tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Selimcan Yelseli

Sanat Tarihçi/Yazar

Bir nefs muhasebesi: Kendi yalanımızı söylemek

29.12.2023
A+
A-

Yahu ne çelişki ama!

İnsanlık tarihinde bakış açılarının bu denli çeşitlendiği, çeşitlenmesinin yanı sıra, bir de bu denli önemsendiği bir devir daha yoktur zannedersem. Çelişki nerede mi? Bakış açılarının havada sürüsüne bereket uçuştuğu bu devrin içine doğduğu şu yeni dünya, sadece tek ve sivri bir kutbun açtığı yoldan, aynı dalgalar, aynı süratlerle gürül gürül akmakta.

Durun, bir eksik, bir fazla şöyle izah edeyim…

Artık zulüm mü var? Tepki aynı. Savaş mı? Bilindik cümleler. Toplumsal bir mesele mi? Reçete basit, topluluk ne derse o! Kitle nereye meylederse, doğru ve sıhhatli bir tavır oradadır. İtirazı olan da yoktur muhtemelen. Tarih mi? Olayların neticesi çoktan verilmiştir. Edebiyat mı? Şöyle bir göz atın da, vahameti kendi gözlerinizle teşhis edin! Felsefe mi? Tekrar, tekrar ve yine tekrardan ibaret…

Okuduk, hatta bir zamanlar çokça yazıldı hakkında, biraz fikir teatisine aşina olanların iki cümlede bir sarf ettikleri bir kavram vardı: “Sürü psikolojisi” denilip durulurdu hani. Mesele bu psikolojik açmazı aştı, aşmakla kalmadı, bu yeni ve tek kutuplu tavra yeni bir tabir ihtiyacı da doğurdu.

Öznellik kendi mevcut gereklilikleriyle evrenselliği, evrensel kaidelerin şahsı önceleyen hürriyetini beslemek yerine, tuhaf bir şekilde -tabiri de caizse eğer- evrensel bir kolektivizme evrildi. Yaşam tarzları, tercih edilen markalar, tüketilen ürünler, hatta kimi yerlerde sarf edilen cümleler hep aynı şekilde, hatta birbiri ardınca kodlanan aynı dizgelerin yankısına dönüştü. Dedim ya, ne varsa, ne oluyorsa, tepki hep aynı…

Tepki aynı. Bu tepkinin dışında verilecek farklı ve alışılmamış bir tepki, takınılacak başka bir tutum ise, yabancı bir toprakta bitmiş zararlı bir ayrık otu olarak yaftalanacak kadar keskin bir ötekileştirilmeyi göze almaktan başka bir şey değil artık. Farklı bir tepki, farklı bir tutum genel ve belirlenmiş kaidelerin kabul gören zümresinden kovulmayı göze almaktan başka bir şey değil. Hem de bu feragat pek de cesur bir iş olarak addedilmiyor üstelik.

Aynı, önceden belirlenmiş, toplum eliyle hatta evrensel bir güdüyle sunulmuş paket bir tepki, alışılmış ve zülfü yare dokunmayan tedbirli bir tutum varken başka bir yola sapmak mı? Günümüzün toplumsal dokusu için anlaşılacak şey değil. Konfor alanını terk etmek bir nevi ya da işitilmemenin kahrını göze almak. Akıl kârı mı?

Bakın çelişkinin damarı şurada atıyor: Herkes aynı şeyi farklılık kisvesine büründürüp söylüyor. Ne söylenenlerin miktarı artıyor, ne söylenmeyenler hatırlanıyor. Sadece aynı şeyi farklı bir ağızdan duymak, aynı tutumu farklı bir gövdeden görmek yetiyor. Aklıma yığıldı kaldı şimdi, hani neydi o Dostoyevski’nin Rusya’nın ayazlı gecelerinde ateş parçası kelimelerden yükselen ılık bir buğunun içinden seslendiği çarpıcı nükte. Hani şu Suç ve Ceza’dan… Hemen söyleyeyim: “Kendi yalanını söylemek, başkasının gerçeğini söylemekten çok daha iyi. Kendi yalanını söylediğinde bir insanın sen, ama başkasının gerçeğini yinelediğinde yalnızca bir papağan.

