tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Soğuk savaş aktörleri ve güç dengeleri

Soğuk savaş aktörleri ve güç dengeleri
28.05.2022
A+
A-

2. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden SSCB’nin dağılmasına kadar özellikle ABD, SSCB ve Avrupa siyasi ortamında ve küresel siyasi ortamda büyük yer kaplayan Soğuk Savaş dönemi Avrupa’nın doğu ve batı bloğu olarak ikiye ayrılmasına sebebiyet vermiştir. Doğu ve batı bloklarında yer alan ülkeler, bulundukları konuma göre etkisi altında oldukları küresel gücün ideolojisine göre ekonomik, siyasi, kültürel ve toplumsal anlamda birçok farklılıklar göstermişlerdir. Bu süreç boyunca doğu ve batı kavramları sadece coğrafi terimler olarak kalmamış, ideolojik birer göstergeler haline gelmişlerdir.


Doğu bloğunun etkisinde olduğu Sovyet ideolojisi sosyalist yönetime sahipken, batı bloğunun etkisinde olduğu ABD ideolojisi liberal ekonomik politikalara sahip kapitalist bir tutuma sahiptir. Modernizm bu iki blokta da görülmekte fakat farklılıklar göstermektedir. Doğu bloğunda Marks’ın kuramsal çerçevesi etrafında bir modernlik anlayışı hüküm sürerken üretim ilişkileri devlet kontrolünde temellendirilmiştir. Batı bloğunda ise çok uluslu özel şirketlerin küresel ticareti ve kültür politikası görülmektedir. Modernleşme sürecinin bir parçası olan küreselleşme (Bauman, 2012) İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD ve batı bloğundaki Avrupa ülkelerinde hızla yükselirken doğu bloğundaki ülkeler daha içine kapanık sosyalist rejimin etkisi altındalardır. Doğu bloğundaki yönetime tepkiler modernizmin totaliter etkileri olarak eleştirilirken, batı bloğundaki politikalar tüketim kültürüne ve meta fetişizmine yer açmaktadır. 2. Dünya Savaşı ardından ülkelerin güttüğü hızlı ekonomik toparlanma süreci, üretim ve çalışmaya yönlendirmek ve serbest piyasayı güçlendirmek şeklinde gerçekleşmiştir. Üretimin artış hızının karşılığında, üretim fazlalığına getirilen çözüm ise tüketime yönlendirme şeklinde gelişmiştir. Reklamcılık sektörünün özellikle 1950’li yıllarda yükselişi ile tüketimde hızlı bir artış gözlemlenir. Şirketlerin çok uluslu hale gelmesi ve küreselleşme sonucunda ABD’nin politikaları Avrupa’nın batı bloğu ülkelerine de etkide bulunmuştur. Demir Perde ile ayrılan Avrupa’nın batısı küreselleşme ve tüketim kültürü içerisinde yaşarken doğu tarafı ise sosyalist rejim içerisinde küresel bağlarını kesmiş durumdadır. Demir Perde ile ayrılan ülkelerde kültürel uçurumlara yol açan bu durum o coğrafyada yaşayan insanları Habermas’ın belirttiği gibi tahakküm altında bırakmaktadır. Modernizmin farklı formlarda görüldüğü iki siyasi ortamda da bireylerin iktidar ve ideoloji tarafından özneleşmesi söz konusu olur. Doğu bloğu modernizm düşüncesinin ilerlemeci tavrına küresel anlamda erişemezken, batı bloğunun tüketim üzerine olan yaklaşımı sonuçlarında farklı düşünürlerin farklı tanımladıkları post modern dönemi beraberinde getirmiştir.


Soğuk savaşın yeni dönemi diye adlandırılan 1990 yılından sonraki süreçte savaşların sayısı artmakta ve sonrasında inişli çıkışlı bir seyir izlemektedir. Bunun sebeplerinden biri çift kutuplu sistemin yıkılmasıdır. Çünkü artık krizleri keskin şekilde çözecek üst bir otorite kalmamıştır. Böylelikle kendisini rahat hissetmeye başlayan gruplar ve devletler için kriz dönemleri bir fırsat olmuş ve halk üzerinde egemenlik kurmaya başlamışlardır. Soğuk Savaş’tan sonra ebedi barışın hâkim olacağı yönündeki liberal kökenli fikirler, kısa sürede çeşitli şiddet görüntüleriyle beraber yıkıldı. Mikro milliyetçilik, dengesiz sınırlar, radikal fikirler ve ayrılıkçı gruplar gibi etkenlerden dolayı yeni bir şiddet sarmalına girildi. Terör, bir politika ve savaş aracı olarak görülmeye başlandı. Dünyanın büyük bir kısmına hükmeden bir devletin çöküşü, geride bıraktığı yerlerde iç savaşlara sebebiyet verdi. Sayıca küçük ama politik görüş itibariyle yoğun ve kompakt nitelikte olan gruplar, kendi ütopyalarını gerçekleştirebilecek alanlar bulmaya başladı. Siyaseten çökmüş olan ve başarısız devlet olarak nitelenen devletlerde ciddi güvenlik sorunları meydana gelmeye başladı.


