Tarihin son medeniyetinin kurucuları: Türkler
Bugünkü insanlığın içinde bulunduğu durumu 1500 sene öncesine uyarlayacak olursak şunu görürüz: Roma’ya denk bir Amerika, ikinci kutup olarak Pers İmparatorluğuna karşılık gelebilecek Avrupa Birliği, Çin ve Rusya, uluslararası toplumda ağırlığı, gücü, yaşama tarzı ve insan yapısı itibariyle Cahiliye’deki atalarını aratmayan bir arap dünyası ve de yine ezik, yine sömürülen (Roma tarafından sömürülüyordu) bir Afrika ve öbür tarafta hala kabına sığmayan, hala arayış içinde bulunan ve hala insanlığın geleceğini şekillendirmede etkin olabilecek bir Türk dünyası…Peki geçen 1500 yıllık serüveni nasıl okuyoruz, nasıl okumamız lazım?
Şahsen ben bin beş yüz yıllık tarihi bir sosyal hareket ve o sosyal harekete bir cevap olan, ikinci bir sosyal hareketten ibaret görüyorum. Roma ve Sasani İmparatorluklarının insanlığı yönettiği bir zaman diliminde, onlar açısından coğrafi, siyasi, iktisadi, askeri ve ilmi olarak hiçbir ehemmiyeti bulunmayan bir mekândan, bir sosyal hareket zuhur etmişti. O mekân; o gün itibariyle belki henüz bir site devleti bile olmayan Mekke ve o hareket; Hz. Muhammed’in risaleti idi. Ve o güne kadar insanlık tarihinde, o derecede gelişmiş şekliyle pek duyulmamış imani, insani, ahlaki, hukuki ve iktisadi değerleri ve kaideleri vazediyordu. Yaratıcı kudret: “Tek” diyordu. Bütün insanlık bir ana ve babadan gelmişti. İnsanlar “hür” doğar ve hiç kimse onları “köle” yapamazdı. İnsanoğlu olsa olsa, bir tek yaratıcısına kul olurdu ve o kul ile yaratıcısı arasına kimse giremez ve vasıtalık edemezdi. Bu açıdan herkes, Allah ve hukuk karşısında “Eşit” idi. Bireyin Allah ve toplum nezdindeki değeri, sergilediği iyi ve yararlı faaliyetlere göreydi; değersizliği de yaptığı kötü fiillerle belirlenirdi. Soy, sop, makam, mansıp, mal ve mülk; ne Allah, ne hukuk, ne de toplum nazarında bir insana bir kıymet, ya da bir ayrıcalık kazandırabilirdi. Bu ölçü; erkekler için de geçerliydi, kadınlar için de. Allah: “Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sonra sizi şubelere ve kabilelere ayırdık ki; birbirinizle tanışıp kaynaşasınız. Sizin en değerliniz, Allah’ın ve insanların hak ve hukukuna en fazla riayet edeninizdir!” diyerek Evrensel İnsan Hakları”nı vazediyordu. Hz. Muhammed ise: “İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır” ve de: “Ne Arab’ın Arap olmayana, ne de Arap olmayanın Arap olana bir üstünlüğü vardır! Üstünlük ancak insani vasıflarla olur!” hadisleriyle, kıymetin nerede aranacağını gösteriyordu. Bununla yetinmiyor ve bir siyahi köle olan Habeşli Bilal’i kendi müezzini kılarak ve de evlatlığı Usame’yi ordusuna komutan atayarak bunu hayata geçiriyor ve her iki sahipsiz insanı, kurmakta olduğu medeniyetin simge isimleri yapıyordu. Yine Allah: “Sizin bir topluluğa olan öfkeniz veya kininiz, onların hakkında adaletle hüküm vermenize engel olmasın!” ve de: “Allah için adaleti savunan ve onu ayakta tutan insanlardan olun!” emirleriyle “Hukukun Üstünlüğü” nü ilan ediyordu. Hz. Muhammed de: “Hırsızlık yapan, kızım Fatıma da olsa elini keserdim!” beyanıyla, “Hukuk Önünde Eşitlik” ilkesinin halk arasında tahkim olmasını sağlıyordu. “Sizin mallarınızda, fakir ve mahrumların hakkı vardır!” ayetindeki tespitle Allah, “Sosyal Adaleti” emrediyordu. “Komşusu aç iken, karnı tok yatan bizden değildir!” hadisiyle de Hz. Peygamber, toplum arasındaki sosyal adaletin yürekten tesis edilmesini teşvik ediyordu. “Müslümanlar, işlerini kendi aralarında meşveretle, yani istişare ile yürütürler!” beyanıyla yine Allah, o günün Müslümanlarından “Katılımcı Yönetimi” istiyor ve ihtimal ki bugünkü Müslümanlara “Demokrasiyi” işaretliyordu. Hz. Muhammed elçisi olduğu değerlerin ve temellerini attığı medeniyetin kendisinin yokluğunda, yakın ve uzak akrabaları tarafından siyasete alet edilmesin ve para, pul, makam, mansıp ve her türlü menfaat ve çıkarın referansı kılınmasın diye de, hayatı boyunca toplumundan her hangi bir ücret, ya da makam talep etmediği gibi, kendisine ve Ehl-i Beytine kıyamete kadar zekât ve sadaka almayı yasakladı, iktidarı da onlara miras bırakmadı.
