Sanat kuramı
“Kuram” ya da “teori” kelimesi, belli bir şekilde düzenlenmiş sistemli bir bilgiyi, bir bilime temel olacak şekilde açıklayan kurallar bütünü olarak ifade ediliyor. Türk Dil Kurumuna göre kuram kelimesinin anlamı çeşitlilik göstermektedir. Kuram, uygulama alanlarından bağımsız bir şekilde ele alınan soyut bir bilgidir. Belirli bir konu hakkındaki görüşlerin ve düşüncelerin bütünüdür. Aynı zamanda kuram, sistemli bir biçimde pek çok olayı açıklayan ve bir bilime temel olan yasalar bütünü olarak da ifade edilmektedir. Kuantum, görelilik ve evrim kuramı gibi birçok alanın teorisi-kuramı söz konusudur. Doğrulanmış gözlemler bütünü ya da deneylerle gerçekleşen sonuç diye de ifade edilebilir.
İnsanlığın varlığını, yaşamış olduğu iklim, doğa, coğrafi ve fiziki şartlardan oluşturdukları asli ihtiyaçların zorlayıcı üretimlerinden anlıyoruz. Anadolu iklimi, fiziki şartları, coğrafi yapısı ve yerleşim geleneği itibariyle el sanatlarında son derece zengindir. Yüzyıllar boyu bu büyük coğrafya sayısız uygarlıklara, insan topluluklarına ev sahipliği yapmış ve büyük kültür, sanat zenginliğine sahip olmuştur. Toplumların inançları, yaşayış biçimleri, ahlak ve adalet anlayışları ve sanat ocakları kültürel mirası gösterir. Bu nedenledir ki her ülkenin kendine has kültürel zenginliği, o topluluğun yaşayış biçimleriyle, kullandıkları dillerine ve dil üzerinden ürettikleri şiir, sanat, edebiyat ve bedii güzelliklerin hayatlarını süslediği görülmektedir. El sanatları, toplumun doğal hayatının bir gereği olarak gelişmiş, ihtiyaçların karşılanması, giderilmesi hususunda yükselme göstermiştir.
Toplumlar, geleneklerini, göreneklerini, çevrelerinde var olan çiçeklerden, böceklerden, ağaçlardan ve inançlarından aldıklarıyla işlemeye başlamışlar böylelikle hem inançlarını, hem yaşayışlarını ve hem de kültürel birikimlerini gösteren belgelere dönüşmüştür. Bir toplumun birikimine, tarihine dair en büyük miras, el sanatları alanında üretilmiş olan halılar, kilimler, heybeler, mutfak ve zirai aletlerde üretilmiş olanlardır. Aslında insan hayatının ev içi, dışı, giyim ve kuşamı da dâhil olmak üzere bütün hayatını ilgilendiren alanlarda da sanat kendi varlığını göstermiştir. Toplumların sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik yapısını da gösteren el sanatları, halk kültürüyle birlikte yol alır. Yüzyıllar öncesinden bir toplumun, milletin, uygarlığın genel durumunu el sanatlarından öğrenebilirsiniz.
Zaman zaman sanat, zanaat, el sanatları, plastik sanatlar ya da genel itibariyle bedii sanatlar (güzel sanatlar) şeklinde ifadelerle günümüz dünyasında ifade edilmektedir. Bu bize gelişen ve değişen dünyada sanatın bütün alanlarıyla insani bir ihtiyaç haline dönüştüğü görülmektedir. Sanat diye tanımlanan bir eserin-ürünün, birçok açıdan değerlendirilerek böylesi bir unvanı hak ettiğini de söylemek icap eder. Öyleyse kısa dokunuşlarla tanımlama yapmak konuyu daha da anlaşılır kılmaktadır.
