Oluş, varoluş ve zaman
Oluş hali varoluşa evrilirken, bireyin kristal bir avize gibi çalkalanan kırılgan omuzlarına emsalsiz bir külfet yükler. Fark etmez birey, zaman omuzlarında incecik bir merhem olarak onu bu külfetin zararlarından az da olsa korur çünkü. Zaman eski havanlarda dövülmüş bir merhemdir.
Yine de dünya serüveninin, yani idrâkin başlangıcıdır bu. Hazzın ve cezanın, iyinin ve kötünün, doğru ve yanlışın ihtiyar hayaletler gibi köşe başlarında bireyin omuzlarına ekleyiverdiği mesuliyetler, her adımda nihayeti daima yeni bir hayal kırıklığına ulaşan o mutlak yolda bireyin yoldaşı olur.
Kesin olan şey, birey oluş hâlindeki cesaretini yitirmiştir çoktan. Merhemin gittikçe tesirini kaybetmesiyle bireye gereken takat de artmaktadır bir yandan. Oysa her şeyin keşfine karşı ilkel ve bir hayli eski bir miras olan “dünyanın iç yüzünü keşfetme arzusu” yerini çetin bir mücadeleye bırakmıştır.
Modern çağda bireyin omuzlarındaki bu ontolojik külfet unutulmuş yahut unutturulmuştu. Belli başlı bir zümre dışında kimse -bir de toplu bir kıyım olmaktan başka bir şey ifade etmeyen şu meşhur ikinci cihan harbinden sonra- ontolojik bir çaresizliği mesele olarak zikretmek istemiyordu. Nitekim bir yanda manasızlığın hırkasını giyen fikir bedbahtları ile hedonist marjinaller arasında çalkalanan bir tutam umursamazlık, eğlence sektörünün, renkli ve erotik reklamların, hatta haz kapitalizminin boy vereceği kuru toprağa can suyu olarak dökülüvermişti birden. Gerisi malum…
Postmodern çağda ise bu ontolojik külfet yeniden hatırlanmıştır hatırlanmasına ama büsbütün inkâr edilmek için. Artık oluş ve varoluşun birer yanılsama olduğunun ve bireyin paket bir sistem içinde ezelî ve ebedî her merhaleden, her tesirden temizlenerek dizayn edilmiş bir şekilde ortaya konulması gerekliliğinin tartışıldığı bir inkâr ortamıdır postmodern çağ. Bireyden daha önemli şeyler olduğu, mesela bir teknolojik atılımın gerekliliğinin artık endüstriyel bir kutsiyetin amentüsü olduğu da unutulmamalıdır. Reklamlar, müzik klipleri, rağbet gören şeyler belli başlı kalıpların içinde ve bütünsel bir algıya içkindir. Varoluş bir problem olmaktan bilerek çıkarılmış, oluş ise bir masaldan ibaret, çocukluk tavrının bir gereği olarak sunulmuştur.
Artık oluş ve varoluş gibi insan ruhundaki gelişim merhaleleri inkâr edildiği gibi, imge de çok yönlülüğünü yitirmiştir. Sanatın -bizim anladığımız biçimiyle gerçek sanatın- rağbet görmemesinin, hatta meydanda olmamasının da sebebi budur aslında. Çünkü bugün ortaya -nadiren de olsa- sanat diye konulan ürünler oluş ve varoluşu irdelemekten ziyade spesifik olma iddiasıyla yalnızca maddenin tahakkümünü sorgulama eğilimindedir. Bu söylediğime bir misal olarak yıllar önce bir akşam vakti başıma gelen şu trajikomik olaydan bahsetmeliyim… Telefonuma düşen bir maili okumak için dostlarımla ettiğimiz sohbete ara veriyorum. Maili açınca bilmem hangi akademik mecradan gönderilmiş şu ifade ile karşılaşıyorum: “Çöp sanatı ile ilgileniyor musunuz?”
