tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Selimcan Yelseli

Sanat Tarihçi/Yazar

Sanat, imge ve hayatın gizli şuuru

26.06.2022
A+
A-

Bu deneme ilk haliyle Selimcan Yelseli’nin “Çizgiden Öte” adlı kitabında “İçimizdeki Kayıp İlanı” adıyla yer almış ve daha sonra yazar tarafından gerçektarih.com.tr için yeniden kaleme alınmıştır.

***

Sanat mevzubahis olduğunda şu tabire hepimiz bir yerlerden aşinayızdır: “Bizi bize, bizimle anlatan…” Sanatı gerekli kılan, insanı merkeze alan ve yaratıcılık kabiliyetini birkaç sarih çizgiyle aktaran müthiş bir tespittir bu. Ama bunun yanında sanat, sadece klimalı salonlarda sergilenen bir kaç numuneden ibaret değildir. Gündelik hayatta imgesel olarak defalarca kendisini var eder o. “Bizi bize, bizimle sorgulatmayı başaran” sanat ve imgeler tüm nadideliği ile gündelik hayatın içinde biraz da teferruat olarak var olur. Gündelik hayattaki tezatların içinde gelişen sessiz bir imge bazen galerilerde bin türlü emek ile ortaya konulmuş sanat eserlerinden daha çok şey anlatır. İlham, tasavvur, fikir ve ustalık değildir bu. Bu, imgeyi kendi kabuğundan sıyırıp, tüm çıplaklığıyla son derece saf ve dolaysız bir şekilde tezatların ortasına koyduğundan habersiz, sadece kaybolan yakınını arayan çaresiz bir şuurdur ve bu şuurun amacı ne imgesellik ne de sanattır…

Misal mi? Bir yaz akşamı, şehrin en işlek caddesinin kaldırımında yürüyorum. Otobüs duraklarının, simitçilerin, işportacıların ve insanların arasından süzülüyorum. Aniden birkaç adım arkamda kalan yüksek mobese direğinin çelik gövdesinde gördüğüm şey dikkatimi çekiyor.  Direkte, sekiz köşe tabelanın üzerindeki kırmızı fona beyaz renkte ciddi fontlarla yazılmış “DUR” ihtarının altında, tam da insanların baş hizasına göre yapıştırılmış bir kayıp ilanı mıydı o? Yanlış mı gördüm diye hayretle geriye dönüyorum… İki fotoğraf ve tam tamına on üç satır bilgiden müteşekkil bir kayıp ilanıyla karşılaşıyorum. İnsanlar malum caddenin kaldırımından gelip geçiyor, esrik kahkahalar, birbiri ardınca sarf edilen kelimeler, asık suratlar ve işgüzar bakışlarla binlerce insan; bu kayıp ilanının yapıştırıldığı mobese direğinin yanından bir bir geçiyor… Manzara, toplum nizamı adına malum caddeye gözünü dikmiş kameralar ve geçip giden insanlar ve otomobillerden ibaret.

Bu insanların her biri bir gün kaybolabilir, bulunabilir, var olabilir, yok olabilir yahut hiç var olmamış olmayı temenni edebilir… Hiç şaşılmayacak bir şeydir bu. Şehirleri, caddeleri ve varlıklarıyla mana kattıkları evleri hiç doldurmamak istemiş olabilir insanlar. Yitip gitmenin, izsiz, kayıtsız ve umursamaz olmanın karşı konulamaz ayartısıdır bu. Her insanın içinde bir yerlerde bir var olmama hasreti gizlidir. Tıpkı Erich Fromm’unda bahsettiği, mutlak takdire tam tekmil bir teslimiyetle, bir “kaçış yetkesi” olarak boyun eğme güdüsünün karşı konulması zor arzusu gibi. Varlığın bir sualden ziyade bir mesele gibi de olsa filizlenmediği şuurların içinde dahi bu hasretin hüviyetsiz kırıntıları bulunabilir.  Teslimiyet ve farkındalığın arasındaki çetin gerilimdir bu. İnsan bu çetin gerilimin ve umduklarının gölgesinde yaşar. Bulunmanın ve kaybolmanın, bulmanın yahut kaybetmenin bir kıl kadar ince sınırlarında gezinir. Apaçık ortada olsa dahi kaybolmuştur kimi zaman ve kimi zaman kaybolsa da bulunmuş ve bilinmiştir. İnsanın hayatı bu gerilim üzerine tesis edilmiştir.

