“Çin toplama kamplarından nasıl kurtuldum?”
Mihrabad Yayınlarından çıkan “Çin Kamplarından Nasıl Kurtuldum?” kitabının takdimini Doç. Dr. Abdulhamit Avşar yaparken çevirisini de Prof. Dr. Mustafa Daş yapmış. Çin Kampından Nasıl Kurtuldum kitabı, Çin’in önce inkâr ettiği ancak saklayamaz hale geldiğinde “yeniden eğitim okulları” yalanıyla üzerini örtmeye çalıştığı Çin gulaglarının yani toplama kamplarının iç yüzünü, bizzat mağduru olan Gülbahar Heyithacı tarafından anlatılıyor. 24 saat hareketli kameralarla izlenen ve gün ışığının hiç görülmediği demir perdelerle örtülü koğuşlar, dudakların en ufak kımıldaması karşısında “dua ediyorsun” diyerek verilen hücre cezaları, yatağa zincirle bağlanarak geçirilen günler, sabahın erken saatlerinde başlayıp geç saatleri kadar devam eden, yorulmanın bile yasak olduğu askeri ve psikolojik beyin yıkama eğitimleri, zorla yapılan kısırlaştırıcı ve “anıları silici” iğneler, bitmeyen sorgulamalar, her gün birkaç kişinin adının anons edilip bir daha geri dönmeyişlerinin yaşattığı sonu gelmez gerginlikler, her an ne zaman idam edilmeye götürüleceğim korkusu ile geçmek bilmeyen günler… Gülbahar Heyithacı anlarında bu kamplarda Çin’in kendi adıyla literatürde özel bir yer edinmiş olan işkence metotlarını, Doğu Türkistan’ı Türksüz hale getirmek için yaptıklarını ve kampların gerçek yüzünü anlattığını belirtiyor.
Bu kitabın ortaya çıkışı da kolay olmuyor. Gülbahar Heyithacı insanlık dışı işkencelere rağmen uzun zaman suskun kalmayı seçiyor. Çin sürekli şekilde onu, Doğu Türkistan’da kalan annesi ve kardeşlerini de toplama kamplarına kapatmakla korkutmaya çalışıyor. Heyithacı Çin’in yalanlarını ve göz boyamalarını bedeli ne olursa olsun dünya kamuoyuna anlatmak için anılarını yazmaya başlıyor. Bunu “Bizden ne olduğumuzu inkâr etmemin istendi. Geleneklerimize tükürmek için. Dilimizi eleştirmek için. Halkımıza hakaret etmek için. Benim gibi kamplardan çıkanlar artık kim olduklarını bilmiyorlar. Gölgeleriz, ölü ruhlar… Yüzlerce kez öldüğümü sandım. Bugün yaşıyorum ve gerçeği haykırmak istiyorum.” sözleriyle dile getiriyor.
Kitap, anlatıcının ve yazarın kullandığı terimlere sadık kalınarak Türkçeye çevrilmiş. Doç. Dr. Abdulhamit Avşar, kitabın takdiminde “Bu bağlamda ülkenin tarihi adı olan “Doğu Türkistan” yerine kullanılan “Şincan” ibaresi korunmuştur. Bu arada altını çizmek gerekir ki, Çince “yeni kazanılmış toprak”, “yeni sınırlar” anlamına gelen bu ibarenin özgün okunuşu “Şincan”dır. Türkiye ve Azerbaycan da dahi olmak üzere Türk dünyasının birçok yerinde yaygın bir yer adı olarak kullanılan Türkçe “Sincan” kelimesi ile hiçbir ilgi ve anlamdaşlığı yoktur” demektedir.
Prof. Dr. Mustafa Daş önsözünde Şincan tarihine ve Uygur halkının yaşadığı drama ilişkin önemli bilgiler sunmaktadır. “1949 Yılında Kızıl Çin Doğu Türkistan’ı resmen işgal etti ve Şincan (Xinjiang. «Yeni Sınır») Özerk Bölgesi olarak yapılandırdı. Çin’in ilhakından sonra, Doğu Türkistan’da halen devam etmekte olan ağır bir asimilasyon politikası uygulandı. Bu kadim Türk yurdunda öncelikle Uygurları azınlığa düşürmek için Çinli Hanları biçimde yerleştirdi. Türkiye’nin iki üç kati büyüklüğünde olan Doğu Türkistan’da artık çoğunluk Çinlilerin olup, Uygurlar 11 milyonluk nüfuslarıyla azınlık durumundadırlar. Bununla yetinmeyen Çin rejimi, Uygur kimliği ve varlığını tamamen yok etmek için asimilasyon politikasın “soykırım (genocide)” haline getirdi. Her türlü hak ve hürriyetten yoksun bırakılan Uygurlar arasında en ufak bir hareket, silah ve şiddetle bastırılmakta, sudan bahanelerle insanlar tutuklanmakta, sözde eğitim veya meslek edindirme kursu adı altında Uygurlar toplama kamplarına kapatılmaktadır. Bu kamplarda gayri insani şartlar altında insanların beyni yıkanıyor, işkence görüyor ve hatta katlediliyorlar. Uygur halkının modern dünyanın gözü önünde asimilasyon ve soykırıma maruz kalması ne acıdır ki ciddi herhangi bir tepki dahi görmemektedir. Demokratik, insan haklarına saygılı olduğunu iddia eden devletler, uluslararası kurumlar, STK’lar Uygur dramını görmezden gelmekte, sessiz kalmaktadır. Müslüman-Türk, Uygur söz konusu olduğunda dünyanın sessizliğini anlamak mümkündür. Fakat Türkiye’de Uygurlara ve Doğu Türkistan’a yönelik duyarsızlığın izahı yoktur.”
