tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Zamanın ruhu, geleceğin nesli

Zamanın ruhu, geleceğin nesli
16.05.2025
A+
A-

Zahit Borak

Oyun oynamayan bir çocuk yaratıcı olamaz; yaratıcı olmayan bir birey ise, kendini ve geleceğini inşa edemez.

Oyun, çocuğun dünyayı tanıma, sınırlarını keşfetme ve hayal gücünü geliştirme biçimidir. Bir çocuk, çamurdan yaptığı bir evde yaşamayı, tahta parçasını kılıç saymayı, arkadaşlarıyla kurduğu hayali dünyalarda adalet dağıtmayı oyunla öğrenir. Bu sırada sadece eğlenmez; aynı zamanda üretir, dener, düşer ve yeniden kurar. Bu deneyimlerin her biri, çocuğun zihinsel ve duygusal esnekliğini artırır. Oyun, problem çözme becerilerini, empatiyi, iletişimi ve sabrı geliştirir. Yaratıcılık ise bu oyunlarda gizlidir; çünkü çocuk, gerçek dünyanın sınırlarını aşarak kendi kurgusal evrenini yaratır.

Yaratıcılığın olmadığı bir birey, karşılaştığı sorunları ezber çözümlerle aşmaya çalışır; kendine özgü yollar geliştiremez. Oysa bireyin kendini inşa etmesi, sadece kim olduğunu anlamakla değil, kim olmak istediğini tasarlayabilmesiyle mümkündür. Bu da ancak çocukken oyun yoluyla kazanılan içsel esneklik ve özgür düşünceyle gelişir. Hayal kuramayan bir birey, geleceğini de kuramaz. Bu nedenle oyun oynamak, sadece bir eğlence değil; bir insanın düşünen, hisseden ve üreten bir birey olarak gelişmesinin temelidir.

Günümüzde çocuklar sessizce odalarında oturuyor. Ellerinde tablet, gözleri ekranın ışığında yıkanmış gibi donuk. Oyun oynuyor gibi, ama aslında kimseyle oynamıyorlar. Sanal kahkahalar, puanlar, animasyon karakterler arasında kendilerine bir dünya kurmuşlar. Ne sokakta arkadaşlarıyla top peşinde koşuyorlar, ne de hayal kurabiliyorlar. Yaratıcılık yeteneklerinin gelişmesi zamanın ruhuna teslim oldu. Zamanın ruhu değişti, çocukluk da… Ve teknoloji, bu değişimin en güçlü mimarlarından biri.

Byung-Chul Han’ın Şeffaflık Toplumunda uyardığı gibi: “Her şeyin görünür olması, her şeyin anlaşılır ve izlenebilir olmasını isteriz. Ama bu şeffaflık, şeylerin anlamını yok eder.” Çocuklar artık sadece izlenmiyor, aynı zamanda sürekli gösteriyor; ne yediklerini, ne oynadıklarını, hangi çizgi filmi izlediklerini… Şeffaflık, masumiyetin karşıtı hâline geliyor. Gizem kayboldukça, çocukluğun o saklı, içe dönük, kendini keşfeden hali de buharlaşıyor. Oysa çocukluk biraz da sırdır: kimsenin görmediği düşlerin, yalnızca kendine ait olan hayallerin zamanıdır. Zamanın ruhu değişti, çocukluk da… Bir zamanlar rastlantının, hayalin ve belirsizliğin coğrafyası olan çocukluk, bugün şeffaflık çağının parçası hâline geldi.

Bir zamanlar hayal kurmak için zaman gerekirdi. Sıkılmak bir boşluk değil, yaratıcılığın mayasıydı. Ama şimdi o boşluklar anında dolduruluyor. Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumunda şöyle der: “Günümüzde şeyler değil, enformasyon çoğalıyor. Ama bu bilgi değil. Anlam içermeyen veri.” Çocuklar da bu veri akışına kapılmış, çok şey bilen ama çok az hisseden varlıklara dönüşüyor. Bir ekranın ışığında büyüyen çocuk, kendi iç sesini değil, bildirim seslerini dinliyor. Böylece yalnızlık bile anlamını yitiriyor. Çünkü hissedilmeyen bir yalnızlık, en tehlikeli olanıdır.