Bununla da sınırlı kalmıyor… Zygmunt Bauman’ın “Iskarta Hayatlar”da bahsettiği atık problemini akıllara getiren bir başka mesele daha karşıma çıkıyor. Bir TV’deki belgesel kanallarından birinde, atıkları birer sanat eserine dönüştüren bir sanatçıya rastlıyorum. Dönüşümün estetik hali adı altında, evlerden, fabrikalardan velhasıl türlü yerlerden çıkarılan atıkları yeniden, hani şu klişe tabirle “bizi, bize, bizimle” (her gün kurtulmak istediğimiz atıklarımızla) anlatan bir işle meşgul olmaktan oldukça mutlu hissediyor kendisini bu sanatçı. İmgenin kullanışına dair ne varsa, kullanılan araçlar, biçimler, ve teknikler de buna dahil; artık tek boyutlu ve dolaysız olarak insan ruhuna hitap eden manaları dışlayan bir anlayıştan ibaret. Bu yeni anlayış, dünyayı, globalleşmeyi, teknolojiyi, bugüne kadar aktarılarak gelmiş insanlığın ortak mirasından üstün tutmak gibi bir saplantıya mahkûm ayrıca.
Yalnızca bu da değil…
Belli ihtiyaçların karşısında varlığı elzem olan en eski meslekler dahi artık bu bütünselci paket sisteminin istediği şekle bürünmekte. Tıp gibi. Artık doktor çoktur ama eğer şanslıysanız bir hekime rastlayabilirsiniz. Bir hastaneye yolunuz düştüğünde muhakkak sağlık endüstrisine ait cihazlardan birine uğramak zorundasınızdır. Psikoloji alanında belirlenmiş antidepresanlardan başka çare yoktur. İnsan ruhunun kuytularına ışık tutan psikanaliz bile zorla iflas ettirilmiştir adeta. Psikanalizin söyleyeceği sözün yerini klinik danışmanların iç rahatlatıcı telkinleri almış ve para ile satılan diplomaların duvarlara itinayla asılmasıyla, psikolojik tahlillerini ve postmodern çağa uyum sağlama yollarını o kısacık reels videolarında bir çırpıda sunan insanlar ile yeni bir reklam ve kazanç yolu açılmıştır. Bir çoğunun oluş ve varoluştan haberi yoktur elbette. Bilge bir tavır takınarak plasebo etkisiyle bir anlık lokal rahatlamalar ve umutlar uyandırmak kâfidir onlar için.
Yine zanaat ürünleri, folklorik ve turizme ait birer incelik olmaktan öteye gidemezler artık. Tek boyutlu bir insan ideali gibi onlar da fabrikasyona yenik düşmüşlerdir. Bir zanaat ürününün henüz yapılırken kendisinde meydana gelen noksanlık, sembolik olarak oluş ve varoluş gibi insana dair merhalelerle, insana dair kusurlarla bağdaştırılırken (misal olarak ney enstürmanının yapılırken kimi zaman çatlamasına, zarar görmesine rağmen yine de noksansız gibi kullanılmaya uygun bulunması ve gelenekte insan ile özdeşleştirilmesi) bu mesele postmodern çağda ancak alaycı bir tebessüm ve yapmacık bir minnetle karşılanırarak turizmin her sezonunda insan emeğine saygı odaklı bir tutuma, affedilebilecek çocuksu bir zaiyata dönüşmüştür. Turistik bir beldeden alınmış el dokuması bir halıda bulunan küçük bir hata, onun el emeği olduğunu gösterecek bir işaretten başka bir şey değildir artık.
Postmodern çağ, belli başlı bir tutumdan çok, gelip geçici anlık reflekslerin önemsendiği ve hatta kimi zaman uyum sağlamak için bu reflekslerin gerekli olduğu bir çağ. Kimse uzun uzun insan üzerine düşünmek istemiyor ve hatta tıpkı oluş ve varoluşun inkârı gibi insanın üzerine düşünülmesi gereken bir varlık olduğu da reddediliyor. Bilim, insana dair araştırmalarını henüz büsbütün askıya almasa da, sadece hastalıkların ve yaşam dizgelerinin çerçevelediği bir sahada maharetini gösteriyor. Bazı yüksek perdeden duyulan itirazlar olsa da, bazı şeylerin çoktan aşılıp geçildiğine dair aşkınlık süsü verilmiş bir örtünün ardında saklanıyor bilim.
