tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Sultan Abdülhamid’den Başvekil Menderes’e yakın tarihin serencamı

11.08.2022
A+
A-

L.P. Hartley 1953 tarihli romanı The Go-Between’de geçen “Geçmiş yabancı bir ülkedir: orada işleri farklı yapıyorlar” (The past is a foreign country: they do things differently there) cümlesiyle pek üzerinde durmadığımız ışıltılı bir gerçeğe parmak basar. Zira tarihi önümüzde apaçık duran, okunaklı yazıyla yazılmış bir kitap zannederiz, oysa tarihi öğrenmek yabancı bir ülkeyi keşfetmekten farksızdır. Sanılır ki tarihte okuduğumuz olaylar besbellidir. Okulda öğrendiklerimizden şüphe edilemez.

Bunun feci bir yanılsama olduğunu öğrenmek tarih yolcusunun kaderidir: Demir parmaklıkların arasından sızanlar altımızdaki toprağı kaydıracak cinsten seri bir sarsıntıya yol açar.

Uzun söze ne hacet, bundan iki asır kadar önce doğmuş bulunan İngiliz tarihçi Henry Thomas Buckle (1821-62) meseleye mimi koymuş çoktan: “Tarih çizilecek bir tablo değil, çözülecek bir problemdir.”

Örnek de vermeli ki açılsın algı kapıları.

Birçok kaynakta Millî Mücadele’nin başlangıcı kabul edilen Erzurum Kongresi’nin resmî tutanakları 1993 yılına kadar yayımlanamamıştır. Bu utanç verici bir skandaldır. Rahmetli Dr. Fahrettin Kırzıoğlu yayımlayıncaya kadar Erzurum Kongresi’nde konuşulanların, bizzat Mustafa Kemal Paşa’nınkiler dâhil (kongreyi açış nutku mesela) sansürlenerek ve eksik gedik yayınlandığını ne yazık ki bilmiyorduk.[1]  

Diğer yandan 7 Temmuz 2008 tarihli darbe planını hatırlayın… Geçmişe baktığımızda tam 100 yıl önce, 7 Temmuz 1908’de Makedonya’da Sultan Abdülhamid’in isyanı bastırmak üzere gönderdiği Mareşal (Müşir) Şemsi Paşa, Atıf (Kamçıl) adlı bir Jön Türk fedaisi, daha doğrusu katili tarafından Manastır Postahanesi’nin merdivenlerinde rovelverle vurulmuştu. Bir başka deyişle Jöntürk İhtilali’nin başladığı tarihtir 7 Temmuz 1908. Birileri bu tarihi unutmayıp kodlamış kafasında ve aynı tarihte yeni bir darbe girişimi planlamış görünüyor.

“Sü (asker) uyur, düşman uyumaz” demiş atalarımız. Biz unutabiliriz bazı tarihî şifreleri ama bazı karanlık mihraklar unutmuyor sevgili dostlar. Darbecilerin kafalarındaki koordinatların merkezinde Sultan Abdülhamid Han var çünkü. Bugün dahi hedefe Sultan Abdülhamid oturtulmuyor mu? Oyun bir vakitler Sultanın şahsı etrafında dönüyordu, bugün de… Değişen bir şey yok yani: Onun devamı olduğunu gördükleri günümüzdeki siyasetçiler etrafında dönüyor.

Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın üstlendiği 27 Nisan 2007 e-bildirisini hatırlayın… O gece 23.30 civarında verilmişti. Oturdum, düşündüm; acaba bu tarih neyin yıldönümüdür diye. Sonuçta 27 Nisan 1909, yani Sultan II. Abdülhamid Han’ın tahttan indirildiği tarih çıktı.

