Ayşegül Genç’in romancılığını üstün kılan özellikler nelerdir?
Ölü Serçe Dönemeci (2013) ile romancılıkta dikkatleri üzerine çeken Ayşegül Genç, Çile Kırgını’yla (Okur Kitaplığı, 2014) rüştünü ispatladı. Sadece romancılık değildi ispatladığı, bizce, seçkin bir edebî duruş sergiledi; milli medeniyet çizgisinin bir metne nasıl nakşedileceğini gösterdi.
Peki, Çile Kırgını bağlamında Ayşegül Genç’in romancılığını üstün kılan özellikler nelerdir? Diğer bir ifadeyle hangi unsurlar Çile Kırgını’na belirgin bir değer katıyor?
Malumdur, bir edebî eseri nitelikli kılan temel unsurlar onun teknik bileşenleridir. İtibarî bir dünyayı okuruna arz eden romancı, sözkonusu teknik çatı unsurlarını öyle sıkı bir şekilde bir araya getirmeli ki, ortaya çıkan eser türünün zirvesinde olsun. Bu anlamda Ayşegül Genç sınavı aşıyor. İşte onun Çile Kırgını’nda gösterdiği performansın bazı ipuçları:
On bölümden oluşuyor Çile Kırgını. Her bir bölüm ‘seri’/’sıra’ no’su ile numaralandırılan belgelerle adlandırılmış. ‘Klima Garanti Belgesi’, ‘Banka Makbuzu’, ‘Reçete’, ‘Tatbikat-ı Sınaîye İçin Makbuz’… bunlardan bazıları. Bölüm başlığına belgelerin düzenleniş tarihi, ilişkin olduğu kişiler, hususlar ve sair kimi malumat da dâhil edilmiş. Sözgelimi, eserin dokuzuncu bölümüne şöyle başlamış anlatıcı: “Satış sıra no: 9 / Özlem Market Satış Fişi / Tarih: 13.12.2013 / Rize çayı (5 adet) / İndirim Miktarı: % 0.3 / Toplam tutar: 40.00 / Açıklama”. En sonda bulunan ‘Açıklama’nın (bazı bölümlerde ‘İzahat’ başlığı kullanılıyor) altında anlatıcı o bölümü oluşturan metni sunuyor…
Çile Kırgını’nın kurgusunu güçlü kılan bir diğer husus, her bir bölümün ayrı bir anlatıcı, farklı bir bakış açısı tarafından sunulmasıdır. Bazılarını sıralayalım: Otel sahibi “Tat Beşir, Lal Beşir”, mutsuz bir evliliğe hüküm giymiş Ayla, maktul Leyla Akça, cinayete tanık olmuş duvar, Somalili Hasan ve diğerleri…
Böylece, genellikle “Cinayeti gördüm.” cümlesiyle başlayan bu bölümlerin her birisinde aynı olayın farklı dünyalardaki trajik yansıması karşımıza çıkar. Evet, ana olay bir ‘cinayet’tir. Görece basit bir üçüncü sayfa haberi. Onunla birlikte başka dramlar. Bir aile faciası, uluslararası göçlere dayalı garibanlıklar, yalnızlığa endekslenmiş gençlik örselenmeleri, vs… Dolayısıyla işin içine farklı perspektifler giriyor ve işler çatallaşıyor. Her bir kişinin dünyası, kanlı hadiseyi değişik ilişki ağlarına ilmekliyor.