Sanat: Genel ifadeyle hayal gücünün oluşturduğu, gözlem ve deneyimlerle gelişerek estetik unsurları içinde barındıran esere denir. Şiir, gibi, aşk gibi, tasavvuf gibi kelimeleri tanımlamak oldukça güçtür ve her sanatkâr, ilim, irfan sahipleri kendince tanımlama imkânı bulsa da yeterli olmadığı tanımlardan da anlaşılır. Bedii olanı görme, seçme, güzel olanı fark etme, beğenme, haz alma, sevinç ve öfke, mutlu ve mutsuz, huzurlu ya da huzursuz olma durumlarının eserde tezahürüne de sanat deniliyor. Sanatı icra edenle, heyecan duyanların ortak buluşma alanları, söylemleri olarak da bakılmaktadır. Birçok felsefeci sanatı, şiiri, estetiği, varlık ve yokluk konusunu gündeme almış, bunlarsız hayatın bereketsiz olacağına dair sözler söylemişler, sanatsız olunamayacağına vurgu yapmışlardır. Yaratma sıfatı Tekvin sıfatıdır. Yoktan var etme yalnızca her şeyi yaratana aittir.
Enam suresi, 14. ayette şöyle ifade ediliyor: “De ki: Göklerin ve yerin yaratıcısı olan, beslediği halde beslenmeye ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı dost edineceğim.” De ki: “Bana, (Allah’a) teslim olanların ilki olmam emredildi ve sakın Allah’a ortak koşanlardan olma (denildi).”
Saffat suresi, 96.ayette ise: “Oysa Allah sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır” . Tekvin (yoktan var etme) sıfatı yalnızca Allaha aittir. Dolayısıyla sanatkârların ürettikleri, hangi sanat alnında üretilen ne türden bir eser olursa olsun insanın yaptığı şeyleri önceden yaratan Allah’tır. Dolayısıyla insan haddini aşmamalı ve yaratıcı rolü oynamamalıdır. Kendi acizliğini, yaratılmış olduğunu ve yaptıklarının da ona bir ikram olarak önceden yaratılmış olanın bir lütuf olarak verildiğini unutmamalıdır
Zanaat: El işi ve el becerisiyle günlük ihtiyaçların giderilebilmesi için oluşturulan, özel kabiliyet ve eğitimle elde edilebilen meslek diye ifade edilebilir. Üretim faaliyeti, kabiliyet ve çaba karşısında elde edilen ürünlerin çeşitle şekiller ve biçimlerde ortaya konulduğunu, bunun zaman içerişinde gelişerek tekâmülleştiğini de söyleyebiliriz. Çıraklıktan, kalfalık ve ustalığa doğru yollarla gelişen-değişen el işlerinden, kıymetli sanat eserlerinin de çıktığını belirtmek icap ediyor. Ustalık, verilmiş olan emeğin zaman içerisinde elde edilmiş olan unvana deniliyor. Bu nedenledir ki el sanatları, el işleri, emekle elde edilen ürünler, yüzyıllar boyu gelişme göstermiş ve bugünlere ulaşırken sanayi devriminin, teknolojinin gelişmesini de sağlamıştır.
Türk Dil Kurumu’nun (TDK) sözlüğünde zanaat; “el ustalığı isteyen işler” olarak tanımlanıyor. Sanatın TDK sözlükteki karşılığı ise; “bir duygu, tasarı, güzellik vb.nin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılıktır.” Yine sözlükte ilk tanımın dışında ise: “insanların maddeye dayanan gereksinimlerini karşılamak için yapılan, öğrenimle birlikte deneyim, beceri ve ustalık gerektiren iş, sınaat” diye ifade ediliyor. Anlaşılan odur ki zanaat; insanların, toplumların, cemiyetin, ailenin ihtiyaçlarının karşılanmasından yola çıkılmış, kuşaktan kuşağa el verilmek suretiyle yüzyılları geride bırakmış, insan emeğiyle-alın teriyle oluşturulmuş, kıymeti ölçülemeyen sanat ve ihtiyaç eserleridir. Bu yol, kuşkusuz ustadan çırağa ve kalfalığa doğru uzanan bir eğitimi de ifade eder. El sanatlarından günümüze ulaşmış hala devam eden sanatlarımızdan; camcılık, nakkaşlık, ahşap işçiliği, halıcılık, kilimcilik, nakış, taş işçiliği, telkâri, tesbihcilik, şekerlemeler, lokum üretimi ve çeşitleri, helvacılık, keçecilik, kalaycılık, bakırcılık gibi birçok alanda hala üretimi sürmektedir. Nalbantlık, keçe ve kalay gibi sanatlar nadirde olsa devam etmektedir. Sanayi devrimiyle birlikte teknoloji, sanat âlemini seri üretimlerle altüst etmiştir. Elbette teknoloji hayatı kolaylaştırmakla birlikte insan emeğini, üretimini, tekâmülünü zafiyete uğratmıştır. İsmet Özel’in “Üç Mesele” eseri bu meseleye ciddi açılımlarla eleştiriler getirmiştir. Nalbantlığın yerini oto tamirciliği aldı denilmiş olsa yanlışlık yapılmış olmaz.