İnsan özneden ziyade bir nesne olarak, -toplum değil- topluluğun içinde tamamıyla kaybolmaya mecbur bırakılıyor. Çünkü çıkış yolunun bir tek bu karanlığın içinde ancak ve ancak beraber yürümekle bulunabileceğine dair garip bir avuntuya sarılmaktan başka bir şey gelmiyor elden. Cephe savaşları, toplu kıyımlar, ölenin kim olduğuna göre düzeyi ayarlanan sesler, tüm bunlara karşı her gün sosyal medyada bir yenisi daha çıkan onlarca akım,
insanların mutlak varlık sebebinin yerini alıyor. Akımlar, mecburi ayak uydurmalar ve öykünmelerle gittikçe daha da çözülmez bir sorunun içinde yuvarlanıyor insanlık.
Pek doğal olarak bu manzara karşısında oluş ve varoluş düşünülemez. Çünkü değil dünyanın iç yüzünü keşfetmekten insanî bir gelişim aşaması olarak vazgeçilmesinin irdelenmesi, insana dünyayı dahi unutturan mutantan bir sürat içinde tüm hakikatleri inkâr etmenin en basit çözüm olduğu varsayılıyor. Postmodern çağ görmezlikten gelinmesi gereken hakikatlerin sahte bir çoğunluk göstergesi altında bile isteye saklandığı bir çağ çünkü. Denklem basit: Problem yoksa, çözüm zahmetine gerek de yoktur.
Ya da çözüm mutlaka gerekliyse dahi onun en basit yollarına başvurulmalıdır. Mesela insanlığın şimdilerde gözünü diktiği hedef, acısız ve lüks bir şekilde hayatına son verme eğiliminin normalleşmesidir… İnsanlık dini yasakların ve topluma karşı mahcubiyetin ötesine bir adım atmaya hazırlanıyor. İmgesel değil üstelik, bizzat kendi varlığını yok edebilme hürriyeti gibi somut bir olumsuzlama ile. İntihar kapsülü üreten bir firmanın İsviçre’de onay aldığını öğreniyorum. Artık isteyenler bir kapsülün içine girerek, az sonra salınacak zehirli bir gazla hayatına son verme lüksüne sahip olabilecekler böylece. İntiharın istatiksel yönü hakkında epey kalın bir kitap yazmış Durkheim’ın, en az yazdığı kitap kadar geniş bir başka kitap daha yazabileceği bir dünyaya doğru gidiyoruz. Bu kez sadece intihar değil, onun yeni yeni oluşan kapitalizmi de yazılabilir artık. Cioran’ın ise “bizi yaşatan şeyin istediğimiz zaman kendimizi öldürme fikri olduğuna dair” yaptığı müthiş tespit, toplumun kaçış yollarında bu kapsüle koşacakların oluşturduğu kaosa kulak asmadan ağır aksak yürüyecek olanların dudaklarındaki ince ve alaycı tebessümlerle onaylanacak görünüşe göre.
Anlaşılan, eski havanlarda dövülmüş bir merhem olan zaman omuzlarımızda tükendi çoktan. Külfetimiz her adımda ağırlaşarak kendisini daha çetin sızılarla fark ettiriyor. İnsanlığın her şeyin iç yüzünü keşfetmeye can attığı “oluş”un, meraksız, kuru bir “varoluş”a, varoluşun ise geçmişteki nihilistlerinkinden bile daha şiddetli ve gerçek bir hiçliğe, tıpkı devasa dijital panolar gibi renkli birer yığına dönüştüğünü görmüyoruz. Ama vakti geldiğinde bunu bir kez daha göreceğimize ve pişman olacağımıza dair inancım var.
Bir ihtimal yeniden birey olup da, mutlak ve ezelî hayal kırıklıklarımızı fark edebilirsek tabi.