Mekke’de yeşermeye ve yaşatılmaya başlanan o değerler, dünyanın bir başka yerinde o zaman itibariyle henüz hayal bile edilemiyordu. Ve sosyal hayat, hükümlerini, aynen ticaretin kendi doğasında kurallarını işlettiği gibi işletiyordu. “Kaliteli bir ürün nerde ve kim tarafından üretilirse üretilsin, insanlar gider onu bulur ve bedelini ödeyerek alır.” Aynen o şekilde “Değer ve kıymeti kim ve nerede yeşertip yaşatırsa, insanlık onu bulur, alır ve baç tacı eder.” Ve öyle olmuştu… İnsanlık, Mekke’den çıkan “İlahi Değerlere” (Evrensel insani ve Ahlaki Değerler) akın etmiş ve ne Romalılar ne de Sasanilerin gücü, bu akını durdurmaya yetebilmişti. Bilakis kısa bir zaman sonra Sasani ve akabinde Roma İmparatorluğu, o değerlerin karşısında diz çökmüş ve tarih sahnesinden çekilmişlerdi. Yerlerini, İslam Arap Medeniyetine ve o medeniyet çatısı altında neşv-ü nema bulan devletlere bırakmışlardı. Fakat zamanla o medeniyetin müntesipleri tefessüh etmiş, insani ve ahlaki değerlerinden uzaklaşmış ve kendilerini yenileyememişti. Ve “sosyal hayat boşluk kaldırmaz” kaidesi gereğince, Mekke’den yayılan birinci sosyal harekete bir cevap verilmişti. Hem de Mekke’den doğan medeniyetin zirvesi olan Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü olduğu dönemlerde ekilmeye başlanmıştı o ikinci hareketin tohumları.