“Merak ve hayret felsefeyi doğurdu” diyor Aristoteles. Bahsettiğimiz konuların hemen hemen tamamı felsefeciler tarafından gündeme alınmış konulardır. İnsanoğlu yaratılıştan meraklı, araştıran, heves eden, şüphelenen ve hayret eden bir varlık olarak işin peşini bırakmaz, araştırır ve mutlaka bir sonuca ulaşmak ister. Thomas Hobbes bu konuya şöyle bakıyor; “Gördüğü olayların sebeplerini araştırma insanoğlunun doğasına özgüdür. Bazıları daha çok araştırır, bazıları daha az ama herkes kendi iyi ya da kötü kaderinin sebeplerini araştıracak kadar meraklıdır.” İnsanın hamurunda var olan bu duygu insan kabiliyetinin sınırsızlığına ulaştırır bizleri. Bedii sanatların gelişmesi de, böylesi bir merakla ulaşılan noktalardaki hayreti doğurur.
Burada karşımıza şüphe çıkar ki, felsefenin temel noktası sorgudur. Bitmek bilmeyen sorular içinde sorularla şüphe insana istikamet vermez. Kıvrandırır durur. Kördüğüm halinde gidiş ve dönüşlerle bir çıkış yolu bulmak ister. Çıkış yolunu tam bulduğunda yeniden başa dönerek yeni soruları sormaya başlar. Kör kuyulardan yine kör kuyulara doğru yollara sevk eder. Oysa bizim hem felsefeye, hem de sanata bakışımız; insanın ruhi, gönül ve akıl bakımından yaratılışın sırlarını keşifle teslimiyete ulaşmasıdır ki; Kindi’nin, İmam-ı Gazali’nin, Farabi’nin Yunan-Batı felsefecilerinden ayrılan yönüdür. İslam dünyasının ilk felsefecisi Kindi olduğu ifade edilir. Kindi; “Felsefe, insanın kendini tanıması” olduğunu söyler. 12. Yüzyıldan Yunus Emre “İlim ilim bilmektir /İlim kendin bilmektir” diyerek aynı şeyi söylemeyi sürdürmüş, kişilerin kedilerini idrak meselesini gündemine almıştır. “Felsefeye, sanatların sanatı ve hikmetlerin hikmeti”, “İnsanın gücü yettiği ölçüde külli-ebedi şeylerin hakikatlerini, mahiyetlerini ve sebeplerini bilme” meselesi olarak bakarız. Tam da burada Ralp Waldo Emerson; “Tanrı her zihne, kişinin gerçeklik ile rahat bir yaşam arasında kendi tercihini yapması için bir imkân sunar. Bunlardan hangisini seçeceği insana kalmış bir şeydir. Ama o, ikisini birden asla seçemez” diye aynı noktaya eriştiğini görürüz. Aynı zamanda hayrı, aynı zamanda şerri tercih edemez insan. İkisinden birini tercihle yoluna devam eder. Ya inanır ve iman edersiniz ya da inanmazsınız. Hepsi bu kadardır. Cemil Meriç şöyle sesleniyor; “Bir iflasın ifadesidir Avrupalılaşma, bir inkâr çılgınlığı, bir intihar kararıdır”. Bu fasıl bizleri farklı alanlara götüreceğinden konuyu bir başka sefere bırakıyoruz.