Çocukluk bir zamanlar sokaklarla, düşlerle, kâğıtla ve kalemle anlatılırdı. Akşam ezanına kadar süren koşular, tebeşirle çizilmiş sek sek oyunları, misket çukurlarının başında kurulan dostluklar… Kâğıttan uçaklar, gazoz kapaklarından hayaller, annelerin sesini arka fonda yankılayan mahalleler vardı. Kalemle yazılan ilk mektuplar, defter aralarına sıkıştırılan çiçekler, hayal defterine not düşülen masum arzular… Çocukluk, ekranların değil; göz temasının, yarım simitlerin, birlikte ıslanılan yağmurların çağındaydı. Teknoloji yoktu belki ama çocuklar birbirine dokunarak büyürdü, paylaşarak, oynayarak, hayal ederek… Şimdi ise ekranlarla tanımlanıyor. Dijitalleşme, çocukların dünyasını sınırsız bir bilgi ve eğlence evrenine açtı, ama aynı zamanda onları görünmeyen bir yalnızlığa da mahkûm etti. Artık çocukların hayali arkadaşları bile algoritmalar tarafından şekillendiriliyor. Onlar kendi içlerinden değil, uygulama mağazalarından indiriliyor. Bu durum yeni değil, ama biçimi çok farklı: Görünmeyen, dokunulamayan, ama çok gerçek.

Ünlü İngiliz psikanalist Donald Winnicott’a göre, çocuğun sağlıklı gelişimi için en kritik alanlardan biri, onun “potansiyel alan” olarak adlandırdığı oyun ve hayal dünyasıdır. Bu alan, çocuğun dış gerçeklikle içsel duygu dünyası arasında bir geçit, bir köprü işlevi görür. Çocuk bu geçitte, hem kendini tanıma hem de dünya ile ilişki kurma pratiği kazanır. Oyun, burada sadece eğlenceli bir etkinlik değil; varoluşsal bir ifade biçimidir. Kurulan her hayali sahne, çocuğun ruhsal inşasında bir tuğladır ve bu sayede birey, gerçek dünyanın karmaşasıyla baş edebilecek bir iç yapı geliştirebilir.

Ancak günümüzde bu potansiyel alan, teknolojiyle kuşatılmış durumda. Çocuk artık kendi oyununu kuran, dünyasını yeniden tasarlayan bir özne değil; hazır sunulmuş dijital senaryoların edilgen bir izleyicisi ya da oyuncusudur. Mobil uygulamalar, animasyonlar ve interaktif platformlar; çocuğun yaratıcı müdahalesine izin vermeyen, kapalı sistemler hâlinde işler. Böylece oyun, çocuğun ruhsal genişlemesini sağlayan bir araç olmaktan çıkar, tüketilen bir içerik hâline gelir. Hayal gücünü serbest bırakan boşluklar, algoritmalar tarafından doldurulur; çocuk, kendi iç dünyasına değil, başkalarının kurguladığı evrenlere mahkûm olur.

Bu dönüşümün en derin etkisi, çocuğun yalnızlıkla kurduğu ilişkide görülür. Kendi oyununu kuramayan çocuk, yalnızken kendine yetme becerisini de geliştiremez. Zihinsel üretkenlik, içsel sığınaklar ve düş gücü gibi yalnızlığı anlamlı hâle getiren psikolojik kaynaklar yavaş yavaş erozyona uğrar. Oyun, yalnızlığı besleyen bir dost değil, yerini kaybetmiş bir anıya dönüşür. Böylece yalnız kalan çocuk, aslında sadece sessizliğe değil, boşluğa da terk edilmiş olur. Teknolojinin görünmez hegemonisi, onun en temel ihtiyacı olan içsel aidiyeti sekteye uğratır. Oyun oynamayan bir çocuk yaratıcı olamaz; yaratıcı olmayan bir birey ise, kendini ve geleceğini inşa edemez.

