tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Tarihten geleceğe yönelmek

Tarihten geleceğe yönelmek
08.01.2024
A+
A-

Geçmişe takılıp kalmak, içine düştüğümüz bir handikap. Oysa doğru olan geçmişten geleceğe doğru bir yol haritası belirlemektir.

Bakın bu konuda Hz. Mevlana ne güzel söylemiş;

“Ne kadar söz varsa

        Düne ait

        Şimdi yeni şeyler

        Söylemek lazım.”

Evet, bu müthiş veciz şiirden de anlaşıldığı üzere bizi geçmişten çok gelecek ilgilendirmeliydi. Her nedense hep mazinin altın sayfalarıyla övünüp geleceği unutur olduk. Tarihin ihtişamında büyülenmişiz adeta. Bazen bir kahramanlık olayında kendimizi aradık, bazen her döneme ışık saçan âlimin güzel sözlerine mest olduk. Fakat hiçbir zaman kendimiz ne bir kahraman olabildik, ne de âlim. Sonra da ahu vahlar; bizde aydın yetişmiyor tarzında hayıflanmalar ardı ardına sıralandı.

Elbette bizde gerçek aydın yetişmez, hep maziyle oyalandık durduk, üstelik maziyi geleceğe taşıyamadık. Ergenekon’da demir döven ruhu günümüze yansıtıp bir elde Kur’an diğer elde bilgisayar olan ruha dönüştüremedik. At üzerinde kılıç sallayan kahramanımızı, makinenin üzerinde modern gelişmiş teknolojik savaş silahlarını kullanan alperen tipine dönüştüremedik. Attila dedik, Kürşad dedik, Alparslan dedik, Fatih dedik, Yavuz vs. dedik, ama gerisi gelmedi,  yani hep onlarla avunup durduk.   Elbette ki onlar başımızın tacı, ama biz ne yaptık sorusunu ıskalayıp bir türlü kendimize soramadık. Evet, sıraladığımız bu mümtaz şahsiyetler sadece bizim değil tüm insanlığın dikkatini çeken isimler,  ancak iyi hoşta,  peki ya yeni gözdeler nerede?

Her ne hikmetse geçmişi geleceğin köprü bağlantısı olarak göremedik. Ah bir görebilseydik köksüz bir gelecek ve geleceğe kapalı bir geçmiş özlemi tercihimiz olmazdı.  Hiç kuşkusuz doğru tercih; “kökü mazide olan ati” olabilmektir.

Şu bir gerçek tarihi vakıaları değerlendirirken analiz metodundan bihaberiz,  tarihi devamlılık ve sürekliliği unutuyoruz gibi. Keza tarihe sosyolojik olguların yaşanıp bittiği doküman olarak bakan bir sığ anlayış yarınlarımızı karartıyor da.  Tabii böyle bir anlayış zemin bulunca da büyük tarihi mirasa sırt çevirme sıradan bir vaka olarak görülebiliyor.  Oysa tarihi miras olmadan gelecek kurgusu inşa edemeyiz. Maalesef böyle hor görüp sırt çevirmenin temelinde ideolojik şartlanmışlık ve yanlış uygulanan politikalar söz konusudur. Aslında tarihi mirasa sahip çıkmakla dünyada bulunduğumuz konum itibariyle çok büyük bir stratejik ve kültürel avantajlar yakalayacağımız muhakkak. Aksi takdirde avantajlar dezavantaja dönüşebiliyor.