Konuyu çok fazla dağıtmadan sanat düşüncemize giren iki kelime batıdan gelip yerleşti; Mimessis ve Katharsiz. Bu iki kelimeyi ilk defa Aristo kullandı. Sanat eserlerinde var olan unsurlar olarak ifade edildi. Doğanın taklit edilmesine Mimesis deniliyor. Ressam olarak manzaradan, fotoğraflardan ya da hayal gücümüzle çizdiğimiz resimlere de aynı ifade kullanılıyor. Sanat felsefesi, resim, şiir, belagat, müzik, güzellik, aşk, tiyatro ve heykel gibi alanlarda estetik bakış üzerinden belli kurallar çerçevesinde ele alıp inceleyen disiplin olarak görülüyor. Katharsis ise; şimdilerde daha çok sinema dilinde kullanılıyor. Okuduğumuz bir romanda, hikâyede, izlediğimiz bir filimde, tiyatroda kendimize yakın bulduğumuz karakterle özdeşleşmek anlamındadır. Her iki kelime üzerinde rahmetli Cemil Meriç eserlerinde yeterince durmuştur. Platon’un Devlet’inde sanatın işlevi üzerinde ayrıntılı olarak durduğu unutulmamalıdır. “Sanatı taklit olarak görmez” sanatı üreten ustaların “matematik ve geometriden fazlasıyla yararlandıklarını” söyler. Bizim hendese, simya ilmi ve estetiğe bakışımızda da matematik ve geometri yani hesap ve kitap önem arz eder.
Bir ressamın tek tablosu üzerinden analiz yapmak, ressamı yeterince ifade etmese de bir bakış açısı oluşturur. Tam ressamı tanımlamasa da bir estetik yargıya okuyucuyu ulaştırır. Estetik yargı, haz gibi hususlar kişilerden kişilere değişir. Aslında ele aldığımız sanat kuramı konusuna biraz açıklık getirmek için sanat felsefesi konusuna da kısaca değinmiş olduk.
Sanat ve Zanaat arasındaki birkaç farktan bahsetmekte yarar görmekteyim. Uzun yıllardır resim sanatıyla uğraştığım, kendimi bildim bileli şiirle, edebiyatla yoğunluğum sürdüğü için belli farkları yaşayarak gördüğümden bir değerlendirme olsun arzu ediyorum. Herhangi bir esere yoğunlaştığımızda asla neden ve niçin böylesi bir resim diye düşünmeksizin resme odaklanmış olduğumuzdan hesabi bir durum asla aklımızdan geçmez. Çok para kazandıracak bir resim yapayım diye resme oturamayız. Bu asla kabul edilemez olsa da, kapitalizme tutsak olanlar, parayı baş tacı yapanlar ne var ki bu usulün dışındadır ve onların yaptıkları hiçbir eser yarına dair bir şey söylemez-söyleyemez. Zanaatla meşgul olanlar, ürettiklerinden mutlaka para kazanmayı hedefe koyar. Üretme nedeni para kazanmak içindir. Ressam ise sadece resim yapmayı ve bir gün şaheserine ulaşmayı hedefe koyar. Tıpkı Necip Fazılın ifadesiyle anlam kazanır;
“Kaçır beni âheng, al beni birlik!
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şâirlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta!”