Mesaj açıkça şuydu: Biz (kim olduklarını biliyoruz artık) 1909’da sizin çok sevip saydığınız Sultanı tahttan indirmeyi bildiğimiz gibi şimdi de seçtiğiniz Cumhurbaşkanını indirmeyi pekâlâ biliriz…

“Trimetrik zekâ”

Üstad Necip Fazıl Kısakürek “Ulu Hakan Abdülhamid Han” adlı 16 yaşımdan beri benim zihnî şekillenişimde bir dönüm noktası teşkil etmiş olan geniş hacimli kitabının son cümlesinde ne diyordu: “Abdülhamid’i anlamak, her şeyi anlamak olacaktır.” İşte bu altı kelimelik kısacık cümlede nice çözülmesi gereken sır gizli olduğunu aradan geçen on yıllarda daha derinden anlayacaktım.

Ben Sultan Abdülhamid Han’a muhteşem ‘İstanbul Fatihimiz’in maneviyetinden özür dileyerek “İkinci Fatih” demek istiyorum. Belki haddimi aşıyorum bunu söylemekle ama anlatmak istediğim ince bir mesele var da ondan.

Fatih Sultan Mehmed dış dünyayı Akdeniz’den Bosna’ya, Trabzon’dan Kırım’a, İtalya’dan Midilli’ye kadar fethe çıktığında arkasında sırtını dayayabileceği sağlam bir zemin mevcuttu. Fütuhat şimşeklerini çaktırırken o kirlenmemiş zemine dayanıyordu. Lakin Abdülhamid Han zamanında o zemin balçığa dönmüş, çürümüştü; hem dışarıdan, hem de içeriden eşzamanlı baskılar, sıkıştırmalar, taarruzlar, tecavüzler ve gevşemelerin biri bitip öbürü başlıyordu. Oysa “Osmanlı” adlı bu kadim tekne hem su üstünde kalıp ilerlemesine devam edecek, hem bu bir kıyıya yanaşmadan su üstünde tamir ve tahkim edilecekti. Takdir edersiniz ki kurşundan ağırdı bu vazife. Altına gireni çökertecek kadar ağır bir külfetti.

Bütün bunların farkında olarak 1876 Ağustosunun son günü tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, 1880’lerin başında eğitim meselesini halletmek üzere yola koyulacaktı. Yeni bir finansman modeli geliştirdi. Bugün aşinası olduğumuz ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite şeklindeki zinciri ilk olarak onun zamanında tesis edildi. Ondan önce gerçi geleneksel usulde mahalle mektepleri vardı ama doğru dürüst modern ilkokul (mekteb-i ibtidaî) mevcut değildi. Sivil ve askeri ortaokullar (rüşdiyeler) açılmıştı gerçi, fakat lise (idadi) parmakla sayılacak kadar azdı.

Ve üniversite… Darülfünun-i Osmanî, Sultan Abdülaziz devrinde iki kere açılıyor ama alt yapısı iyice oluşturulmadan açıldığı için verim alınamadan kapanıyordu.

Bu arada belirtelim ki, Sultan Abdülhamid zamanında açılan okulların sayısının toplamda 5,000’i geçtiği ilmî olarak ortaya konulmuş bulunuyor.[2] Klaus Kreiser ve Christoph Neumann Küçük Türkiye Tarihi adlı eserlerinde bu sayıyı “yaklaşık 10,000 resmî okul oluşturuldu” şeklinde revize etmiştir.[3]

İşte Sultan Abdülhamid bu ağır aksak dönen Tanzimat’ın eğitim çarkının eksik dişlerini yerine oturttu, ona yeni bir istikamet verdi ve bugün hala geçerliliğini muhafaza eden klasik eğitim çarkımızı kurmuş oldu.

Cemil Meriç’in Bir Facianın Hikâyesi adlı pek az bilinen bir kitabında diplomat Sedat Zeki’den naklen söylediği gibi Sultan’a “trimetrik zekâ” deyişimizin altında bu müthiş düzenleme yeteneği yatıyordu:

Abdülhamid’in ayırıcı vasfı trimetrik (düzenleyici) olmaktır, kombinezonlara bayılır, kesin çözümlemelerden hoşlanmaz. Hiçbir bağlılığı önceden reddetmez, sönmez bir kin tutuşturmak istemez. Şiarı: korksunlar ama nefret etmesinler. Bir kelimeyle faydacı ve şüpheci. Ne var ki, bu vasıflarının altında hakşinas ve âdil bir hükümdar saklıdır.[4]

Öte yandan demiryolları projemizin kökleri de Osmanlı’ya dayanır. Sultan Abdülmecid devrinden itibaren başlayan bu teknolojik hamlede ana gaye, Osmanlı vatanını demir ağlarla örmekti. Bu bir Osmanlı vatanını bütünleştirme idealiydi. İşin garibi, en çok demiryolu da vatana çivi çakmadığı, ülkeyi batırdığı iftirası atılan Sultan Abdülhamid döneminde yapılmış veya yaptırılmıştır.