Besbelli ki bugüne kadar kaçırdığımız birçok tarihi fırsatlar için hayıflanıp ah çekmek yerine yeniden kökü mazide gelecek kurgusu kurmak en akılcı yol olacaktır. Bakın atalarımız “vakit nakittir” sözünü boşa söylememişler, bugünün işini yarına ertelemekle bir yere varamayacağımız malum. Madem öyle gün bugündür deyip yeniden tarihi birikimimizi harekete geçirebiliriz pekâlâ.  Bakın, her sabah vakti tan yeri ağardığında üzerimize doğan güneş, aslında Allah’ın kullarına  “her dem canlar yeniden canlanır” ikramını hatırlatan bir tefekkür ışığıdır.  Hakeza günler, haftalar, aylar, yıllar kendi döngüsü içerisinde her an tazelenirler de.  Dahası düşünen her insan için hayat dirice yenilenmektir, icabında gün doğmadan daha neler doğar muştusudur. Evet, yaşanılan o büyük tarihi birikim unutturulmaya çalışılsa da sonuçta hiç bir şey kaybolmuyor, bir şekilde gün yüzüne çıkabiliyor.  Her yaşanan tarihi hadise adeta bir takvimin yaprakları gibi bir bir çevrilse de, tarih sürekliliğini koruyor.  Devamlılık ya da sürekliliğe kayıtsız kalanlar, meçhule doğru sefer yaptıklarının farkında bile değiller. Onlar kayıtsız kala dursunlar, biz her anı yeni bir diriliş, yeni bir hamle bilip geçmişi geleceğe köprü kılmak için var olmalıyız. Hatta geleceği oluştururken tarihi birikimimizden hareketle devlet yapısını yeniden ele alıp yeni bir veçhe kazandırmalı da. Devletin toplumu dışlayıcı veya buyurgan anlayışla gütme yerine, toplumun ‘hizmetkârı’ bir devlet mekanizmasını esas alan anlayışı hâkim kılmalı. Kelimenin tam anlamıyla ‘söz milletin’ olmalı,  icabında ‘kararda milletindir’ diye haykırmalı.

Düşünün ki bir zaman cihan hâkimiyet mefkûremiz devlet kutsallığına dönüşmüşse suçu tarihte aramamalı, bilakis tarihi objektiflikten uzak zihniyetin yanlış bilgi aktarımlarında aramalı.  Bilhassa malum çevrelere Kanuni Sultan Süleyman’ın; “gerçek efendi reayadır” sözlerini hatırlatmalı. Neyse ki bizim hatırlatmamıza gerek kalmadan geçte olsa Özal,  Tayyip Erdoğan ve Davutoğlu dönemlerinde eski kutsal devlet anlayışı sorgulanır hale gelebilmiştir. Zira eski Türkiye anlayışında devletin topluma yönelik kural koyucu yaptırımı vardı. Gerek ekonomi, gerek siyasi, gerekse kültürel alanlarda topluma dayatması söz konusuydu. Üstelik o yıllarda devlet erkânı yetkisini kullanırken milletin tercihleri istikametinde kullanmayıp tamamen kendi içinde organize olmuş buyurgan mekanizmalarla toplum mühendisliği görevi yapmaktaydı. Yani, devlet tercihini toplumdan yana kullanmadığı gibi, kendi pozisyonunu da kutsal devlet mantalitesi gereği sorgulanmasına izin vermiyordu.  Oysa hukuk devleti toplumun taleplerine göre pozisyon almalıydı.

Aman Allah’ım! Neydi o günler, uluslararası iktisadi entegrasyondan bahsediliyordu, yetmedi dünyaya açılımdan dem vuruluyordu, ama ortada gözle görülür hiçbir bir şey yoktu.  Hatta  zaman zaman  yeri geldiğinde tarihi iktisadi zihniyetin ürettiği ‘ipek yolu’ ve ‘baharat yolundan dem vurmuşuz,  ama neye yarar ki,  bakın o yıllarda ‘devletin malı deniz, yemeyen domuz..’ zihniyetini hakim kılmışız. Öyle ki, artık ipek yolundan söz edemez olmuşuz,  varsa yoksa ‘uyuşturucu yolu’, ‘silah yolu’ ‘uyuşturucu trafiği’ ve ‘kara para yolu’ tek geçerli akçe söz hale gelmiş bile. Gerçekten de o yıllar tam bir kâbustu, değim yerindeyse tüm yollar kervansaraylara, hanlara çıkmıyordu,  kırk harami konaklarına çıkıyordu. Tabii bu bildiğimiz konaklar değil,   sürekli etrafa tedhiş salan sırça köşk konaklardı.  Nasıl sırça köşk konaklardan korku salmasınlar ki, kutsal devlet mantığı onların en büyük silahı hale gelmişti. İşte bu silah sayesinde devletin gladioları oluyorlardı.  Maalesef bu oluşumlara meşruluk sağlayanda ‘devlet kutsaldır’ ilkesiydi. Evet ‘kutsal devlet baba’ anlayışı aydınlık yarınlarımızı karartan bir saiktir.