Kitap yayına hazırlanırken Çin zulmünün canlı tanığı Gülbahar Heyithacı, yeterince Fransızcaya hâkim olmadığı için anılarını Uygur Türkçesiyle anlatıyor, kızı Gülhumar Fransızcaya çeviriyor. Fransızca kayıtları araştırmacı Rozenn Morgat, yazar olarak Gülbahar Heyithacı’nın adını da kullanarak Ocak 2021’de yayımlıyor. Metin, Gülbahar Heyithacı ile yapılan röportaj ve konuşmaların yazıya dökülmesiyle oluşturuluyor. Bu nedenle gramer olarak zaman uyumsuzluklar bir hayli fazladır. Anlatımın canlılığını korumak ve Gülbahar Heyithacı’nın konuşmasındaki akıcılığı bozmamak ve metne sadık kalabilmek için zaman uyumsuzluklarına fazla müdahale edilmiyor. Çeviri sırasında yorumlamaktan özenle kaçınılıyor, ifadelerin birebir aynı olması için gereken dikkat Prof. Dr. Mustafa Daş tarafından gösteriliyor.
Rozenn Morgat, Gülbahar Heyithacı ile yapılan röportajlarda yaşadıklarını kitabın önsözünde şöyle yazmış. “Boulogne’da evinin salonunda yanında ben ve kızı varken bile Gülbahar, o boşluk anlarını yeniden yaşıyordu. Kaşları hafifçe çatık, ciddi bir yüz ifadesiyle odaklanmış vaziyetteydi. Gardiyanlar onu yirmi gün boyunca yatağına zincirledikleri zaman ne hissetti? Cevabının tuhaflığının farkında olan birinin endişeli bakışıyla bana “hiçbir şey” diye yanıt verdi. Dondurucu bir aralık gecesi, nereye götürüldüğü söylenmeden bir kamyona bindirilen Gülbahar, karla kaplı çölün ortasında kurşuna dizileceğini sandı. Ve o an ne hissetti? Yine hiçbir şey.”
Gülbahar Heyithacı’nın anılarını olduğu gibi değişiklik yapmadan kitaptan alıntılar şeklinde paylaşalım.
“Şincan, Orta Asya’nın sınırlarında Fransa’dan binlerce kilometre uzaklıkta bulunuyor. Kerim’le, Fransa’nın üç katı büyüklüğünde, dağlar ve vahalarla bezeli bu büyük cennette büyüdük. Bu mücevher kutusu ülke, Çin›in en batısında, sekiz ülke arasına sıkışmış olarak yer almaktadır: Moğolistan, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan, Pakistan ve Hindistan. Bu topraklar, tarım ürünlerinin yanı sıra altın, elmas ve diğer yeraltı zenginliklerini de içerir: Gaz, uranyum ve özellikle de petrol. “Ülkemiz” diyorum ama tabir pek doğru değil. Batıdaki bağımsız cumhuriyetlerin girintili çıkıntılı sınırlarıyla çevrili bu topraklar, Çin’in ilhak dönemleriyle kesintiye uğrayan kısacık bir milli bağımsızlık dönemlerini ancak yaşayabildi: Önce imparatorluğun hâkimiyeti hüküm sürdü. Sonra da 1949’da bu toprakları Mandarin dilinde “yeni sınır” anlamına gelen Şincan olarak adlandıran komünistlerin gelişiyle Çin’e katıldı.”
“Çin, Yeni İpek Yolları’na çok fazla para yatırdı. Bölgemizin hayati önemde aksını oluşturduğu bu büyük siyasi–ekonomik projenin Çin’in Orta Asya Ülkeleri üzerinden Avrupa’ya bağlayacağı kabul ediliyor. Şincan olmadan, Başkan Și Jinping’in politikasının demir mızrağı gün yüzü göremezdi. Şi Jinping’in Şincan’a ihtiyacı vardır. Sakin ve ticarete elverişli, bağımsızlık yanlısı nüfusundan ve toplumsal çatışmalardan arındırılmış bir Şincan’a… Kısacası Și Jinping, Uygurların olmadığı bir Şincan istiyor.”