Soru sormayan, sadece izleyen bir çocuk… O artık dünyayı merak eden değil, ona sunulan imgelerle yetinen bir seyircidir. Soru sormayan, sadece izleyen bir çocuk; zihinsel kıvılcımı sönmüş, merakın ateşini yitirmiş bir bilinçtir. O, artık dünyayı sorgulayan bir özne değil, başkalarının inşa ettiği anlamlara sessizce boyun eğen bir seyirciye dönüşmüştür. Televizyon ekranlarında, dijital oyunlarda, sosyal medyada hızla akan görüntüler arasında kendi bakışını yitiren bu çocuk, olanı olduğu gibi kabul eder, nedenlerini düşünmeden. Merak etmeyen bir zihin, öğrenme arzusunu da yitirir; oysa gelişimin ve özgürlüğün ilk adımı, “neden?” sorusunu sormaktır. Sorgulamak, bireyin dünyayla arasına mesafe koyarak onu dönüştürme cesaretini kazanmasıdır. Sadece izlemek ise bu mesafeyi ortadan kaldırır, bireyi edilgen bir varlığa indirger.

Yönetmenliğini Can Ulkay’ın, senaristliğini ise Yiğit Güralp’in gerçekleştirdiği “Ayla” filmi bu sessizliğin dünyasına ayna tutar. Gerçek bir hikâyeye dayanan bu filmde, Kore Savaşı sırasında yetim kalan küçük Ayla’nın yalnızlığı, savaşın ortasında bir Türk askerinin kucağında bulduğu sevgiyle yumuşar. Ayla’nın çaresizliği teknolojiyle değil, savaşla, terk edilmişlikle, köksüzlükle ilgilidir. Bu terkedilmişiğin oluşturduğu çarsizlik, sadece bir çocuğun değil, tüm insanlığın ortak travmasını temsil eder. Ama bu duygunun biçimi aynıdır: Yalnız bırakılmış bir çocuk, anlamlandıramadığı bir dünyada kendi içine çekilir.

Bugünün Ada’sı, Deniz’i yani suskun, içine dönük, dünyanın keşmekeşinden uzak, dışarıdan gelen sevgi dolu sözcüklerle duygularını yaşıyor. İçinde taşıdığı belirsiz duygulara, bir başkasının şefkatle dokunan sesiyle algı oluşturuyor. Kendini ifade edemediğinden, başkasının sözleriyle varlık buluyor. Bu, fark edilmesi zor bir duyumsamanın dışavurumu; bir bakıma, iç dünyasında kurduğu küçük ütopyanın dışarıya, gerçek yaşama sızan ince bir yansıması. Kalbinin kıyısında kurduğu hayali dünya, bir bakışla, bir cümleyle, bir “seni anlıyorum”la hayat buluyor. Ve böylece, Ada da, Deniz de sessizliklerinde kaybolmak yerine o sessizlikten yeni bir varoluş inşa etmeye başlıyor.

Çocukların sessizliğinde yankılanan yalnızlığı duymak, bugünün en büyük sorumluluğudur. Çünkü bir çocuk, dünyayı önce gözlerinden, sonra da kendine uzanan ellerden tanır. Ona temas eden her söz, her bakış, her birlikte geçirilen an; iç dünyasında bir iz, bir kök bırakır. Teknolojinin parıltılı yüzeyi bu kökleri gizleyebilir ama onları besleyemez. O yüzden yapmamız gereken, çocuklara sadece ekranı değil, yüzümüzü de dönmektir. Onlarla hayal kurmak, oyunu paylaşmak, sessizliğe birlikte yer açmak… Yalnızlık yok edilemez belki, ama sevgiyle dönüştürülebilir. Ve bu dönüşüm, geleceğin konuşabilen, hissedebilen, bağ kurabilen insanlarını yetiştirmenin tek gerçek yoludur.

Yorumlar

  1. Harun Polat dedi ki:

    Teşekkürler. Bu yazınızda ebeveynlerin ya da öğretmenlerin çocuklarla iletişime geçmesi için bir yol haritası çizmişsiniz.

  2. Derviş dedi ki:

    Evet sevgi herşeyin başı gercekyen çok önelibir konuya değinmisin eline sağlık abim

  3. Rüştü ÖZDEMİR dedi ki:

    Harika!
    İrsiyet’den sonra çocuğun zekasına etki eden en önemli olay OYUNdur.
    Çocuk eğitiminde İHMAL ettiğimiz eşik bu eşik.
    “Kalemsiz Deftersiz Eğitim” derken neyi kaydettiğimiz anlaşılıyor nihayet!

  4. Nihat Polat dedi ki:

    Çağın dermansız derdine parmak basmışsınız. Ellerinize sağlık. Çok güzel bir temas.