On altıncı yüzyılda, Osmanlı için coğrafi, siyasi, iktisadi, askeri ve ilmi pek bir ehemmiyeti olmayan, bugünkü Londra çevresinde filizlenmeye başlayan hareket, zamanla Amerika, Afrika ve Avusturalya kıtalarına ulaştı. Asya’da etkin hale geldi ve elde ettiği bütün coğrafyalarda kendi inancını, dilini ve kültürünü yaydı ve günümüz modern dünyasının ve hâkim gücünün kuruluşunda, öncü rol oynadı. Bu bakımdan bin beş yüz yıllık tarihi: “Osmanlı, Müslüman Doğunun yarattığı Amerika’dır. Amerika’da, Hristyan Batının Osmanlı’sıdır.” diye özetleyebilirim. Buradan yola çıkarak milletleri üçe ayırmak istiyorum: Medeniyet Kurucuları, Medeniyet Taşıyıcıları ve de Medeniyetlerden Etkilenen Milletler. Saptamalarına göre; bir milletin medeniyet kurucusu olabilmesi için, asgari şu üç temel özelliği ihtiva etmesi gerekir: Yüzyıllarca ve hatta binlerce yıl geriye gidebilen bir dil, kendinden inşa ettiği bir inanç ve o inançtan neşet eden bir kültür ve de binlerce yıl üzerinde yaşaya geldiği bir vatan toprağı. Bu açıdan Araplar kabul etsek de etmesek de medeniyet kurucusu bir millettir. Kendi milletim olan Türkler de şimdiye kadar medeniyet taşıyıcılığı yapmıştır. İslami değerleri Avrupa’ya taşımak için verdiğimiz mücadele bunun ispatıdır. Fakat Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, Türk Milletinin, tarihteki seyrinin nereye evirilmesi ve rolünün ne olması gerektiğiyle ilgili kendi arasında ihtilafa düştüğünü herkes biliyor ve nihai kararını merakla bekliyordur. Düğümün tam da burasında Türk Milletinin neden şimdiye kadar Medeniyet Taşıyıcılığı yaptığını irdelemek istiyorum:
Biz Osmanlı varisi Türklerin yüzyıllarca yıl aynısıyla geriye götürebildiğimiz bir konuşma dilimiz ve alfabemiz, kendimizden inşa ettiğimiz bir inancımız ve o inançtan beslediğimiz bir kültürümüz ve de binlerce yıl üzerinde yaşaya geldiğimiz bir vatan toprağımız bulunmuyor. Örneğin elli yıl önce yazılmış bir kitabımızı anlayamıyoruz. İslam’ı Araplardan toplumsal adet ve gelenekleriyle aldığımızı kimse inkar edemez. Anadolu’da ise bin yıldır varız ve inşallah ilelebet var olmaya devem edeceğiz. Biz Türkler, Orta Asya’dan hareket etmeye başladığımızda, bin beş yüz yıl öncesinde ilk hareketi başlatan ve cihat ruhu ile dopdolu Araplarla karşılaşmış ve onlarla muharabe etmiştik. Yenmiş, yenilmiş ve akabinde Arapların dini inancını olduğu gibi kabul etmiş (İslam’ı kabul etmek büyük bir şerefti) ve alfabesini alıp kullanmıştık. İçine dâhil olduğumuz medeniyet havzasında, zamanın süper güçlü devleti sayılan Abbasiler bünyesinde yüzlerce yıl siyasi, askeri, iktisadi ve hukuki bir nevi kariyer yapmış ve gün gelip o süper güç yıkılınca, oradan edindiğimiz tecrübeyle dönüp sırasıyla Selçuklu Devletlerini ve akabinde Osmanlı İmparatorluğunu kurmuştuk. Müntesip olduğumuz medeniyeti, Avrupa’nın içlerine kadar taşımış ve onu gücünün zirvesine ulaştırmıştık. Bizi yeniden var eden medeniyeti, dönüp yüzlerce yıl yönettik. Fakat ne acıdır ki yaklaşık bin yıl sonra, Birinci Dünya Savaşında, Batı tarafından çok ağır bir yenilgiye uğratıldık ve var olma ile yok olmayla, karşı karşıya bırakıldık. Nihayetinde istiklalini kazan biz Türkler, bu sefer ikinci hareketin kurduğu Batı Medeniyetinin değerlerini hiçbir süzgeçten geçirmeden kabullendik ve ona göre yeni bir devlet kurguladık. Peki, insanlığa artık yön veren yeni medeniyeti kabul etmekle biz doğru mu yapmıştık? Yoksa doğru olan, bin yıldır liderlik yaptığımız medeniyet havzasına yönelmemiz, Cahiliye’deki atalarını aratmayan ve İslam’ın ilk kendilerine gelmesinden kaynaklan kibir dolu bir bakış açısı ile bizi bazen huylu bazen de asi teba gören Araplara rağmen ümmet hayalinin peşinde sürüklenmek ve liderliği tekrar elde etmek uğruna Ortadoğu Siyasetine saplanmak mıydı?
