tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Selimcan Yelseli

Sanat Tarihçi/Yazar

Başkaldırmanın estetiği

07.06.2024
A+
A-

Bir önceki yazıma Albert Camus’un “Başkaldıran İnsan”ının giriş cümlesi ile başlamıştım, hatırlayalım: “Kimdir başkaldıran insan? Hayır diyen biri.”

Ardından, hayır demenin diyalektiğinden dilim döndüğünce bahsedip, bir sonraki yazımda başkaldırmanın estetiğine değineceğimi söylemiştim. İtiraf etmem gerekirse, bir önceki yazımı kaleme alırken karanlık bir yolda şuurumda şimşek gibi bir çakıp, bir sönen cümlelerin takibinden başka çaremin kalmamasının en nihayetinde beni bu meseleye getirdiğini söylemeliyim. Evet, başkaldırmanın da bahse değer bir estetiği olmalıydı, evet başkaldırmanın da bir estetiği vardı. Tehlikeli, esrik, cüretkâr bir estetikti bu. Birçok şeyin aynılığına, monotonluğa karşı haklı bir isyandı.

İnsanlık tarihine baktıkça şöyle bir düşünüyorum da, başkaldırmanın cesaretinden yoksun bir ilerleme fikri bana çelik bir duvarı ancak nefeslerdeki o cılız ısıyla eritmeye kalkışmak gibi gülünç ve beyhude bir iş gibi geliyor. Evvela tarihin kendisinin, sonra kültür ve sanatın, ve en nihayetinde bugünkü tüm teknolojinin, başkaldırmanın bir neticesi olduğunu düşünüyorum. Yanılıyor da sayılmam hani, takdir edersiniz ki değişim, bir şeylere meydan okumaktan ve sancıdan doğuyor.

Sancı mı dedim?

Değişimlerin sancılı olduğu gerçeği bir şekilde, nerden öğrendiğimizi bile anlamadığımız garip bir dürtüyle dilimizde asılıp kalmıştır. Yeri geldiğinde müthiş bir özgüvenle söylemekten geri durmayız: “Değişim sancılıdır!” Değişimleri tecrübe etmemizin bir getirisidir bu. Sancısını da, farkını da kendimizin bizzat bildiği değişimler, bizim kendi şahsi tarihimizde, kendi benliklerimize yönelik başkaldırmalarıdır aslında. Başkaldırmaktan sakınıp, kabul etmenin ve teslim olmanın bile başkaldırmayla organik bir ilişkisi vardır. Nasıl mı? Kendisine başkaldıran insan, kendisiyle birlikte içinde mevcut olduğu durumu da değiştirmek isteyerek bir şeylerin aynılığının çeperlerini zorlamaktadır. Teslim olan ise, başkaldırmaktan kaçınarak belki de başkaldırmanın en tehlikeli halini, yani başkaldırmanın kendisine yönelen ters yüz edilmişliğini içinde barındırmaktadır. Başkaldırmaya başkaldırmak, başkaldırmanın kaçınılmazlığına dair güzel bir örnektir.

Aslında bu meselenin gidişatında önümüzde ikiye ayrılan bir yol var gibi geliyor bana. Her iki yolun da istikametine beraber göz atalım mı?

Birinci yol, başkaldırmanın yukarıda bahsettiğim ve diğer yola nispeten biraz da basit olan, tıpkı hani şu “Ouroboros” denilen kendi kuyruğunu yiyen yılan misali kendi kendisiyle ilintili olan saf ve tabî bir döngünün vardığı yol. Diğer yol ise biraz daha çetrefilli. Çünkü fark ediyorum ki, diğer yolda başkaldırmanın sosyal tezahürleri var. Bu

yolda, başkaldırmayla birlikte tüm insanlık tarihinin ötelenmiş, yadırganmış şeyleri de mevcut. Oldukça muğlak anlayacağınız

Yine de cesaretle (belki de başkaldırarak) bu yola adım atıp, soralım: “İlk günah addedilen eylem neye başkaldırıydı?” Birçoğumuzun peşin peşin cevap verdiği gibi mutlak olana değil aslında… Henüz tam bir karşılığı bulunmadığı için mevcut olmayan sevap kavramına da değil. İlk günah eylemi, insanın kendisinde saklı başkaldırma güdüsünü keşfetmesiydi yalnızca. Çünkü ilk günah addedilen eylem, bir yanıyla bilinçlenmenin ta kendisiydi.