Yalan tarihlerimize bakarsanız hiç utanıp sıkılmadan “Onun zamanında memleket karanlığa boğuldu, devlet battı, bitti, ekonomi mahvoldu, Anadolu’ya tek bir çivi bile çakılmadı” diye yazar. Hâlbuki 10 bin kilometreden fazla demiryolu hattı (Suriye, Ürdün, Filistin, Suudi Arabistan ve Irak dahil bir kısmı Lozan’la sınırlarımızın dışında kaldı) bizzat onun devrinde döşenmiş, hatta dünya Müslümanlarından iane yoluyla toplanan paralarla finanse edilen Hicaz Demiryolu, Cumhuriyet devrindeki Türk demiryolculuğunun tecrübeli insan kaynağını oluşturmuştu.

Telefonun olmadığı ve mektupla zar zor haberleşilen Sultan Abdülmecid çağında telgrafın gelişinin ışınlanmaktan farkı yoktu. Bu aynı zamanda “idarî merkezileşme”yi de sağlayacak iktidarla ilgili alanı genişletecek bir hamleydi. Modern devletin olmazsa olmaz şartlarından biriydi. Erik Jan Zürcher’in deyişiyle söylersek,

Gerçekten de Tanzimat ıslahatlarının ana teması olan idarî merkezileşme, ancak Abdülhamit döneminde İmparatorluk’taki haberleşme araçlarındaki çarpıcı gelişme sayesinde gerçekleştirilebilmişti. Bu araçların en önemlisi telgraftı. İstanbul’u Avrupa sistemine bağlayan telgraf hatları, Kırım Savaşı sırasında döşenmişti. Ondan sonra telgraf ağı hızla yayılmış ve Abdülhamit döneminde her taşra kentine ulaşmış, böylece merkezî hükümete ilk kez taşradaki memurlarıyla haberleşme ve onları denetleme olanağını sağlamıştı. Ortaya usta bir telgrafçı ordusu çıkmıştı.[5]

Daha öteye gitmeye gerek yok: Ankara bile başkent oluşunu Sultanımıza borçludur: Anadolu’ya Sultan Abdülhamid zamanında döşenen demiryolu ağı sayesinde Ankara merkezî bir şehir hüviyeti kazanabilmiş, İstiklal Savaşı sırasında bu özelliği sayesinde millî hareketin karargâhı haline gelmiş, nihayet Cumhuriyet devrinde yine bu özelliği sayesindedir ki, başkent yapılabilmiştir.

Masonik darbe ve sonrası

1870’lerdeyiz… Sultan Abdülaziz’in tahttaki son yıllarında.

Sultan Abdülaziz Han geleneksel hükümdarların klasik müsrif tavrına ortak olmasına rağmen muhakkak ki imanlı ve vatansever bir padişahtı. Ülkesi aleyhine düzenlenen komploları elinden geldiğince engellemeye gayret ediyor, bir süredir Avrupa’dan esen rüzgârların keyfine bırakılmış su alan geminin dümenine geçmek istiyordu.

1872 senesinde bir ilk yaşandı: Veliaht Şehzade Murad’ın (Sultan Abdülmecid’in oğlu olan Şehzade Abdülhamid’in iki yaş büyük kardeşiydi) Mason locasına giriş (tekris) töreni Kadıköy Kurbağalıdere’de düzenlendi. Sultan Abdülhamid’in Nureddin ve Kemaleddin adlı kendisinden küçük diğer iki kardeşi de Mason yapılacaktı bilahare. Bunlar, Osmanlı tahtının geleceği hakkında yeni bir projenin tasarlanıp hazırlandığını gösteriyordu.