Sanatta eserin eşsiz olmasına özen gösterilirken zanaatta seri üretim gibi birbirine benzeyen eserler ortaya konulur. Sanat bir yetenek işidir. Zanaat ise çıraklıktan kalfalığa ve ustalığa doğru bir yol vardır. Sanat eserinde mutlaka estetik ön plandadır. Zanaatın ise böyle bir estetik duruma ihtiyacı yoktur. Her ikisinde de ortak malzemeler kullanılabilirse de ortaya konulan eserin biri sanat değeri açısından ölçülemez, diğerinin ise bir ederi vardır. Heykeltıraşların, marangozların, taş ustalarının durumu böyledir. Aynı malzemeden farklı eserler ortaysa koyarlar. Mutlaka bir beceri, kabiliyet gereklidir. Her iki alanda da usta elden çıkan eserler mutlaka fark edilir. Sanat ve zanaat arasındaki birbirine benzeşen ve ayrılan birkaç hususu deneyimlerimize dayanarak ifade ettik. Yüzyıllar boyu insanlık âlemi, hangi şartlar altında, hangi toplum bireyi ya da dili, dini, rengi ne olursa olsun, hayatını devam ettirebilmek için şartları zorlamış, mevsimlerin durumlarına, hayatı kolaylaştırıcı, problemleri çözücü ve ihtiyaçları giderici yolları arayıp bulmuşlardır. El sanatlarının bu denli hayatın içinde, bireyin, ailenin veya toplumun zihnine, aklına, gönlüne, ruhuna ve ihtiyacına yönelik geliştirdiklerini biliyoruz. Zaman içerisinde estetik anlamlar, zevke, muhabbete, aşka, mutluluğa yönelik yönelişlerle dekoratif unsurların anlam ve zenginlik kazandığını da ifade etmekte yarar vardır.
Elbette sanayileşme öncesi toplumların toprakla, doğayla, bağ ve bahçeyle meşguliyetleri, avlanma zorunlulukları, çoğaldıkça ürünün artırılmasına yönelik çabalar ve bilumum ihtiyaçlar, icatların kapılarını aralamıştır. İcat kuşkusuz ilk insanla birlikte var olan insanlık gerçeğidir. Çünkü Kuranı Kerimde Bakara suresi 31. ayette “Ve (Allah) Âdem’e bütün isimleri öğretti” denilmektedir. Allah (cc.), Âdem ve Havva’yla insanlığa, yeryüzünün, gökyüzünün ve kâinatın yaratılış sırrından bahsediyor. İnsanoğlu kendi haline bırakılmamış Âdem (as)’la birlikte ihtiyaca göre peygamber ve onlara vahiyler göndermek suretiyle doğru yolda-kendi yolunda olunmasını istemiştir.
Ruhlar âleminde verilen sözün yerine getirilmesini arzu ettiğinden Nebiler ve Resuller gönderilmiştir. Hz. Âdem (as)’a gönderilen sahifelerle vahiy başlamış ve son peygamber Hz. Muhammet (as) Efendimize gönderilen Kuranla son bulmuştur. Hikmet sahibi olan Allah’tır çünkü o Hakimdir. Peygamberlere gönderilen vahiyler-kitaplar-sayfalar; geldiği toplumun dili üzerine gönderilmiştir. Tevrat İbranice, İncil Aramice ve Kuran-ı Kerim Arapçadır. Aslında bu ara notların sebebi “Âdeme bütün isimleri öğrettik” emrinin açılması ve anlaşılması içindir. Demek oluyor ki ilk insan Âdem (as), bir takım bilgilerle ve yaşadıkları dönemin dünyasında ne kadar insani ihtiyaçlar varsa hepsinin isimleri öğretilmiştir. Bilgisiz değillerdir. Âdem bildiklerini Havva validemize ve çocuklarına öğretmiştir. Dolayısıyla üretim dediğimiz, icat dediğimiz, el sanatları dediğimin unsurun o günlerden bu gülere sürüp geldiğini bizlere söylemektedir.
Geleneğin takibi elden ele, dilden dile ve gönülden gönüle taşınıyor-aktarılıyor olmasıdır. İmalat, kullanım alanlarına göre şekilleniyor. Meslek sahibi olabilmek için sabır gerekiyor. Çıraklık gerektiriyor. Dini, dili, kökeni, coğrafi durumu hem mekânların oluşmasına, hem dini vecibelerin öğrenilip yerine getirilecek mahallerin açılmasını sağlamıştır. Toprağın işlenmesi, ahşap ve tahta işleri alanı genişleterek malzemelerin yollarını açmıştır. Dericilik, giyim ve kuşam, sergi gibi hususiyetlere yönlendirmiştir.
