Sözün direnişi ve toplum bilincinin inşası
İnsan, sadece düşünen bir varlık değil; düşündüğünü ifade etme, inancını paylaşma ve hakikatin tanıklığını başkalarıyla buluşturma yönelimiyle var olur. Bu eğilim, yalnızca zihni bir süreç olarak kalmaz; kişinin iç dünyasında taşıdığı anlamın dışa doğru yansıması haline gelir. Söz, yalnızca bir ses değil; insanın özüyle, vicdanıyla ve düşüncesiyle yoğrulmuş bir biçimdir. İnsan, bu yönüyle diğer varlıklardan ayrılır. İçinde taşıdığı hakikati dışa vurma arzusu, yalnızca ferdî bir hak değil, aynı zamanda toplumun ihtiyaç duyduğu bir katkıdır. Söz, çevreye yön verir, anlam katar ve ortak bir bilinç inşa eder.
Kur’an’da insanın “konuşan” olarak tanımlanması ve “isimlerin öğretilmesi” vurgusu, sözün yaratılışın merkezinde bir değer olduğunu gösterir. Bu yaklaşım, insanı sadece düşünen bir varlık olarak değil; diğer varlıklarla ve toplumla ilişkisini söz aracılığıyla kuran bir özne olarak tanımlar. Kur’an’ın öğrettiği anlayışa göre, ifade biçimi, ilahi hikmetle uyum içinde olmalıdır. Bu da sözün yalnızca şahsi bir çıkış değil; kökü yaratılışta bulunan, sorumlulukla yüklü bir hak olduğunu ortaya koyar. Bu anlamda ifade hakkı, bir özgürlük bölgesi ya da siyasi bir talep olarak değil; insanın varlık nedeniyle bütünleşmiş bir zorunluluk olarak anlaşılır.
İfade etmek, insanın iç dünyasında doğan düşünce, inanç ve değerleri dış dünyayla paylaşma çabasıdır. Fakat bu eylem, yalnızca şahsi bir anlatım alanı değildir. Aynı zamanda toplumun uyanışına, ortak vicdanın ses bulmasına ve adaletin yerleşmesine yönelik bir görevdir. İnsan, kendini ifade ederken yalnızca hususi kimliğini ortaya koymaz; aynı zamanda yanlışlara karşı durur, hakikatin tarafında bir duruş sergiler. Bu yönüyle ifade hakkı, bir itiraz biçimidir. Sessizliğe karşı bir ses, karanlığa karşı bir ışıktır.
Tarih boyunca hakikati dile getirmek için gönderilen elçiler, sözün bu dönüştürücü gücünü en zor şartlarda bile kullanmaktan geri durmamışlardır. Onların söyledikleri yalnızca istisnai çağrılar değil; halkların vicdanında yankı bulan, sosyal yapıyı sarsan ve yeniden inşa eden ifadelerdir. Bu sözler, insanları doğruya çağıran bir yöneliştir. Söz aracılığıyla ortaya konulan hakikat, bir halkın kurtuluşu ya da bir toplumun vicdanının uyanışı olabilir. Bu yüzden, elçilerin dili yalnızca uyarı değil; ilahi bir sesin toplumda yankılanmasıdır.
Nebi Musa (as)’ın Firavun’a karşı söylediği “İsrailoğulları’nı benimle gönder” sözü, sadece bir halkın özgürlük talebini dile getirmez. Aynı zamanda insanın ifade hakkının, baskı karşısında ilahi bir onayla ortaya çıkabileceğini gösterir. O, halkını yalnızca fizikî esaretten kurtarmayı amaçlamaz; aynı zamanda onları zihni ve içtimaî boyutta da özgürleştirmeye çalışır. Onun bu çabası, yalnızca bir başkaldırı değil; adaletin yeniden kurulması için bir uyanıştır. İfade hakkı burada bir söz değil; bir bilinç inşası ve kolektif bir hareket olarak karşımıza çıkar.
Tur Dağı’ndaki sözler, sıradan birer öğüt olmaktan uzaktır. Bu ifadeler, halkın vicdanına seslenir, birlik ve adaletin güçlendirici yönünü öne çıkarır. O, bu sözlerle yalnızca liderlik etmez; aynı zamanda hakka çağırır, doğruya işaret eder. Bu sözlerin etkisi, yalnızca kendi zamanlarıyla sınırlı kalmaz; nesiller boyunca süren bir etkileyicilik taşır. Bu bağlamda ifade etmek, yalnızca özel bir alan değil; toplumla kurulan derin ve sorumlu bir ilişkidir.
Günümüzde de ifade hakkı, bireyin yalnızca kendini anlatma çabası değildir. Bu hak, aynı zamanda toplumun huzuru ve adalet düzeni için gerekli bir araçtır. Kişiler kendilerini ifade ettikçe hem kendi varlıklarını tanımlar hem de toplumun ortak iyiliğine katkı sunar. Bu süreç, özgür düşüncenin doğmasına ve toplum vicdanının güçlenmesine zemin hazırlar. Böylece ifade hakkı, yalnızca ferdî bir alan değil; barışın ve adaletin temelini oluşturan bir sorumluluk biçimi haline gelir.