Neticede 1876 askerî darbesiyle Sultan Abdülaziz borçlarını ödeyemeyeceğini (moratoryum) ilan etmesinden bir yıl sonra tahttan indirildi. Birkaç gün sonra Fer’iyye Sarayı’ndaki odasında bilek damarları kesilmiş halde bir kan gölünün ortasında ölü bulundu. “İntihar etti” diye geçer sahte tarihlerde ama apaçık bir cinayettir. Ve dört yıl önce Mason yapılmış bulunan yeğeni Şehzade Murad “Sultan V. Murad” adıyla tahta oturtulur.

Lakin büyük umutlarla tahta geçirilen Sultan V. Murad, amcası Abdülaziz’in feci ölümünün yemek başında haber verilmesiyle birlikte sofraya kusar, cinnet geçirir, hal fetvasında geçtiği üzere “aklı muhtell olur.” Bir daha da düzelemez. Son yıllarını ailesi ve hizmetçileriyle beraber Çırağan Sarayı’nda yalnız geçirir. Velhasıl pimini çektikleri bomba, darbecilerin ellerinde patlamıştır.

İyi de şimdi ne olacaktır?

İlginçtir, Abdülaziz Han’ın ağabeyi olan Sultan Abdülmecid’in tarihe kötü sıfatlarla geçmiş olan diğer üç oğlu Mason değildir. Bunlar sırasıyla:

1- Abdülhamid Han “Kızıl Sultan” olarak,

2- Sultan Reşad “Pısırık Padişah” olarak,

3- Sultan Vahdettin “Vatan Haini” olarak tarihlere geçmiştir.

Öte yandan Avrupa mahfillerinde Mason padişah V. Murad hakkında “Ne aydın bir padişahtı, sanatkâr ruhluydu, çok yazık oldu, Avrupa ve Osmanlı Devleti için büyük bir şanstı”, diye hem ağıtlar, hem de methiyeler düzüldüğünü görürüz.

“Görünmeden görünmek”

Kabul edelim ki, Sultan Abdülhamid Han kendisini çok iyi gizleyebilen, kamufle edebilen ilginç bir kişiliğe sahipti. Selim Deringil’in saltanat yıllarındaki imaj stratejisi için kullandığı “görünmeden görünmek” yeklindeki harika tespitini hayatının tamamına yaymakta bir beis yoktur.

Çıldırması üzerine Sultan V. Murad balonu ellerinde patlayan darbeciler karar verme (decision-maker) sistemi tıkanınca teamül gereği sıradaki Şehzade olan Abdülhamid’e başvuracaktı. Darbeciler kendisine görüşmeler sırasında “Osmanlı tahtı bizden sorulur” mesajını açıktan verdiler. “Öyle mi, öyle,” diyor Veliahd Abdülhamid. “Ne istiyorsunuz peki?” diye soruyor. “Meşrutiyet istiyoruz,” diyorlar. “Tamam,” diyor, “Başımın üstünde yeri var Meşrutiyetin,” diye cevaplandırıyor. Ardından kendisine bir şartname sunuyorlar. ‘Ancak şu şu şartlarla padişahlık edecekseniz sizi tahta oturturuz, bunlara uymazsanız tahttan inmeyi (feragati) kabul edeceksiniz’, diye felç edici bir şartı da dayatıyorlar. Hatta bu sırada darbecilerin kendisine “Sultan Murad’ın akıl sağlığı yerine gelirse tahttan inmeyi kabul ediyorum,” mealinde bir senet dahi imzalattıkları söylenir. Darbecilere bakarsanız bu senedi Sultan Abdülhamid daha sonra ele geçirtip imha ettirmiştir.

