. Müslümanlara dinsizlik propagandasının nasıl yapılacağını anlatıyor. Galiyev bir sosyalist, muhtemelen de ate’dir (dinsiz). Dindarlığı yoktur ve bir sosyalizm hareketi olarak düşünmüştür olayı. Fakat sonradan dünyada çok itibarlı olacak olan “sosyalist milliyetçiliği” ilk düşünenlerden de biridir. Amerikalıların ortaya çıkardıkları Galiyev, şimdi Avrasya’da onların aleyhine esebilecek rüzgârların üfürücüsü oluyor. Çünkü anti-emperyalisttir ve dünyanın önce emperyalistlerden kurtulması gerektiğini söyler. Bugün gerek petrol yatakları, gerekse tüketim için verimli bir pazar oluşturmaları dolayısıyla Avrasya ülkelerini başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, Avrupa Birliği ve Japonya’ya karşı korumanın en güçlü yolu, Galiyev’dir. Çünkü Galiyev bunları çok önceden görmüş ve açıkça söylemiş bir adamdır.