tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Muhammed Işık

Gerçek Tarih Yayın Koordinatörü

Tasavvufu doğru anlama ve yaşama bilinci üzerine

21.12.2022
A+
A-

Tasavvuf; Gerçeğin keşfinde muhakeme ve muhakemeden ziyade zevk ve müsamahaya dayalı marifet doktrinidir. Bu öğreti, Müslümanlar arasında büyük ölçüde tasavvufa özgü olmakla birlikte, günümüzün diğer toplumlarında çeşitli isimler almış, yöntemlerin çeşitliliğine ve belirli zaman ve mekânlara bağlı olarak hepsine tasavvuf adı verilmiştir. Bu marifet öğretisi, ezelden beri bazı beyinlerde o kadar ilgi uyandırmıştır ki, filozofların hakikati ortaya çıkarmada izledikleri yol ve yöntemden bile daha faydalı olduğu konusunda hemfikirdirler. Hatta eski ve ilkel din ve mezheplerde bile bu öğretinin daha basit ve daha ilkel biçimlerinin izlerini bulmak mümkündür. Örneğin Totemizm ve Animizm’de de bir tür mistisizm vardır. Nitekim eski Hint, Fars, Yunan, Yahudi ve Hıristiyan dinlerinde de bu tür şeylerin varlığı söz konusudur.
Tasavvuf şüphesiz bir din bilimidir; En azından ikinci yüzyılın sonlarında yaygınlaşan bu akım, önceleri pek istenmediyse de sonradan bazı iç ve dış sebeplerden dolayı bir din ilmi haline gelmek zorunda kalıtor. ‘Mecbur kaldı’ diyoruz çünkü tasavvuf bu konuda başta pek istekli değildir. Etrafta zaten çok fazla ‘bilgi’ vardır ve çok fazla bilim insanı vardır. Burada yapılması gereken yeni bir bilim yaratıp âlim sayısını artırmak değil, bilgi anlayışını değiştirmektir. Sufilerin yapmak istedikleri tam olarak buydu: bilgi anlayışlarını değiştirmek ve ‘âlim’ tipini orijinal tanımına geri döndürmek istediler. Bu nedenle tasavvuf kendisini bir ‘öze dönüş’ hareketi olarak görüyor. Ancak bu zorunluluk çeşitli nedenlerle ortaya çıkıyor. Özellikle bu gelenekten doğrudan veya dolaylı olarak etkilenen Esed el-Muhasibi, Cüneyd-i Bağdadi ve isimlerin öncülüğünde ‘Sünni Tasavvuf’ kavramı ortaya çıkıyor. Sünni tasavvuf anlayışı, tasavvufu bir din bilimi haline getirme iddiasıyla gelişiyor.
Tasavvufun özü, amelde akıl ve akledilenin birliği ve çalışmakla kazanılan bilgilerle hakikati kavramanın mümkün olduğuna inanmak, sınıf ve zahiri ilke ve gelenekleri terk etmek, zühde ve takvaya sarılmaktan ibarettir. Yani bir nevi iç dünyaya dönüştür. Bu doktrin, bazı çağdaş Avrupalı filozofların da ilgisini çekiyor ve yeni felsefelerin temelini oluşturuyor. Tasavvufun tüm dünya toplumlarında var olan genel bir olgu olması, bazı araştırmacıları var olan benzerliklere dayanarak İslami tasavvufun başka toplumların -örneğin Yunan, Hint veya Yahudi- tasavvufundan türetildiğini kabul etmeye yöneltiyor. Teorik bir mesele olmakla birlikte, çeşitli tasavvufi mezhepler arasındaki benzerlikler karşılıklı etkiyi açıklamaya yetmemekte, aksine tasavvufun din, bilim ve sanat gibi sadece yaygın ve genel bir olgu olduğunun göstergesidir.