Kendisine ait olanı yalan da olsa söylemek yerine, toplumun içinde tahkim edilmiş şüpheli ve bin bir şekle bürünen sözde gerçeğin dilden dile aktarılmasından ve aynı tutumların taşıyıcısı olmasından başka meziyeti kalmayan ve aslında dönüp duran belirsizliklerle yüklü, yeknesaklığın çılgınlık vehimleriyle infilak edecek noktaya gelmiş, çıkmazları ortasında tükenen bir insanlık…

Bana şöyle geliyor, yanlış da olsa bireyselleşme ve bireyselleşmeyle gelen imkanlar, büyük bir farkındalık duygusunun harekete geçmesini sağladı sağlamasına ama bu farkındalığı ifade etmeye yarayan öznel kabiliyeti, belki de dilin her geçen gün daha basit, daha kısır bir hale gelmesinden tutun, estetiğin ve en hususi zevklerin de yavaş yavaş terk edilmesine kadar büyük ve sinsi bir tahribin de müsebbibi oldu.

Dostoyevski dedim, bir de kendi içimizden misal vermesem olmaz. Ahmed Cemil’i hatırladınız mı? Hani Halid Ziya Uşaklıgil’in kaleminden bir hayalet edasıyla çıkıp da edebî hayalleriyle mai ve siyah bir kader istikameti arasında savrulan şu genç adam. Eseri okuyanlar hemen hatırlar, herkesin kabul görmüş gerçeğine ve mutad edebî eserlere karşı; kendi yalanını, kendi eserini ve gerçekleşmesi ancak hayallerine sığdırılmış şöhreti arzu etmişti bu genç adam. Bu cesareti en nihayetinde kendi eserini yakmak gibi bir buhrana varsa da o tüm bu dekorun ortasında kendi varlığıyla şahsileşmeye muvaffak olabilmişti. Zaten bir bakıma, neredeyse tüm şahane romanların büyük yalnızlıklar arasından doğan kahramanları kendi yalanını söyleme cesaretini göze almıyorlar mıydı? Sartre’in “Bulantı”sındaki Roquentin’den tutun, Rilke’nin Malte Laurids Brigge’e kadar uzar gider bu misaller.

Ahmed Cemil demişken, geçenlerde bu düşüncelerden doğan anlık bir ilham vesilesiyle beyaz bir kağıda iliştirdiğim şu satırları da bir teşhis vesikası olarak sunayım size. Buyurun:

 

Günümüzde Ahmed Cemil

 

En muğlak vakaların nihayetinde,

Karşısında hakikati gören insanın,

Ve diline bir söz, yüzüne bir tebessüm,

İçine bir heves kondurmuş insanın,

Hikayesi bitiyor.

Bir insanda bitiyor bu,

Bir insanda başlıyor.

 

Sesimi sıradan hüzünlerden duyup,

Gövdem bir hafiflikle erir gibi olunca,

Söyleyecek hiç bir şeyim kalmayınca,

Semada bir bârân-ı elmas başlayınca,

Beni yüzümde bulutlu bir tebessümle yolcu edin.

 

Bir ufuktan doğup, döne dolaşıp,

Üzerimize bir süratle düşen ölüm,

Bilmem neden, hangi sebepten?

Ümitsiz de değilizdir hepten.

 

Yaşamak bu nihayetinde,

Büyük hesaplar içinde,

Büyük hatıralar içinde,

Büyük yalanlar içinde,

Taktı mı takan bir öksürük gibi bir mecburiyet,

Bel ağrısı, baş ağrısı nevinden bir şey ya da,

Eski manalar,

Eski gerçekler,

Eski esvaplar,

Yeni ve parlak aynalar önünde geriniyorum,

Bulutlu tebessümler bana yakışıyor,

Yeni yalanlar söylemek istiyorum.

 

Susturacak beni, her imkansıza bir mümkün gibi bilinen,

Can içimize kurulmuş aksi bir tuzaksa?

Ya yaşamak ölümden uzaksa?

Bütün bir sanat, bütün bir incelik,

Neyden var olan,

Hiçten yoksa.

 

Bak işte ben bu şiiri yarı kapalı yazıyorum,

Bir hayalet gibi salınan perdeleri kıskanıyorum.

Çekiyorum ellerimi kapılardan,

Her olduğum yerde pişman oluyorum.

 

Mesela başımı Ahmed Cemil gibi,

O mağmum, o mahzun genç adam gibi,

Pencereden iplik iplik sızan bahar güneşleriyle loş,

Ve tenha odalarda,

Okumak iştihâsıyla sarhoş,

Buruk bir teselliye bırakmak istiyorum.

 

Bulutlu tebessümler ediyorum,

Yalanlar söylüyorum,

Gerçeklere ağlıyorum.

Ben nefs muhasebemle kendi yalanımı söyledim işte, siz de kendi yalanınızı anlayın! Aynı istikamette ilerleyen aynı tepkileri, aynı tavırları aşıp da, bir zamanların sözde, fikirde ve tavırdaki bereketine yeniden vasıl olma vakti gelmedi mi?

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.