Her ne kadar 2002 sonrası Türkiye’si 2023 hedefi bir gelecek projeksiyon sunsa da bu hedef bizi rehavete sürüklememeli. Hep nurlu ve aydınlık yarınların bizim olacağı muştusuyla heyecan tazelemek gerekir. Gelecek derken geçmişten kopuk geleceği kast etmiyoruz elbet, kökü mazide olan geleceği kastediyoruz.  Bu da yetmez Mehmet Akif’in şu mısraları da kulağımıza küpe olmalı;

“Zalimi alkışlayamam

          Zulmü asla sevemem

          Gelenin keyfi için

          Kalkıp geçmişe sövemem.”

İşte bu güzel mısralardan da anlaşıldığı üzere geçmişten geleceğe kanatlanmak en güzel haslet olup ötelere taşmak lazım gelir. Bir başka ifadeyle ötelere ahret yurdu dersek yeridir.  Allah Teala; “Ey iman edenler, Allah’tan korkunuz ve  her nefis yarın için ne takdim etmiş olduğuna baksın.. Şüphe yok ki, Allah ne yaptığınızdan haberdardır” beyan buyurmakta. Önemli olan da bu zaten.  Dahası Allah (c.c) ve Resulünün hakikatleri ışığında sürekli yenilenip, kendimizi aşmanın yollarını aramalı.

Yaşadığımız her şey bir aşama, sürekli aşmak zorunda olduğumuz bir aşama.  En büyük dileğimiz yaşadığımız hayat döngüsü içerisinde geçireceğimiz her aşamayı, İslam’ın o engin ışığı ile mesafe kat edebilmektir. Böylece vuslat gerçekleşince kul olmanın idrakine vardığımızı o an anlamış olacağız. Resulullah (s.a.v.); “İnsanlar madenler gibidir (altın ve gümüş gibi). İslam’dan önce de, sonra da… İslam dairesine girdikten sonra o madenlerin güzelliğini idrak edeceklerdir. İslam öncesini ve İslam içerisindekini görünce en iyi idrak edecektir…” buyuruyor çünkü.

İnsanlar var olan alışkanlıklarını kolay kolay değiştiremez, ama İslam’la şereflenince gerçek özünü keşfederler.  Derken İslam insanlara ayna olur da.  Böylece beşeriyet, İslam aynasına baktığında kendi kendinin keşfini gerçekleştirir bile. Hele bir ateistin şuurlu Müslüman olduğunu düşünün, elbette ki baktığı o aynada geçmişine hayıflanıp Allah’a kul olmanın gerçek hürriyet olduğunu görecektir. Bu da yetmez kul olmanın idrakine varıp kendi iç dünyasında dirilişini gerçekleştirecektir. İşte bizim gelecekten kastımız, insanın kendisini keşfetmesi olayıdır. Çünkü insan zübde-i âlem (öz âlem)’dir. Hatta bazı âlimler insan için büyük âlem de demişlerdir.

Geçmiş ve gelecek köprüsünü anlamak için Peygamberimizin  “İki günü birbirine eşit kılan ziyandadır” hadis-i şerifinin sırrına vakıf olmak kâfidir. Peki, biz Müslüman’lar olarak bu hadis-i şerifin neresindeyiz. Şu bir gerçek  bu hadis-i şerifin mana ve ruhuna uygun hareket etseydik Filistin, Ortadoğu, Orta Asya,   Kafkaslar, Balkanlar vs. kan ağlamayacaktı.?  Ya da Hz. Mevlana’nın  “şimdi yeni şeyler söylemek lazım” mısraları idrak edebilseydik, şu an dünyaya nizam veren batı değil Müslümanlar olacaktı. Maalesef bizler hep geçmişin ihtişamıyla oyalanıp durduk. Oysa Mevlana’nın perspektifinden bakıp yeniyi aramalıydık. Bunun yerine maalesef geçmişin hatıralarını anmakla geleceği çözeceğimizi sandık. Net bir biçimde gelecek ile ilgili tavırlar ortaya koyamadık. Sürekli gelişmecilik kavramının uzağında kaldık.