Dayatılan şartları o sırada mecburen kabul edecek olan Veliahd Abdülhamid 1876 Ağustos’unda tahta oturur oturmasına ama bahara eren kurdun kışın yediği ayazı unutmadığı gibi aldığı bu tehdidi de hiç unutmaz. Ardından henüz devletin dizginlerini ele geçiremeden o korkunç 93 Harbi’nin (1877-78 Türk-Rus Harbinin) başında bulur kendisini. Girilmesini asla istemediği bir savaştır bu. Darbeci kliğin zorlamasıyla girilmiştir. Engel olamamıştı. Ağır bir yenilgi ve büyük bir toprak kaybı yaşanır. Bu felaketten sonra devletin ayakta kalması bile büyük iştir. Bu zor işi “trimetrik zekâsı” sayesinde başarır. Ama yapılacak daha çok iş vardır. Derken kollarını sıvar ve darbecileri birer ikişer tasfiye eder, yargılatır, sürer… yani 30 yıllık “Kurtlarla Dans” asıl işte o zaman başlar.

Dr. Orhan Koloğlu’nun “Avrupa’nın Kıskacında Abdülhamid” adlı ilginç araştırmasında geçtiği üzere İngilizler zamanın büyükelçisi eliyle haber yollayıp alenen tehdit etmiştir Sultanı. Dediklerimizi yapmazsa amcası Abdülaziz’in ve ağabeyi Murad’ın başına gelenler bir kere daha tekrarlanabilir, diyorlardı mealen.

“Üzerinde güneş batmayan imparatorluk,” diye nam salan İngiltere onun zamanında da Osmanlı Devleti’ni eskisi gibi keyfince yönetebileceğini zannediyordu. Sultan II. Abdülhamid ise “Bizim bizden başka dostumuz yok, kendimizden başka kimseye güvenemeyiz,” diyor ve çalışmalarını bu ilkeye göre yönlendiriyordu.

“Son savletinle vur ki”

Askeriyeyi Prusya ekolüne göre yeniden yapılandırdı (ünlü Golç Paşa başlangıçta Almanya’dan bunun için gelmişti Türkiye’ye). İngiliz Amirali Sir Henry Woods ve Amerikalı Bucknam Paşalar da denizciliği geliştirmek ve eğitimi düzenlemek maksadıyla davet edilmişti. Sultan birbiri ardınca okullar, hastaneler, enstitüler açar: Darülaceze, Bakteriyoloji Enstitüsü, demiryolları, telgraf hatları, Arkeoloji Müzesi, Sanayi-i Nefise Mektebi, annesi ölmüş süt çocukları için açılan Dâru’l-Irza vs.

1890’larda tam teşekküllü bir çocuk hastanesi açar İstanbul’da. Saraydayken Hatice Sultan adındaki kızı teşhis edilemeyen bir hastalıktan vefat edince “Ben koskoca bir padişahken ve  emrimde bunca hâzık hekim varken kızım sebebi bilinmeyen bir hastalıktan ölüyorsa milletin çocukları kim bilir neler çekiyordur?” diye düşünüyor ve Hazine-i Hassa’dan, yani masrafları şahsi hazinesinden ödenmek şartıyla tam teşekküllü bir çocuk hastanesi yaptırıyor. Adı Hamidiye Etfal Hastanesidir, yani İttihatçıların ismini kazımak için değiştirdiği şekliyle Şişli Etfal Hastanesi.[6]

Tam burada bir parantez açalım:

Dünyada üçüncü çocuk hastanesi, ortasında saat kulesi: Alt katta çocuğun dünyasına hitap edecek şekilde zevkle tasarlanmış bir çocuk mescidi, üzerinde kule gibi gördüğümüz minaresi ve şerefesi; üst katta saat, dünyevi zamanı gösteriyor ve en tepede meteoroloji istasyonu. Yani onun vizyonunda din ve dünya birbirinden ayrılmıyor. Mehmet Akif’ in Asım’ın Nesli’nde dile getirdiği:

 Allah’a dayan, say’e sarıl, hikmete râm ol.

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol

felsefesinin yıllar öncesinden, taşa, mermere bürünmüş halidir bu. Sultan Abdülhamid’in “Dinle birlikte modernleşme” hareketinin çarpıcı misallerinden yalnızca bir tanesi başka bir deyişle.