Keçe kaftan, kışlık kıyafetlerin, soğuktan korunmanın yollarını öğretmiştir. Dil, yazıyı, vahyi okumayı, öğrenmenin yollarını, ilmi, tekniği, irfan ve hikmetin yollarını açmış böylelikle, kalemin, kâğıdın icadını sağlamış, kitaplar oluşmuş ve mücellitlik gerçekleşmiştir. Zaruretler tedbir almayı, problemleri çözmeyi öğretmiştir. Madencilik, taş ve alçı işlerini doğurmuş, evler, binalar, ibadethaneler yapılmıştır. Taşlardan, tahtalardan kaplar, taslar yapılmış demir icat edilmiş, işlenmiş ardından da cam işçiliğinin yolu açılmıştır. Kesici aletler taşlardan demire dönülürken boynuzlardan bıçak saplarına, gerdanlıklara, bilekliklere, tesbihlere, silah kabzalarına ve taraklara doğru alanlar genişlemiştir. Keçecilikten yün ve kıl eğirmeye evirilmiş, çufallıklar bulunarak dokumalar elde edilmiş, derken iplik ve iğneye ihtiyaç duyulduğunda yol kendiliğinden iğne ve iplikle nelerin yapılabileceğini öğretmiştir. İnsan aklı, tefekkür ettiğinde nice açılmaz kapıların açıldığına, açılacağına işaret eder. Doğada bulunan, yetişen her şey insanın bir ihtiyacını görebilecek vaziyette yaratılmıştır. Otlardan yastık, sazlıklardan sepetler, hasırlar yapılmış, küllerden geçilerek sabuna ulaşılmıştır. Derken çanaklar, çömlekler, pişmiş tuğlalar elde edilmiştir. Asli ihtiyaçlar giderildikçe ustalığın verdiği ilhamla sanat eserleri ortaya konulmaya başlanılmıştır. Marangozluk, beşikçilik, bastonculuk, oymacılık, sandıkçılık, sedefçilik, kaşıkçılık, dülgerlik, işlemecilik, nalbantlık, semercilik, köşkerlik, kunduracılık, bakırcılık, kalaycılık, bıçakçılık, gümüşçülük, kuyumculuk gibi alanlarla el sanatları eşsiz eserlerin kapılarını açmış, zengin bir dünyanın sarmalına girilmiştir. Bilinir ki insan hayatı ve dünya geçicidir. Akıllı insanlar kalıcı olana hazırlık yaparlar.
Örneğin kündekari sanat alanında dikkatlerimizi çeker. Kâğıtçılık geliştikçe yazı ve resim alanında çalışmalar artar. Hattatlık, tezhipçilik, nakkaşlık, aharcılık, ebruculuk ve minyatür gibi ince işçilik gerektirecek el sanatlarındaki harika estetik işçiliğinin şaheserleri üretilir. İplik işleri geliştikçe dokumacılık, halıcılık, işlemecilik, oyacılık, kilimcilik, örgücülük, örücülük, nakışlı çul dokumacılığı, tentenecilik, tül yapımı, yazmacılık, yorgancılık ve hallaçlık gibi ustaların yetişmesine el sanatları hizmet etmiştir. Konunun mütemmimi anlamında bütün bu ayrıntıların bir araya geldiği ve topraktan topluma ve devlete yolculukta ilmin, irfanın bizlere ne çok şey öğrettiğine kulak verelim.