Sizi bilmem ama ben Batı Uygarlığını hedef alan Cumhuriyet kurgusunu doğru buluyorum. Çünkü tarih bize şunu göstermiştir: Biz Türk kavimleri olarak; Orta Asya’dan çıktığımızdan itibaren, bizden hangi topluluk Batıya yönelmiş ise ayakta kalmış ve gelişmiştir. Hindistan başta olmak üzere, doğuya giden Türklerin tamamının, varlıklarını devam ettiremediklerini görürüz. Hatta Anadolu Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra, ortaya çıkan bir sürü Beylik olmuş, ancak bugünkü Ortadoğu’ya saplanıp kalan, bu belalı bölgede hâkimiyet peşinde koşanların tümü, tarih sahnesinden silinip gitmişlerdi. Fakat en batıda kurulan Osmanlı Beyliği, diğer Beyliklere nazaran çok güçlü olmamasına rağmen, diğer Beyliklerin sürdürdüğü Ortadoğu mücadelesinden uzak durduğu ve yönünü sürekli Batıya döndürdüğü için, hızla büyümüş ve Bizans’ın mirasına konarak imparatorluğunu ilan etmiş ve dönüp bütün İslam milletlerini çatısı altında toplamıştı. Gelelim günümüze; bugün coğrafi fetihler anlamını yitirmiştir. Fakat biz onu evrimleştirerek stratejik bir siyasete çevirebiliriz. Nasıl mı?
Hani bin beş yüz yıllık tarihi, bir sosyal hareket ve o harekete bir cevap olan ikinci bir sosyal hareketten ibaret görüyorum ya, ben küreselleşmenin etkisiyle orta vadeli gelecekte üçüncü bir sosyal hareket beklemekteyim. İşte, biz Türkler Cumhuriyetin bize verdiği fırsatla tarihteki “Üçüncü ve belki de son sosyal hareketi” başlatabiliriz. Bu fırsatla bunu başarabilirsek, kim bilir belki de adımızı sonsuzluğa “Tarihin Son Medeniyetinin Kurucuları” olarak yazdırabiliriz. Nasıl mı olacak bu?
Biz Ortadoğu siyasetine saplanıp kalırsak ve de Osmanlıyı tekrar ihya edeceğiz diye ısrar edersek, korkarım ki yok olma ile karşı karşıya kalabiliriz. Kaldı ki mazi ihya edilemez, ancak istikbal inşa edilebilir. Biz nasıl ki Araplarla ilk karşılaştığımız ve onlardan aldığımız yenilgi ile medeniyetlerine dâhil olduysak ve nasıl ki Abbasilerde kariyer yapıp, oradan edindiğimiz tecrübeyle, belki de tarihin şimdiye kadarki en büyük devletini kurdu isek, şu anda da aynısını yapmamız lazım. Son üç yüz yıldır insanlığın çoğunun içinde yaşadığı modern hayat şeklinin iktisadi, siyasi, hukuki, sosyal, iletişim, ulaşım, sanatsal ve teknolojik kurallarını büyük ölçüde ortaya koyan ve onun alt yapısını hala ayakta tutan –Amerika’yı içinde varsayarak- Batı Medeniyetidir. Bu Batı Medeniyeti de, Doğu ve İslam Medeniyetlerinden – doğudan kastım; Çin, Japonya, Hindistan ve Rusya- içine kabul ettiği tek millet; biz Türkleriz. Bu açıdan biz, bu medeniyet içerisinde gerekirse yüzlerce yıl teknolojik, iktisadi, sosyal, siyasi, hukuki, sanatsal ve her türlü gelişim alanında kariyer yaparak, ya da lazım gelirse bütünleşerek, oradan maksimum tecrübeyi elde edeceğiz. Elde ettiğimiz bu tecrübeyle iki şey yapacağız: Doğu ile Batıyı birbirine kavuşturabilir ve de tarihi mücadeleyi, küresel bir barışa taşıyabiliriz. Ya da gün gelip de, Batı Medeniyeti tabii ömrünü doldurursa, yine oradan elde ettiğimiz değerleri, Doğu’dan ala geldiğimiz değerlerle mezcederek, beşeriyete yeni bir hayat tarzı sunabilir ve insanlığı “Evrensel Barış ve Adalete” taşıyabiliriz. Böylesi bir tercih; hiç