ABD ile SSCB arasında Soğuk Savaş döneminde yaşanan güç mücadelesinin sonucunun temel belirleyicilerinden birinin, bu iki aktörün müttefiklerinin ekonomik ve askeri kapasiteleri olduğu hatırlanırsa, benzer bir Soğuk Savaş’ın yaşanması durumunda Washington ve Pekin’in müttefiklerinin kimler olduğu, bu yeni mücadelenin nasıl sonuçlanacağı açısından büyük önem arz ediyor. Soğuk savaşın aktörlerinin ekonomik, askeri, savunma, siyasi ve sosyal genel yapılarına baktığımızda çok farklı sonuçların ortaya çıktığını görüyoruz, şöyle ki:
ABD ve Çin’in 21. yüzyıl siyasetini şekillendirme konusunda en belirgin aktörler olmaya aday olduklarını eldeki ekonomik veriler ışığında ortaya koymuş, diğer küresel güçlerle muhtemel küresel güç adaylarının oynayacağı rol konusundaki değerlendirmeler yapacak olursak, uluslararası siyasal sistemi etkileme kapasitesi açısından ikinci sırada olduklarını düşündüğümüz Rusya, Avrupa Birliği, Japonya ve Hindistan’a dair bazı tespitlerle başlamak gerekir.


Öncelikle, üçü nükleer silahlara sahip olan bu dört aktörün ABD-Çin rekabetinde hangi tarafa yakın duracağı gerek bu rekabetin gerekse uluslararası siyasal sistemin geleceği açısından çok belirleyici olacaktır. Günümüz itibariyle AB ve Japonya ile ittifak bağlarına, Hindistan ile ise yakın ilişkilere sahip ABD’nin bu açıdan avantajlı olduğu görülmekte. Buna karşılık, Hindistan ve Japonya ile ciddi sınır sorunları olan Çin’in Rusya ile Şangay İş birliği örgütü çatısı altındaki ortaklığının, Washington’ın Tokyo ve AB ile ittifakı kadar sağlam bir bağ olduğunu ileri sürmek mümkün görünmüyor. ABD ile SSCB arasında Soğuk Savaş döneminde yaşanan güç mücadelesinin sonucunun temel belirleyicilerinden birinin bu iki aktörün müttefiklerinin ekonomik ve askeri kapasiteleri olduğu hatırlanırsa, benzer bir Soğuk Savaş’ın yaşanması durumunda Washington ve Pekin’in müttefiklerinin kimler olduğu bu yeni mücadelenin nasıl sonuçlanacağı açısından büyük önem arz ediyor.


İkinci olarak, bu dört aktörden bazılarının muhtemel bir ABD-Çin güç mücadelesinde Washington veya Pekin’in müttefiki olmanın ötesinde bir rol oynayacak kapasiteye ulaşmaları ve birincil aktör haline gelmeleri de söz konusu olabilir. AB’nin 2000’lerin büyük bölümünde ABD’yi de geçerek dünyanın en büyük GSYH’sına ulaşmış olması, sonradan yaşadığı ekonomik sorunlar nedeniyle oldukça geri kalmasına rağmen bu potansiyele sahip olduğunun göstergesidir. Yine 1990-2020 arası dönemdeki ortalama ekonomik büyüme hızı yüzde altı civarında olan Hindistan’ın da yüksek büyüme hızını devam ettirmesi durumunda 21. yüzyıla şekil veren birincil aktörler arasında yer alma ihtimali olabilir.


1995’te Amerikan ekonomisinin yüzde 71’i düzeyine kadar ulaşan Japonya’nın ise sonrasında yaşadığı ekonomik sorunlarla baş etme konusunda gösterdiği başarısız performans, bundan sonraki süreçte bu ülkenin birincil aktör olması ihtimalini zayıflatmaktadır. Halen dünyanın iki büyük askeri gücünden biri olan, ancak çok zengin enerji kaynaklarına sahip olmasına rağmen bu potansiyeli ekonomik güce dönüştürme konusunda çok yetersiz kalarak ABD’nin ancak 14’te 1’i kadar GSYH’ya sahip olan Rusya’nın da 21. yüzyılın birincil aktörleri arasında yer alma ihtimali zayıf görünmektedir. Ancak son dönemdeki ekonomik performanslarının zayıflığına rağmen gerek Japonya’nın gerekse Rusya’nın yakın geçmişte ulaştıkları ekonomik ve askeri kapasiteler, bu ülkelerin de her zaman dünya siyasetini derinden etkileyecek beklenmedik çıkışlar yapabileceğini göstermektedir.


Şimdi bu ikincil aktörlerin ekonomik ve askeri kapasitelerine biraz daha yakından bakalım. Aralarında ekonomik olarak en yüksek kapasiteye sahip olan AB ile başlamak gerekirse yapılması gerekli ilk tespit, AB ülkelerinin 2008-2009 Dünya Ekonomik Krizini ve Covid-19 Krizini yönetme konusunda ciddi şekilde başarısız oldukları gerçeğidir. Bu başarısızlık AB’nin küresel güç rekabetindeki konumunu önemli oranda zayıflatmıştır. 2008’de ABD’den yaklaşık 4,4 trilyon dolar daha fazla GSYH’ya sahip olan AB, ekonomik krizi yönetme konusunda yaşadığı zorluklar sonucunda 2015’te ABD’nin 1,7 trilyon dolar gerisine düşmüş, 2020’de ise İngiltere’nin de AB üyeliğinden ayrılması sonrasında bu fark 5,7 trilyon dolara yükselmiştir.


AB’nin krizleri yönetememesi sonucu yaşadığı ekonomik gerileme Çin’le yapılan karşılaştırmada daha açık bir şekilde görülmektedir. Avrupa Birliği, 2008’de Çin’den yaklaşık olarak 4 kat daha fazla GSYH büyüklüğüne sahipken, 2020’ye gelindiğinde bu farkın neredeyse tamamen ortadan kalktığı görülmektedir. Aynı dönemde Çin ekonomisi yıllık ortalama yüzde 7,5 oranında büyürken AB’nin yıllık ortalama ekonomik büyümesi 0,4 düzeyinde kalmıştır.

DEVAMI GERÇEK TARİH DERGİSİ MAYIS 2022 SAYISINDA

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.