Tam bu noktaya dikkatinizi çekmek isterim: “Dinle birlikte modernleşme” dedik. Hamlelerinin temeline dini oturtuyordu Sultan ve “Bizi yükselten dinimize karşı duyduğumuz büyük aşktır,” diyordu.

Nitekim matbaada basılan Kur’an-ı Kerim’in tozu için ayrı gider yolu yaptırırken de, Hicaz demiryolu projesini gerçekleştirirken de, en fazla ehemmiyet verdiği eğitim kurumlarını tesis ederken de, Nebi aşığı Sultan, elektriği kendi sarayından önce Peygamberimizin (sav) mescidine bağlatırken de, velhasıl hemen hayatın her alanında bu yüce mefkûre ile hareket ediyordu.

Gerçekleşmesi nasip olmayan projelerinden, camilerin gölgesinde kıtalar arası seyahati gerçekleştirecek köprüde yani muhayyilesinde dahi yalnız bu esas vardır. İşte bu diriltici esastı belki de asıl düşman oklarını üzerine çeken paratoner.

“Denizciliğe düşmandı,” diyorlardı değil mi onun için? Oysa ilk iki denizaltımızı hem de şahsi parasıyla, yani Hazine-i Hassa kasasından yaptıran Sultan Abdülhamid Han’dır. Üstelik dünyanın gördüğü ikinci ve üçüncü denizaltılarıdır yaptırdıkları. Biri babasının, diğeri kendisinin isimlerini taşıyordu: Abdülmecid ve Abdülhamid.

Ağızlara sakız edilen “Gemileri Haliç’te çürütmüştü,” sözü bir İttihatçı propagandasından ibaretti. Amiral Woods Paşa bile hatıralarında bunu yalanlar. Osmanlı Bahriye Nezareti’nin kasasında Sultan Abdülaziz’den devralınan ahşap gövdeli savaş gemilerinin yıllık boya ve kalafat işlemleri için ayrılacak para dahi mevcut değildir. Sultanınki ihmal veya kendisini tahttan indirecekler diye deniz kuvvetlerine düşmanlık şeklinde çocukça gerekçelerle açıklanamaz.

DEVAMI GERÇEK TARİH AĞUSTOS 2022 SAYISINDA


Dipnotlar:

[1] M. Fahrettin Kırzıoğlu, Bütünüyle Erzurum Kongresi, Ankara, 1993, Kültür Ofset Ltd. Şirketi.

[2] Bayram Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1980.

[3] Klaus Kreiser ve Christoph K. Neumann, Küçük Türkiye Tarihi, Çeviren: Yunus Emre Gürbüz, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s. 272.

[4] Cemil Meriç, Bir Facianın Hikâyesi, Umran Yayınları, Ankara, 1981.

[5] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çeviren: Yasemin Saner Gönen, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 117-118.

[6]  Şişli Etfal Hastanesi yakınlarda asıl ismine geri döndü çok şükür. Darısı, İttihatçılarca Mesudiye yapılan Ordu’nun Hamidiye ilçesinin başına diyelim.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

  1. Gunes Ecer dedi ki:

    Su makalede de, Mustafa Kemal’in 1907’de Selanik’teki Lodge Veritas isimli Mason locasina kayit edildigi gosterilmis.
    Resminin altinda olan kunyeyi bulabilirsiniz.
    Kunyesinde, liderligi donemi boyunca etrafini Masonlarla cevirmisti deniliyor.
    Asagiya koydugum Ingilizce Kunyesinde ayrica “En yuksek rutbeli 7 subayin 6’isi Masondu diyor. Fransiz “Buyuk Dogu” locasi Selanik locasini yonetiyordu diyor.

    https://www.businessinsider.com/powerful-masons-2011-9

    The founder of Turkey Mustafa Kemal Atatürk surrounded himself with Masons
    The reformer and creator of the Republic of Turkey, Ataturk surrounded himself with Freemasons throughout his career.
    During the fight for independence, six of his seven high ranking military staff officers were Freemasons. He was a part of Lodge Veritas in Salonica, which was overseen by the French Grand Orient.
    Initiated: 1907