şüphesiz “Üçüncü Sosyal Hareket” olacak ve kanaatimce bu “Üçüncü Hareket”; “Mesihiyet Misyonu” ve “Havari Ruhu” ile yapılması gerekecektir. “Mesihiyet Misyonu ve Havari Ruhu” ile neyi mi kastediyorum? Şunu kastediyorum: İnsanlığın ve özellikle İslam toplumlarının, bugünün süper güçleri karşısındaki durumu, İsa Mesih ve Havarilerinin Roma karşısındaki durumundan farksızdır. O günkü hâkim güç olan Roma ve çatısı altındaki İsrail oğullarına, maddi kılıçla mukavemet edilemeyeceğini en iyi bilen ilahi kudret, İsa Mesih ve Havarilerini derin bir maneviyat, diriltici bir ruhaniyet ve sarsılmaz bir sabırla donatmıştı. İsa Mesih ve Havarileri, sahip oldukları o donanımla, maddi güce ve kılıca hiç başvurmadan, Roma’yı Hristiyanlaştırabilmişlerdi. “Evrensel Barış ve Adalet” adına bu misyonla hareket etmemiz gerektiğine inanıyorum.Kim bilir, belki de “Mesih’in Dönüşü”nün anlamı budur.“ İçimizden birileri bu “Üçüncü Hareket” Doğu ve Batıya aynı anda nüfuz eden olması bakımından, ikinci bir Roma’ya benzemeyecek mi? diye sorabilir. Evet, “Üçüncü Hareket” er ya da geç, mutlaka süper güç olacaktır. Doğu ve Batıya aynı anda hitap edecek olması itibariyle, evet, ikinci bir Roma’yı andıracaktır. Çünkü küresel barış ve adalet ancak küresel bir güçle tesis edilebilir. Bunun adına “Neo Romacılık” da denebilir. İnsanlık tarihinin bütün deneyimlerini ve değerlerini temsil eden bir “Neo Roma”…Yine içimizden birileri “Neo Osmanlıcılık” dururken biz Türkler neden “Neo Romacılık” peşinden koşalım? Diye tepki gösterebilir. Onun da izahatı yapılabilir. Osmanlı, hiçbir zaman Batıya hitap etmedi ve onu kendisinin tabii bir parçası görmedi. Batıyı; fethedilecek ve zenginliklerine konulacak bir düşman toprağı gördü. Hakeza, bugünün hâkim gücü Batı (Amerika dahil), doğuya ve İslam topraklarına hitap etmemekte ve o coğrafyayı kendisinin doğal bir unsuru görmemektedir. Bilakis buraları, doğal zenginlikleri elde edilecek, toplumlarının kanı dökülecek ezeli ve ebedi düşmanların yaşadığı sorunlar kaynağı bir dünya kabul etmektedir. Bu açıdan beşeriyet, Doğu ve Batıya aynı anda hitap eden, her iki coğrafyayı kendi mülkiyetinin müsavi parçaları kabul eden ve her iki kıtanın insanını, eşit ve doğal unsuru telakki eden, yeni bir “Dengeleyici” “Vasat” güce ihtiyacı vardır. Siz isterseniz bunun adına “Üçüncü Hareket” veya “Son Medeniyet” yahut “Neo Roma” deyin. Ben “Neo Endülüs” denilmesini arzu ederim. Bütün bir İnsanlığa, Batının yüzlerce yılık vahşetten sonra akıl yolu ile ulaştığı demokrasi, sosyal adalet, hürriyet, insan hakları, hukukun üstünlüğü, hukuk önünde eşitlik ve refah gibi insana kendisini “Eşref-i Mahluk” hissettirecek değerlerin aslında Hz. Muhammed’in vahiy yolu ile 1500 yıl önce insanlığa tebliğ ettiğini anlatan, Batının ulaştığı değerlere ilaveten ana babaya saygı, komşuluk hakları, cömertlik, sılay-ı rahim gibi insanı “İnsan-ı Kamil” yapan değerleri öğreten, yaşayan ve yaşatan bir “Neo Endülüs”…
Ne derseniz deyin, ancak insanlığın “Evrensel Barış ve Adaleti” tesis edecek böylesi bir oluşuma ihtiyacı bulunmaktadır ve ben; Türk Milletinin bunu başaracağına inanıyorum.
Halit Şirkan HATAY (Kasım 2015’de kaleme alınmıştır.)