Büyük coğrafyamız ve medeniyetimizin önemli ilim, irfan ve hikmet sahiplerinden Farabi’nin başından geçen bir olayı, el sanatları bağlamında, TDV İslam Ansiklopedisinde Mahmut Kaya şöyle naklediyor; “Fârâbî ilk defa Seyfüddevle’nin sarayına hayatı boyunca giyindiği Türk kıyafetiyle girer. Emîr kendisine oturmasını söyleyince filozof, “Benim yerime mi, senin yerine mi?” diye sorar. Emîrin ondan kendisine lâyık olan yere oturmasını istemesi üzerine filozof orada bulunan topluluğu yararak geçip Seyfüddevle’nin yanına oturur; bununla da yetinmeyerek onu sıkıştırıp oturduğu yerden kaydırır. Bunun üzerine emîr önde gelen devlet büyüklerine, sadece kendi aralarında kullandıkları bir dille Fârâbî’ye bazı şeyler soracağını belirtir ve cevap veremezse edebe aykırı davranan bu ihtiyarı dışarı atmalarını emreder. Konuşulanları anlayan Fârâbî aynı dille emîre sabretmesini, işin sonunun önemli olduğunu söyler. Seyfüddevle hayretle, “Sen bu dili biliyor musun?” deyince filozof, “Ben yetmişten fazla dil bilirim” karşılığını verir. Ardından o mecliste bulunan âlimler çeşitli konularda onunla tartışmaya girerler.
Fârâbî hepsine baskın çıkınca susup onu dinlemeye, sonra da defterlerini çıkarıp not almaya başlarlar. Meclis dağıldıktan sonra filozofla baş başa kalan Seyfüddevle’nin isteği üzerine musiki topluluğu bazı parçalar çalar, fakat Fârâbî, hiçbirini beğenmez ve yaptıkları hataları söyler; yanında taşıdığı tablayı açarak ona düzen verdikten sonra neşeli bir parça çalar ve orada bulunan herkesi güldürüp eğlendirir.
Ardından çalgı aletini bir başka şekilde düzenleyerek hüzünlü bir parça çalar ve herkesi ağlatır. Nihayet yeni bir düzen verdiği aletle ağır bir parça çalınca nöbetçilere varıncaya kadar herkes uykuya dalar. Bu sırada Fârâbî de çıkıp gider (İbn Hallikân, V, 155-156) Aynı kaynak kanun denen sazı ilk defa Fârâbî’nin icat ettiğini söyler. Ünlü bir mûsikişinas olmakla birlikte Fârâbî’nin burada anlatılan efsanevî olayla bir ilgisinin olmaması gerekir. Aslında aynı olay, filozofun yaşadığı dönemde kaleme alınan (334/945 civarı) İhvân-ı Safâ Risâleleri’nde de geçmektedir (I, 196). Ancak orada olayın kahramanından söz edilmezken burada rol Fârâbî’ye verilmiştir.
Menkıbede yer alan filozofun yetmiş dil bildiği hususuna gelince, şüphesiz bu telakki onun çok dil bildiği anlamında mecazi bir ifadedir ve abartılmış da olsa bir gerçeği vurgulamaktadır. Zira filozofun Kitâbü’l-Hurûf, el-Elfâzü’l-müsta’mele fi’l-mantık ve el-Mûsîka’l-kebîr adlı eserlerinde bazen Arapça bir kelime veya terimin Grekçe, Süryânîce, Farsça ve Soğdca’daki karşılıklarını verdiğine bakılırsa onun ana dilinden başka beş, altı dili az veya çok bildiğini kabul etmek gerekir.
Öte yandan Fârâbî’nin Grekçe “sofist” kelimesinin etimolojisini yanlış vermesinden (İhşâ’ü’l-’ulûm, s. 65) onun bu dili bilmediği sonucu çıkarılamaz. Zira Arapça’ ya aktarılan Helenistik kültür ürünlerinde bu tür hatalara rastlanması olağan sayılmaktadır; dolayısıyla bu durum önceki bir yanlış yorumdan kaynaklanmış olabilir”. Son söz şairin olsun vesselam;
Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur
İç içe mimari, iç içe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!
RECEP GARİP
Gerçek Tarih Aralık 2022 sayısında yayınlanmıştır.