Aslında tasavvuf, Mutlak Varlık ile doğrudan ve aracısız bir ilişki içinde olma hissinin ortaya çıktığı manevi bir duruma dayalı açıklanamaz bir beceridir. Elbette bu duygu anlatılamaz, tanımlanamaz ama aynı zamanda bilgenin Mutlak Varlığı delillerle değil, manevi haz ve vicdanla idrak ettiği manevi bir haldir. Böyle bir durumda kelimelere dökerek açıklayamayacağı bir hal alır. İnsanın kalbinde olan bir düşünce değil, sadece bir duygudur. Bu nedenle içinde bulunduğu durum olumsuzdur ve başkalarına önerilmesi imkânsızdır. Bu hali yaşamak ve anlamak isteyen herkesin tasavvufa yönelmesi ve âlim olması gerekir. Çünkü âşık olmayan nasıl aşk denen hâli ve heyecanı anlayamazsa, ârif olmayan da âlimlerin hâlini anlayamaz. Gerçekten âşık olmayan, müzikten nasibini almamış bir kimse, âşığı perişan halde görünce veya bir musiki dinleyerek durumu değişen birini müşahede edince, onu zayıf tabiatlı, dağınık olmakla itham ediyor. Bu nedenle bazı insanlar, onun durumunun gerçeğini anlamadan, bilge hakkında uygunsuz yargılarda bulunuyorlar. Ancak, bilge bu duruma sahipken, özel bir anlayış ve eşyalara nüfuz etme yeteneği kazanıyor. Bu haldeyken, kendi iç âleminde olup bitenler ona anlayış ve marifet olarak görünüyor ve akıl ve muhakemenin ötesindeki hakikatleri söylüyor. Bunun yanında bu haller onun kalbinde güçlü ve kalıcı bir iz bırakıyor ve manevi hayatına özel bir görünüm kazandırıyor. Bu hallerin tepkisel bir yönü olduğu, gelip geçici olduğu doğrudur. Ancak bunlar tekrarlanırsa, âlim onları ayırt etmeye başlıyor ve mezkûr hallerin art arda tekrarlanmasından dolayı, kalbi her defasında o mânâlarla daha da zenginleşiyor. Sufilerin deyimiyle yavaş yavaş bir makama dönüşüyor ve süreklilik kazanıyor.
Bu hallerin ortaya çıkması sırasında bilgenin iradesi elinden alınıyor; ancak bu durum ruh yaşamının normal akışını kesintiye uğratmadığı için bellek akılda kalıyor; bu nedenle telkin ve hipnotizma sonucu ortaya çıkan durumlardan farklıdır. Bu hallerin ortaya çıkması için özel bir bahaneye gerek yok gibi görünüyor. Kalp bu halleri kabul etmeye hazır olduğunda, her şeyin onları harekete geçirmesi mümkündür. Bir şaka, bir hatıra, bir renk ya da ses bilgiyi değiştirebilir ve aşığı kendinden geçirebilir. Tasavvuf şeyhleri söz konusu olduğunda en ufak ve sıradan bir şeyin bile şeyhi sırlar âlemine sürüklediği durumlarla karşılaşmak oldukça mümkündür.
Ancak bu haller, alelade ve gündelik söz ve ifadelerle açıklanamaz ve bu âlemler ve anlamlar tanınmadan, bilgenin bu tür ruhsal deneyimler hakkında yaptığı açıklamalar anlaşılamaz. Arif bu durumları kendi söz ve mecazlarıyla anlatır ama o âlemlere hiç aşina olmayan biri ne demek istediğini tam olarak anlayamaz.
Bilgenin dehası, içsel bakış, keşif ve bilinç yoluyla açığa çıkar ve bilge kendini Tek ve sonsuz varlıkla bir olarak görür, varoluşun kökenini varoluşun kaynağı olarak kabul eder ve kendinden geçer. Kendini evrenin merkezi, varoluşun kaynağı ve tüm evrenin dönüş yeri olarak görme noktasıdır. Vecd içinde gömülü olduğu içsel benliği, olumlu ve kişisel bir deneyimle başlar. Bu sebeple onun marifetinin aklî ve nazarî bir yönü yoktur, bilakis onun marifetleri varlık âlemiyle bir nevi uyum ve birlik olup, aşk ve şevk üzerine kuruludur.
İslam tasavvufuna çeşitli felsefi ve dini mülahazaların girdiğine şüphe yoktur. Ancak tasavvufun mutlaka İslam dışı bir kaynağa sahip olması gerektiği varsayımı günümüzde artık kabul görmemektedir. Aynı şekilde tasavvufun, Sami din ve inançlarına karşı Arya fikrinin bir tepkisi olduğu veya bazı araştırmacıların ifade ettiği gibi mezhep ve devlete karşı bir tür başkaldırı olarak değerlendirildiği varsayımları da şairlere özgü tasavvurlardan başka bir şey değildir. Her halükarda, apaçık tüm aldatmacalarına rağmen, bu tür açıklamalar bilim dünyasında kibir ve yüzsüzlük olarak kabul edilir ve savunulamaz.
Ancak İslam tasavvufu, bu tür gayri İslami mezheplerle görünüşteki benzerliğine rağmen, ne bunlardan herhangi biri tarafından yaratılmış ne de onların toplamı olmuştur. Gerçek kaynağı İslam ve Kuran olan bağımsız bir olgudur. Şüphesiz ki İslam ve Kuran olmaksızın bütün bu gayri İslami unsurların bir araya gelmesiyle böyle bir sonuca varmak mümkün değildir ve bu durum günümüzde çoğu araştırmacı tarafından kabul edilen bir görüştür.