Hakikati dillendiren her söz, yalnızca bir ses titreşimi değil; insanın vicdanından süzülerek gelen, toplumu dönüştürme gücüne sahip bir çağrıdır. Bu yüzden elçilerin söz hakkı, tarih boyunca baskı rejimlerinin en büyük korkularından biri olmuştur. Çünkü söz, sisteme dair çürümüşlükleri açığa çıkarır. Söz, kör edilmek istenen vicdanları uyandırır. Söz, yalnızca hakikati beyan etmek değil; aynı zamanda zulmün karşısında durmak, adaletsizliğe karşı bilinç inşa etmektir.
Bu çağrı, kimi zaman bir haykırış gibi görünse de, çoğu zaman sabırla taşınan ağır bir yük şeklinde tezahür eder. Elçiler, yalnızca mesaj iletmekle kalmazlar; onların sözleri, topluma yön veren, vicdanı harekete geçiren ve adaletin yerleşmesini hedefleyen bir direniş biçimidir. Bu yüzden zalim düzenler, sözü tehlikeli bulurlar. Çünkü hakikati taşıyan söz, kitleleri harekete geçirebilir, statükoyu sarsabilir. Söz, yerinde ve bilinçli kullanıldığında, halkların uykusunu bölen bir çan sesi gibi işler; düşünmeyi, sorgulamayı ve direnç göstermeyi doğurur.
Kur’an’da geçen, “Rabbinin yoluna bilgelikle ve güzel öğütle çağır” (Nahl Suresi / 125.ayet) ifadesi, söze yüklenen ilahi sorumluluğu açıkça ortaya koyar. Bu öğreti, sözün yalnızca bir iletişim biçimi olmadığını, bilakis insanı iyiliğe ve hakikate yönlendiren güçlü bir araç olduğunu bildirir. Bu güç, şekilsiz bir serbestlik değil; içeriği ve yöntemiyle beraber taşıdığı sorumlulukla anlam kazanır. Bu nedenle ifade hakkı, yalnızca istisnai bir ayrıcalık olarak değil; toplumun ortak geleceği için kullanılan bir emanet olarak düşünülmelidir. Sözcüklerin değeri, taşıdığı anlamın arkasındaki sabırdan, doğruluktan ve feragatten doğar.
İfade hakkı, sadece hususi bir anlatım alanı değil; toplum yapısının adaletle buluşmasını sağlayan temel taşıdır. İnsan, kendi başına var olabilen bir canlı değil; ilişkiler ağı içinde anlam bulan bir varlıktır. Bu nedenle bir fikri dillendirmek, yalnızca kişinin iç dünyasını açığa vurmak değil; aynı zamanda toplumla birlikte doğruyu inşa etme çabasıdır. Düşünceyi dışa vurma hakkı, ancak toplumla temas ettiğinde tam anlamına ulaşır. Toplumda karşılığı olan bir söz, özel bir hak olmaktan çıkıp ortak bir sorumluluğa dönüşür.
Topluca bir araya gelme, danışma ve birlikte hareket etme de insanın doğasında bulunan haklardan biridir. Yalnızca ifade etmek yetmez; bu sözlerin kolektif bir bilinçle buluşması gerekir. İnsanın sosyal yanının tezahürü olan bu hak, ortak aklın ve vicdanın oluşmasında temel bir rol oynar. Tarihten verilen örnekler, bu gerçeği açıkça gösterir. Mesela bir grup insanın zalim bir yönetime karşı ortak bir inanç etrafında kenetlenip mağaraya sığınması, yalnızca fizikî bir kaçış değildir. Bu, zulüm ortamında özgürlüğün ve inancın korunması adına atılan kolektif bir adımdır.
Burada söz konusu olan sadece ferdî bir kurtuluş değil; toplumun ortak değerlerini yaşatma, diriltme ve yeniden kurma çabasıdır. O gençlerin mağarada kurdukları bilinç, sadece kendilerini korumaya dönük değil; toplumun kaybolan vicdanını diriltme niyeti taşır. Özgürlük, yalnızca bireyin iç huzuru değil; toplumun da onurudur. O nedenle ifade etmek ve topluca bir duruş sergilemek, yalnızca hak değil, aynı zamanda tarihi ve ahlaki bir sorumluluktur.
Günümüzde de ifade özgürlüğü, yalnızca bireyin sesini duyurması değil; içtimaî huzurun, adaletin ve hakikatin sağlanması için gerekli olan temel bir hak olarak görülmelidir. Düşünceyi açıklamak, kimlik oluşturmanın ötesinde, toplumu birlikte inşa etmenin temelidir. Bu nedenle ifade hakkı, yalnızca istisnai bir alan değil; aynı zamanda birlikte yaşamanın, adaleti inşa etmenin ve barışı tesis etmenin ön koşuludur.