Bu ilan suret ve siretlerimizin içinde gizlenmiş, aslında bakmasını bilen herkesçe rahatlıkla okunabilen, yalnız hayatlarımızın kenarından tıpkı malum caddeden geçenler gibi geçenlere kendisini vermeyen kayboluşlarımızın kısacık ilanları gibi… Görme Biçimleri adlı meşhur eserinde; “…o anı yaşamak, duyarlı bir levha olmak… zamanımızdan önce olan her şeyi unutarak gördüklerimizin imgesini yansıtmak…” diyor John Berger. Her birimiz duyarlı bir levhayız belki. Belki de gördüklerimizin imgesini sürekli yansıtmaya kendimizi mecbur hissettiğimiz bilişsel birer mekanizma… Yahut yıpranmış bir kayıp ilanında kaybolan ile kaybeden arasında hiç kimsenin bilmediği, erişemediği, çözemediği bir his ortaklığına ve gerilime varmaya cesaret edecek kadar gözü kara birer maceraperest. “DUR” ihtarının kesinliği ve kayboluşun ayartısı arasında bir sarkaç misali gidip gelen mütereddit şuurlarız. Bizde kaybolan, bizde bulunan, kaybettiğimiz, bulduğumuz, kaybolduğumuz, bulunduğumuz kayıp ilanlarıyız. Hakikat bu!

Gündelik hayatta şehirler, imge ve göz yanılsamalarının arasında körelen idrakler ve uyaranların her daim kapitalizmin demir çarklarından parıltısını devşiren reklamlarından geçilmiyor artık. Bakışların boş ve uyarılmayı bekleyen ve kimi zaman bir tabiat ürpertisini özleyen iştahına bir piyasa ürünü, bir ucuzluk ilanı gelip kuruluyor. Bir kayıp ilanı ise bu piyasa ürünlerinin, ucuzluk fırsatlarının arasında nostaljik bir acı olarak son derece ironik bir şekilde, çepeçevre her yeri görmeye muktedir bir mobese direğinin gövdesindeki “DUR” ihtarının altında yer alıyor yalnızca.

İmge ile gerçekliğin kriminal bir problem, insani bir acı, bir belirsizlik karşısındaki devinimi; ışıklı reklam panolarına, göz alıcı ve cezbedici ucuzluk fırsatlarına karşı cılız, ama son derece manalı bir şekilde, ilk bakışta rastgele görünen ama aslında son derece gizli bir şuurun eseri olarak böyle ortaya çıkıyor. İmge, her şeyin görülmesi ve bilinmesi ile kayboluşun arasındaki tezatı, bu gizli şuurun, bu madde ve mana arasındaki ilişkinin karşısında böyle var ediyor.

Hiç şüphesiz bu kayıp ilanı herhangi bir sokak lambasının direğine, bir duvara, bir otomobil camına, bir otobüs durağına asılsaydı mobese direğindeki “DUR” ihtarının altına asıldığı kadar ironik bir mana taşımazdı kendisinde. Kaideleri sorgulatacak, ironiyi gözümüzün önüne böyle cesur bir hamle ile serecek bir imgeye dönüşmezdi o.

Bazen sanat ve imge gündelik hayatta bir “ruzname” işi olarak tâbi olduğumuz mevcudiyetin içinde kendiliğinden doğuyor. Bu benim için sanat ve imge kudretinin insanın soyut idraki ile ilişkili olduğunun yegane kanıtı olmaya kâfi. Bir akşam vakti etrafa atılacak dikkatli bir bakışla, nice rikkat dolu sahneyi, imgeyi, eseri fark edeceğiz kim bilir? Nice çaresiz, korkulu, yılgın şuurun bilmeden, hiç bir ustalık marifetine muhtaç olmadan ortaya koyduğu çarpıcı ve ilk bakışta sıradan görünen eserleriyle karşılaşacağız.

Şu teşhisi yapmakta bir beis görmüyorum:

Hayatın sırlı şuuru, çaresizliğimizi, yılgınlığımızı kendi esrarına ortak kılan ve her çehresi, her teferruatıyla, gündelik hayatın içinde zaman gibi sessizce akarak ifadesini bulan müthiş bir sanat eseridir.

Bakmasını bilene elbette!

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.