“Ülkenin dört bir yanındaki okullarda öğrenciler, Uygurların da aralarında bulunduğu elli altı ulusal etnisitenin, Çin’in dünyadaki kültürel parlaklığının temel taşı olduğunu söylüyorlar. Kimlik kartlarımızda, Çin Halk Cumhuriyeti vatandaşları olduğumuz yazılıdır ama bizler kalbimizde her daim Uyguruz. Erkekler ve kadınlar Budist tapınaklarında değil camilerde Allah’a dua ederler. Dindar Müslüman erkekler sakal bırakırlar ve kadınlar başörtüsü örterler. Doğu Türkistan’ın sokaklarında, okullarında ve evlerinde, Mandarinden [Çinceden] değil, Türkçeden türemiş bir diyalekt olan Uygur dilinin sert, boğuk tonlamaları duyulur. Temel gıda, doğulu Çinliler gibi pirinç değil “nân”dır. Bu yuvarlak ve yassı ekmekler Orta Asya’da bulunur. Buna rağmen, kültürel farklılıklarımız mevcut şartlarda, her zamankinden daha fazla rahatsızlık veriyor ve geçmişteki isyan olayları onlarda endişe doğuruyor. İşte bu yüzden biz, 2006’da Fransa’ya kaçtık. Bu kaçış Doğu Türkistan’ın eşi görülmemiş baskı altına alınmasından hemen önceydi.”
Kitabın ilk bölümünde kızının evliliğini ve eşiyle tanışıp petrol mühendisi olarak eşiyle birlikte çalıştıklarını anlatan Gülbahar Heyithacı 2. Bölümde Fransa’dan Çin’e neden gittiğini okuyucuya aktarıyor. Erken emeklilik ile alakalı bazı belgeleri imzalamak için eşinin de desteği ile iki haftalığına Çin’e giden Heyithacı, burada polis tarafından tutuklanıyor.
“Küçük ofiste, olası bir tuzak arayarak evrak yığınını özenle didik didik ettim, Odaya üç adam girdiğinde iki sayfa kalmıştı. Onlar uzun boylu Uygurlardı ve sivil kıyafetler giymişlerdi. Aynur titreyerek onlara baktı. Ansızın altın rengi teni, zeytin yeşiline dönüştü, Onlar polisti. Ama Kerim beni uyarmıştı, bu yüzden endişelenmedim. Kafamda onun güven verici kelimelerinin yankılanmasıyla, gelmelerini bekliyordum: “Fransa’dan geldiğini hatırla… Adımını atar atmaz senin iki haftalık bir süre için geldiğini anlayacaklar. Kaçınılmaz olarak seni sorgulayacaklar. Endişe etme!”. Adamlar tutuklanmamın gerekçesini söylemediler. Onlardan biri kayıtsızca, “Size bazı sorularımız var.”, “Bu acil bir şey, bekletilemez, şimdi bizi takip etmelisiniz.” dedi. Daha iri olanı beni kelepçelerken, Kerim’in bilgece sözlerini Aynur’a tekrarladım: “Niçin korkuyorsun? Korkma!”. Koridordan çıkmadan önce, ona cesaret veren son bir bakış attım. Şaşkın bir yüz ifadesiyle başını salladı.”
Sorgu sırasında dirayetli olmaya çalışsa da kendisine gösterilen bir fotoğraf dikkatini dağıtmaya yetiyor.
“Nitekim onlardan biri burnumun dibine bir fotoğraf koydu. Kanım çekilmişti. Binlerce yüz içinde onu tanıyacaktım. 0 etli gamzeler. Ortasında kaybolan ince burun. Resmi kendime yaklaştırdım. Aman Tanrım! Gülhumar idi. Ona aldığım siyah paltosuna gömülü hâlde, Paris’teki Trocadéro Meydanı gibi bir yerde poz vermişti. Fotoğrafta gülümsüyor, elinde küçük bir Doğu Türkistan bayrağı. Sürgündekilerin temsilcisi olan kurum, Fransa Uygurları Derneği tarafından Şincan’daki Çin baskısını kınamak için düzenlenen gösterilerden birinin sonunda çekilmişti.”
Kızı terörist olmakla suçlanıyordu ve Gülbahar Heyithacı kızının terörist olmadığını savunmaya çalışıyordu. O gün pasaportuna ve elindeki tüm belgelere el konularak serbest bırakılsa da artık Çin’de mahsur kaldığının farkındadır. Haftalar geçiyor, poliste bulunan dosyası hakkında bilgi edinmeye çalışıyor, eşi ve kızı da aynı gayreti gösteriyor hatta Fransız makamlarına dertlerini anlatmaya da çalışıyorlar.
DEVAMI GERÇEK TARİH DERGİSİ EYLÜL 2022 SAYISINDA