İslam dışı inançların yüzyıllar boyunca İslam tasavvufu üzerinde bir miktar etkisinin olduğu doğrudur. Her halükarda, mutasavvıfların ilke ve ilkeleri ile gayri İslami inançlar arasındaki benzerlik konularını incelemenin çeşitli yararları olmakla birlikte, bu benzerlik konuları kesinlikle tasavvufa özgü değildir. Bilakis dünyanın çeşitli toplumları arasında dinde, sanatta, bilimde, maddi medeniyette ve diğer tüm alanlarda birçok benzerlikler ve ortaklıklar vardır.
Dünyanın diğer toplumlarında tasavvuf ile İslam tasavvufu arasındaki benzerlik kuşkusuz oldukça ilginçtir. Bugün tasavvufa karşı ilgi ve meyl dünyanın her yerinde bazı insanların özelliği haline gelmiş ve dünyada tasavvufun varlığının söz konusu olmadığı toplum neredeyse yoktur. Totemistler ve Animistler gibi ilkel toplumlarda bile görünmeyen güçlere inanç yaygın bir olgudur.
Mutasavvıflara göre, kaynağına ulaşmak isteyen insan, bu yüce gayeye, nefsini ve varlığını yok ederek Hakk’ta kaybolarak ulaşır ve aklın Hakk’a ulaşamadığı yerde aşk ona yol gösterir. Bu nedenle irfan sahibindeki şevk, onu Hakk’a sevk eder ve varlığını Allah’la o kadar doldurur ki artık kendi varlığını ve hiçbir vesilenin varlığını görmez olur. Ruhban sınıfının düzen ve kurallarını bile yolunda birer engel olarak görür, gayesi ve gayesi olan Allah’ın güzelliğinden başka hiçbir şeyi umursamaz.
İnsan ile Allah arasındaki bu yol hakkında felsefe ile ilgilenen bazı mutasavvıflar bu yolun boylamsal olduğunu söylerler; çünkü varlıkları oluşturan fertlerin her birinin Yaratıcısı ile olan ilişkisi, ağacın her bir mertebesinin ağacın çekirdeği ile olan ilişkisi gibidir derler. Her şeyde Allah’ı gören bazı mutasavvıflar, insan ile Allah arasındaki yolun enlem olduğunu ve varlıkları yaratan her bireyin Allah ile ilişkisinin, mektubun harflerinden başlayarak her bir mektubun yazarına olan ilişkisi gibi olduğunu söylerler. Ancak vahdet ruhuna sahip olanlar, insan ile Allah arasında boylamsal veya enlemsel bir yol olmadığını, çünkü varlığın bir ve aynı olduğunu ve Allah ile insan arasında bir yol olduğunu varsaymayı gerektirecek bir mesafe olmadığını söylerler.
Hâlbuki mutasavvıfın marifet ve ameldeki hedefi Allah yolunda yürümektir. Bunun yolu da aynı zamanda zühd, keşif ve duadır. Adanmışın ruhunu ve kalbini temizlemek ve Tanrı ile yakınlık kazanmak için ilk adım genellikle tövbe etmektir. Bundan sonra yapılması gereken mücadeledir: İnsanı dünyaya, dünya zevk ve şehvetlerine davet eden, Allah yolunda cihad ve amel etmekten alıkoyan nefs ile mücadeledir. Mücadelenin şartı, mutasavvıfların mürşid veya şeyh dedikleri tecrübeli bir pirin işaret ve rehberliğinde cereyan etmesi ve müridin, ölü bir yıkayıcının eli altındaki ölü gibi olmasıdır. Bu şeyh, kulunu zahidliğe ve yeteneğine ve sermayesine göre mücadeleye zorlar; tecrit, oruç, sürekli susma, tefekkür, kendi kendine hesap verme vb. şeylere sevk eder. Bu ibadetlere, kulun gerçek samimiyeti ve sadakati eşlik ederse, onu mükemmellik basamaklarında yükseltir.
Sfifiler mücadele ve zühd yoluyla genellikle uzun yıllar “makamat” dedikleri tarikat mertebelerinden geçerler. Tevbe mertebesinden vera mertebesine çıkarsa ve bu mertebede sebat ve sebatla durup gayret sarf ederse zühd mertebesine geçer. Bu makamdan sonra “fakr” makamı gelir. Sonra sırasıyla “sabır” ve “tevekkül” makamları vardır. Sonuncusu ise “rıza” yetkisidir. Bazen şeyhlere göre sayı ve sıra bakımından farklılık gösteren bu makamlar, elbette mücadele ile elde edilir ve bir nevi manevi çalışmadır. Ancak kulun kalbinde yetenek ve sermaye olunca, ruhu çeşitli hallere maruz kalır ve bu haller artık çalışma ve mücadele ile elde edilen hallerden değil, Allah’ın birer lütfudur.