Aydınlık yarınlar ve nurlu şafakların muştusunu, ancak gelişmeci zihniyete sahip insanlar verebilir. Ne düne takılıp kalmak, ne de geleceği inkâr eden bir yol haritası. İşte böyle bir pusula, gelecek için kanatlanmaya yeter artar da.

Mesaj verirken, hep dünün hatıralarına takılarak vermemeli. Geçmişin tecrübesiyle gelecek kurgusu kurmak şiarımız olmalı. Hz. Ali (k.v) “Beşikten mezara kadar oku” beyan buyururken bu noktaya işaret etmiştir. İnsan, hiçbir zaman doydum dememeli, açım demeli, Yani, bilim yönünden açım demeli. Açlığımız ilim açlığıdır diye tüm cümle âleme ilan etmeli de.

Geçmişten kopuk, sırf yenilikten söz edenlere de bir çift sözümüz olmalı. Unutmamalı ki, felaketlerde yenidir.  Her sabah uyandığımızda hiç umulmadık musibetlerle karşılaşmamız an meselesidir.  Dolayısıyla musibetler,  belalar, cinayetler vs. her şey yeni olabiliyor. Aslında bizim yenilikten anladığımız tarihle barışık, dinle barışık,  kendi öz kaynaklarımızla barışık bir yeniliktir. Tabii bu yeniliğin daha ötesi de var.  Hiç kuşkusuz ebediyete uzanan bir yeniliktir bu,  yani bizi ahret muştusuyla uğurlayan Hz. Mevlana’ya ölümü “Şeb-i Aruz” dedirten yeniliktir.  Elbette ki böylesi bir yeniliğe can kurban,   düşünsenize soluduğumuz dünyanın öteki âlemle irtibatını sağlayan böyle bir yeniliğe insan can kurban demez mi?  Bakın yıllar çok çabuk geçiyor, zaman su misali akıp gidiyor. Ve bu akan zamanı istediğimiz yerden kesme ya da istediğimiz yerden başlatma şansımızda yok, üstelik her akış ömürden gidiyor. Ve seneler seneleri kovalıyor. Ta ki, kabir kapısı gelinceye dek bu koşuşturma sürer de.

Madem sınırlı bir ömre sahibiz,  madem dünya gemisi bir limanda demirleyecek,  o halde baki olan Allah’a kavuşmak varken, Yunus’un;

Malda yalan

        Mülkte yalan

        Var birazda

        Sen oyalan dizeleri neden ruhumuzda yankı bulmaz ki?

Gerçek anlamda yeniliğe yelken açmak istiyorsak,  yıl içerisinde ne kadar karanlık hayat yaşamışsak, yılsonunda da eski günlere dönmemek kaydıyla yeni bir aydınlık hayat yaşayabiliriz pekâlâ.  Besbelli ki karanlık dünyamıza ışık salmadıkça aydınlık yarınlara koşmak pek mümkün gözükmüyor.

Sakın ola ki yenilik derken dış çehremizi allayıp pullamak anlaşılmasın, elbette ki kendi iç dinamiklerimizi müspet yönde harekete geçirmek anlaşılmalıdır. Kaldı ki kirlenmiş kalbin sahibine faydası yok ki etrafa da faydalı olsun.

Gün yeni bir beyaz sayfa açma günüdür.  O halde daha ne duruyoruz,   bunca yaşanmış tecrübelerden sonra geçmişimizden ibret alma avantajını kullanıp geleceğe kanatlanmak zamanıdır. Geleceğe kanatlanıldığında, biliniz ki gerçek yenilik o gün vuku bulacaktır.

Vesselam.

Alperen Gürbüzer

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.