Mum, saat, tabiat ve kahraman bahtsızlar için
Bir zamanlar sadece bulunduğu mekanı değil, altın sarısı alevi ile istikbali de aydınlatan mumlar yanardı evlerde. Mütemadiyen titrek ve tedirgin olan bu altın damlasının solgun duvarlara bıraktığı karanlık akisler arasından seçilen ahşap duvar saatinin akrep ile yelkovanı ne hikmetse hiç bir bakışta birbirine müsavi olmaz, hep bir küsuratın ince hesabıyla salınır dururdu.
İnsanlık önce mumun altın damlası ateşini, sonra saati ve en sonunda tabiatı yitirdi…
O zamanlar başımda esen hırçın mı hırçın rüzgarlar, hayata karşı bir parça kayıtsız ve daima bilinmez bir tesirin kudreti ile sermestim. Elimde merhum Sezai Karakoç’un Yitik Cennet eseri… Sükûnet bulmak için sayfaları arasında dolaşıyor; otobüste, derste, evde, velhâsıl her yerde, cüssece küçük lâkin tafsilatça hayli büyük bu eseri okuyorum. Bu eserden şu cümleyi bugün bile tekrarlar, bazen üzerine uzun uzun düşünürüm:
“Kültürlerin ve medeniyetlerin dirilişleri de, yoksul evlerin rahmanî mumunun ışığında yetişen kahramanların sabrı, sessizliği, yumruğu veya yumuşaklığı, kınaması ve öğretisiyle, ….gerçekleşebilir ancak.”
Ufukta titreşen kalabalığın solgun parıltısı, uzak yıldızların buruk tozuması mıdır? Gözlerimi bu manzaradan kurtarıp, bozkırın ortasında tek dal mum ile gecesini geçiren, baba yadigarı piştovlu, tahta kapısının önünde sadık köpeklerin nefeslendiği eve çeviriyorum. Sabahı ören sessizliği bozan hırıltılı, katmerli nefesler ve ayazın tahta pencerelerden giren sinsi ürperişleri arasında bir çocuk uykuya dalıyor. Bu çocuğun gölgesini sıvasız duvarlara boyayan mumun cılız aydınlığı rahmanî mıdır?
Mumun ışığı sonsuzluğu kuşatabilecek kadar esrarlı ama bir nefes ile sönebilecek kadar da mağlup mudur hep? Gündüzleri bir serap, akşamları yorgun gözlerde tedirgin bir buğu mudur o?
Başı omzunun üstüne düşmüş, uykunun kuytu diyarlarında çoktan gezinmeye başlamış çağ yorgununun, bir telaş ile doğrulup, ufacık bir dokunuşu her yanı cehennem kılmaya muktedir bu ateş damlasını söndürmesinde mı gizlidir yaşamak hevesi?
Sanat tarihine biraz aşina olanlar bilirler… Petrus Van Schendel’in tablolarında mum ışığı ayrı bir yere sahiptir. Schendel kimi zaman mumla aydınlanan bir gece pazarındaki insanları, kimi zaman ise eşyanın mum ışığı ile aydınlanan ve gölgelerin bir ateş cümbüşü ardından görünen o mahzun yansımalarını resmeder. Ama biz Schendel’in tablolarında mum ışığını tablolara ait bir figür olarak görmeyiz. Artık karşımızdaki sahneleri aydınlatacak mum bizim elimizde ve o sahneleri aydınlık kılmak tasarrufu bizim bakışlarımızdadır sanki. Her bakışımızda değişen ve dönüşen gizli bir ışık gölge oyunu beklemektedir bizi.
Çünkü görünenin ardındaki başka bir biçimi, başka bir hareketi, başka bir yaşanmışlığı izhar eder mum ışığı. Bir mumun solarak sönmesi ölümü bu yüzden hatırlatır. O artık berrak bir aydınlık içinden izlediğimiz her şeyi, akşam ve gecenin içinde bir başka veçhesiyle bizlere sunduğu için onun solarak sönmesinde son nefese mutabık bir tavır bulunur. Mum, solarak sönünce geriye kalan her şey titrek gölgelerin gözlerimize bıraktığı anlık ve geçici yanılsamalardır yalnızca. Artık ne gölge vardır, ne eşyanın, ne de suretin loş ışık içinde yüzen ve insanı hiç bir zaman kesin bir hükmün çarpıcı hakikatiyle doyurmayan varlığı. Bir ışığın ansızın sönmesinden, bir anda çöken karanlıktan daha farklıdır bu. Yumuşak bir tükeniş, sessiz bir teslimiyettir. Varlığını hiç çırpınmadan karanlığa usulca teslim eder mum.
Gözleri şiddetli ışıklarla sızlatan suni aydınlık, kudretini bizzat tabiattan alan ateşe ve geceleri, -bir nevi gündüz kılması ile- saate karşı galiptir şimdi. Bu galibiyet, mumun teslimiyetinden alacağımız ilhamı her köşesi büsbütün aydınlık odalarda çoktan tüketmiş, bizi sonsuz bir zamanın avuntusuyla kandırmıştır. Artık istikbal muğlak, “aydınlık” ise mutlaktır.
Tarkovsky’nin Nostalghia filminde mumun sönmemesi için gayret eden karakter istikbalini berrak kılmaya namzettir. Ama günden güne eriyen bir bahtsız içinse bir mum gibi teslim olmak ve kendi tükenişiyle aydınlığı sürdürmek ise kıyıda köşede kalmış ve destanlaşma iddiasından uzak mütevazı bir kahramanlıkla, insanlığın dram ile süslenmiş istikbalini çepeçevre gözler önüne sermektir.
Bu yüzden genç yaşta çatı katında intihar eden ve İngiliz romantik şairlerinden William Blake gibi bir ismi oldukça etkilemiş şair Thomas Chatterton’ın Ön Raffaellocu ressam Henry Wallis tarafından 1856 yılında resmedilen ölümünde, ayakucundaki şamdanda sönmüş olan mum detayı bizi bu drama, bu tükenişe ve bu mütevazı kahramanlığa inandırır. Tıpkı ayakucundaki mum gibi Chatterton da günden güne ruhen erimiş ve genç yaşında destanlaşma iddiasından uzak, ama kahramanca, kıyıda köşede kalarak bir mum gibi günden güne tükenmiştir. Chatterton’ın ayak ucundaki sönmüş mum artık; Chatterton’ın, karanlık otel odalarında, derme çatma çatı katlarında, bozkırın ortasındaki kerpiç viranelerde ve şehirlerdeki devasa apartman dairelerinde tabiatın, ateşin ve saatin kaybıyla tükenenlerin kendisidir.