İnsanın tabiat karşısındaki ilk atılımı, yaşamak için (yaşamla) bilinçlenmesinin bir neticesi değil miydi? Evvela tabiatın kudretini fark edip, ardından onun imkanlarını kendi lehine çevirmesi, (şekillenmesi ve şekillendirmesi) insanın varlığını sürdürmesi adına bir başkaldırı eyleminden başka bir şey değildi. Ve her şey, değişimin kaçınılmazlığına dair (Panta rhei) şaşmaz bir kaidenin tecellisiydi.

Her kavramı şuurumda karşıma tek tek oturtup tetkik ediyorum da, başkaldırıyı içinde tıpkı zamanı gelince çatlayacak bir nüve misali tahrik edici bir güç olarak taşımayan bir kavram göremiyorum. Her şey kendi başkaldırısını olağan akış içinde muhafaza ediyor. Ve her başkaldırı doğadaki mutlak antinomiyi, yani kendi karşısında konumlanan ve gerçekliği daima değişken olan -göreceli- haksızlığını da beraberinde getiriyor. Değişimin ana unsuru bu. Çünkü en nihayetinde biraz da Camus gibi söylersek: “Başkaldırı / değişim, haksıza karşı bir tiksintiyle birlikte, insanın kendi benliğinin herhangi bir yanına tam ve birdenbire bir katılışını yani bilinçlenmesini de beraberinde getiriyor.

Başkaldırının estetiği burada mı gizli?

Kuramsal olarak yanılıyor muyum, bilmem; bana, estetiğin iyi / güzel olmayı ihtiva eden ve zannımca biraz da popüler ve taraflı olan tanımı her zaman kusurlu görünüyor. Bu yüzden sanatta estetiğin gerçeklikle yüz yüze geldiği eserler dikkatimi çekiyor ve sanki bu eserlerdeki bilinç, tıpkı sanatın üzerine pembe bir toz misali serpiştirilen o mutlak iyi / güzel olma zorunluluğunu hayatın gerçekleriyle silip atıyor. Geriye kalan o salt ve katı estetik, masalsı diyarların avuntusundan ziyade içinde bulunduğumuz dünyanın gerçekliğini vurgulayarak bizi bilincin ortasına, yani bir yanıyla başkaldırmanın içine çekiyor. Bu gözle bakarsak, Hodler’in ‘Hayal Kırıklığına Uğramış Ruhlar’ı ya da Wallis’in ‘Chatterton’ın Ölümü’* ne çok şey söylüyor!

Bu yüzden sanatın örnek ve öğretici olmasına dair inancımın da hemen hemen kalmadığını söyleyebilirim. Sanat, kabul etmekten ziyade, başkaldırmakla ilintili bir mesele benim gözümde. (Geçen yazımda “Kurbansal Sunu” adlı eserden bahsederek bir kenara yazıvermenizi söylemiştim ya, yeri gelmişken bu yazımda da “Katiller, Sanatçılar ve Teröristler” adlı eseri tavsiye edeyim.) Son tahlilde sanat büsbütün aykırı olmak anlamına gelmiyor ama aykırılığı ve normlara meydan okumayı içermeyen bir sanat da dekor olmaktan öteye geçemiyor.

Son olarak Camus’dan mülhem şu soruyu sorup, hep birlikte cevaplayarak noktayı koyalım: “Nasıldır başkaldıran insan? Bir şeylere hayır diyerek, onları kendi yaşamını sürdürebilmek adına şekillendiren biri.”

İçinde bulunduğumuz dünyada varlığımızı sürdürebilmek adına bir şeyleri şekillendirmek ve sancılı da olsa değiştirmekten daha estetik bir tavır bulunabilir mi?

Başkaldırının tüm estetiği, gittikçe daha da çetin bir hale gelen dünyada varlığımızı sürdürmeye çalışmak ve bunu özgürce ifade edebilmekte gizlidir.

 

 

 

*Henry Wallis’in “Chatterton’ın Ölümü” adlı tablosunun geniş bir incelemesi için Selimcan Yelseli’nin Roman Kahramanları dergisinin 55. Sayısında yayınlanan “Felsefî Bir Düşünce Olarak İntihar Kavramının Sanata Yansıması: Henry Wallis’in ‘Chatterton’ın Ölümü’ Tablosu Örneği” adlı makalesine göz atılabilir.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.