Bu anlamda, sözgelimi birinci bölümde Beşir ve çevresinde yaşananlarla ilgili ayrıntılar dikkat çekicidir. Lal kalışı, Somalili Hasan’la olan diyalogları çerçevesinde emperyalizmin dünya ölçeğindeki yansımaları ve yaşanan başka olaylar: İsrail’in terörize faaliyetleri, Suriye’de birkaç yıldan bu yana yaşanmakta olanlar, Uludere katliamı…
Demek ki Çile Kırgını’nı ahenkli kılan bir başka yön içeriği oluşturan zihniyet unsurları. Bu unsurların kurguya hakkıyla ve layıkıyla yedirilmesi. Bununla ilgili başka örnekler de sunalım: İkinci bölümde Ayla ile ona mutsuz bir evlilik yaşatan Suat’ın cidden tehlikeli geçimsizlikleri anlatıladursun, arka planda Türkiye’deki işsizlik sorunları yahut bunu körükleyen tembellik psikolojisi sorgulanmadan geçilmez. Beri tarafta Ayla’yı kocasının kurşunlarından kurtarmak için öne atılan Leyla’nın iç dünyasının en iyi anlatıldığı bölüm sanki burasıdır…
“Cinayeti gördüm.” yerine “Cinayeti gördü.” cümlesiyle başlanılan üçüncü bölümde Suat ile Ayla’nın kızları Nilüfer Sevindik’in anlatımı yapılır. Bu bölümün diğer bölümlerdekinden ayrı olarak ‘kahraman anlatıcı’ tarafından sunulmaması manidardır. Üçüncü tekil şahsın özellikle tercih edilmesi bir cinayet tanıklığı sonrası dünyası yıkılan ve ‘hasta’ olan minik Nilüfer’in anlatıcı olamayacağındandır… Bu bölümde sözün üçüncü şahsa emanet edilmesi ne kadar doğalsa, dördüncü bölümde sözün maktul Leyla Akça’ya teslim edilmesi de o kadar doğal. “Cinayeti gördüm. Ölen benim.” diye söze başlayan Leyla, hemen ardından gelen “Belki kalkarım birazdan.” cümlesiyle sanki hâlâ aramızda dolaşan bir diridir. Leyla’nın öldüğü halde diriymiş gibi durması eserin canlılığını artırır. Bu arada ölüm-dirim bahsinde ciddi sözler söylenecekse, bu romanda bunu en iyi Leyla söyleyebilirdi. Söylemiş…
Romanın en cazip bölümü bence “Seri Sıra no: 5” başlığıyla sunulan bölümüdür. Burada söze “O meşum cinaeti gördüm ama maktülün ismi Leyla değil idi!” şeklinde başlanır. Demek ki, Beşir’in babası tarafından anlatılan bu bölümde romanın ana olayının dışında, başka bir cinayetten bahsedilecek! Bir medeniyet cinayetinden mi? 1930’lu yıllara gidildiğine göre öyle görünüyor. Cumhuriyet’in kuruluşundan başlayarak 27 Mayıs muhtırasına gelinceye kadar memlekette vukubulan çeşitli sosyal cinayetlere atıfların yapıldığı bu bölümde romanın ana kahramanlarından Beşir’in ‘lâl’ oluşuna kadarki hayatına dair bilgelere de ulaşırız.
Duvar’ın anlatıcı olduğu altıncı, Leylâ’yı sevdiği düşünülen Somalili Hasan’ın dile geldiği yedinci başta olmak üzere, romanın sonraki hemen her bir bölümü kendinden menkul bir özelliğe ve kıymete sahip. Bunları şimdilik okurlara bırakıyorum. Fakat Çile Kırgını yazarının gösterdiği başka yüksek performanlar var ki değinmeden geçmeyelim: Bunlardan birisi kişiler, olaylar, durumlar ve nesneler arası yaptığı sembolik göndermelerdir. Bir diğeri ise herhangi bir yapaylığa düşmeden Mehmet Akif’e, Hz. Muhammed’e ve Kur’an’a yaptığı atıflar.
Çile Kırgını’nı bu gönderme ve atıfları merkeze alarak okumak mümkündür…
CEVAT AKKANAT
(Not: Bu yazı ilk kez 30 Ekim 2014 tarihli Milli Gazete’de “Bir diriliş romanı: Çile Kırgını” başlığıyla yayımlanmıştır.)
***
Manşet görseli: Osman Kadirhan