Gayb, bir şimşeğin bir an çakması gibi, ruhuna ilham veren bir şeydir, kalbine bir nevi nur verir ve er geç söner. Ancak bir halin çok tekrarı, kulu bir makamdan diğerine yükseltir ve onu kemal yolunda ilerletir. Teftiş, muhabbet, havf [korku], reca [umut], şevk, şöhret, sakinlik ve yakınlık gibi haller olabilir.
Aslında tasavvufî tecrübe ve sezgiye dayalı bir marifet üzerine kurulu olmaları, mutasavvıfları bireysel keşif ve ilhama inandırmıştır. Bu nedenle, genel olarak şeriat yolunun, hatta peygamberlerin öğretilerinin ötesinde, insanları aracısız Hakka götüren bir yol olduğuna inanıyorlardı. Mutasavvıfların inancına göre bu yolun sahibi sayılan evliyaların bu hususta peygamberlerden pek bir farkı yoktur. Mutasavvıfların yolunun diğer Müslümanların yolundan ayrılmasına sebep olan bu husus, kendince koydukları gayeye ulaşmak için ferdî mücadeleler ve çetin zühd şekillerini kullanmaları ve böylece toplum ehlini terk etmeleridir.
Âlim ve din adamlarının akıl ve bahisten çok kalb ile elde ettikleri tasavvufî tecrübe ve sezgilere güvenmeleri, kendi inançlarına göre kalbin arınmasını ve batının tasfiyesini sağlayan özel âdet ve ritüelleri tavsiye etmeleri ile son bulmuştur. Böylece kalb yoluyla ve genellikle akıl ve muhakemeye dayanmadan elde edilen marifet ve bunun sonucunda Allah’ın zatına veya sıfatlarına aracısız yaklaşmaya tasavvuf adını vermişlerdir. Müslim arif, kalbini ruhen ve bedenen kir ve pastan temizlemek ve arındırmak için genellikle ibadetlerde şeriata uymayı gerekli görür ve sınırlarına bağlı kalır. Bu nedenle din adamları ve âlimler, mutasavvıfları yalanladılar ve onları aşırı veya eksik ifadelerle kaçmakla suçladılar. Sufiler ayrıca, acı çekmelerine ve itaat etmelerine rağmen din adamlarının cahil ve âlimlerin sapkın olduğunu iddia ettiler. İslam edebiyatının her yerinde açık yansımaları görülen mutasavvıf ile din adamı, âlim ile âlim arasındaki çekişme bu yüzdendir.
Aslında, bilgileri maddî ibâdet ve münasebetlerle ilgili olan ve sözde maddî uzuvlarla ilgisi olmayan fakihlerden farklı olarak, mutasavvıfların hünerleri kalbin tavır ve davranışlarına dayalıdır ve muhatapları bâtınîdir. Bu nedenle mutasavvıflar, fakihleri zahiri, kendilerini de bâtın ehli sayarlar. Bu tür kavgalar, fakihlerin kendilerini batın ehli sayan Bâtınîler gibi mutasavvıfları da ilhâd mensubu görmelerine, onları kâfir ve sapık görmelerine sebep olmuştur. Çalışmalarını bireysel mücadelelere dayandıran ve kendi kilimlerini dalgalardan kurtarmak için çaba sarf eden mutasavvıflar, meşhur deyimle, manevi çekimleri nedeniyle ve dünyada yalnız kalmamak için zamanla kardeşlik cemiyetleri ve ahilikler oluşturmuşlardır.
Dolayısıyla İslam’da tasavvufun yeri vardır ve bazı araştırmacıların kanaatinin aksine İslam tasavvufunun köklerini İslam dışında göstermeye artık gerek kalmamıştır. Nitekim müminin kalbi ile Allah arasındaki ilişkiye özellikle hadislerde dikkat çekilmiştir. Meselâ, bir hadîs-i şerîfte Cenab-ı Hak, “ Ben göklere ve yere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım “ buyurmuştur. Aynı konuda başka bir yerde de buyuruyor ki: “ Ben bir kulumu sevdiğimde onun gözü, kulağı ve dili olurum; öyle ki o benimle görür, benimle duyar ve benimle konuşur.”
Yararlanılan Kaynaklar:
Sufi Mirasının Değeri / Dr. Abdulhuseyn Zerrinkôb – Visal Yayınları
İslam Düşüncesi Üzerine Söyleşiler ve Konuşmalar “Filler ve Körler” Ekrem Demirli – Sufi Kitap

MUHAMMED IŞIK

Gerçek Tarih Aralık 2022 sayısında yayınlanmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.