tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Muhammed Işık

Gerçek Tarih Derneği Yönetim Kurulu Başkanı.

Bir medeniyetin kalbine tutulan aynalı bir tango: Hekaton’la Son Tango

14.04.2025
A+
A-

Mustafa Merter’in Hekaton’la Son Tango adlı yapıtı, günümüz insanının manevi çöküşünü işlerken, sosyal düzenleri ve öz benlikleri derinlemesine sorgulayan etkileyici bir sesleniştir. Kitap, sadece bir kültür değerlendirmesi olmakla kalmayıp, aynı zamanda insanın anlam arayışının güçlü bir ifadesine dönüşerek, okuyucuyu derin bir farkındalığa davet ediyor. 2023’te Ketebe Yayınları’ndan çıkan bu eser, 296 sayfasında mitoloji, ruh bilimi ve toplumun aksayan yönlerine dair tespitleri bir araya getirerek bir dönemin zihniyetini irdeliyor.

Merter, Hekaton’da Yunan mitolojisinin çok başlı devlerinden Hekatonkheires’i yeniden kurguluyor. Bu dev, eski mitolojinin karanlık derinliklerinden modern zamanların krizlerine bir köprü kuruyor. Hekaton, insanın kimlik ve aidiyet arayışının, toplumun baskıları altında nasıl şekillendiğini simgeliyor. Günümüz dünyasındaki manevi dağılma, Hekaton’un çok başlı özelliğiyle somutlaşıyor. Her bir baş bir yönü gösterirken, bu farklı yönlerin birleşimiyle yitirilen insan ruhu, kitabın temel konusunu oluşturuyor. Hekaton, mitolojik bir karakter olmanın ötesine geçerek, insanın derinlerindeki karmaşayı, modern dünyadaki anlam arayışının yarattığı ıstırabı yansıtan etkili bir sembole dönüşüyor.

Kitap, özellikle aile düzenindeki değişim ve bunun insanın manevi dünyasındaki olumsuz etkileriyle dikkat çekiyor. Merter, yalnız başına var olmanın abartılmasının, sosyal ilişkilerin zayıflamasına yol açtığını ve bunun, yerleşik inançların sarsılmasıyla birlikte, insanın manevi dünyasında derin bir köksüzleşmeye ve kendine yabancılaşmaya neden olduğunu irdeliyor. Çağdaşlaşma ve bağımsızlık arzuları, görünürde insanı özgürleştiriyor gibi dursa da, aslında onu yalnızlığa itiyor ve derin bir anlamsızlık hissine sürüklüyor. Merter’in bu yaklaşımı, modern toplumun sığ özgürlük anlayışını geçersiz kılıyor. Kitabın en dikkat çekici alıntılarından biri, cemiyetin ilişkilerinin zayıflamasının insan üzerindeki tahrip edici sonuçlarını çok çarpıcı bir biçimde gösteriyor:

“Terbiye ortadan kaldırılınca ‘özsaygı’ kazandıralım derken erken yaşta gebe kalan, suç işlemeye, alkolizme, uyuşturucu kullanmaya yönelen ya da bedelini ödemeden maddi-manevi her şeye sahip olma hakkına sahip olduğunu düşünen bir nesil doğdu.”

Bu alıntı, Merter’in toplumun çürüyen kıymetlerini, insanların kendine saygısı olmadan yetişen bir nesil üzerinden eleştirdiğini gösteriyor. Burada, kişinin kendine karşı sorumluluğunun ve ahlaki sınırların zayıflaması, sosyal yapının genelindeki bozulmaya dair güçlü bir uyarıdır. Kendine saygı ile benimsenen ilkeler arasındaki bağ kopmuş ve onun yerine, “özgürlük” adı altında yapılan keyfi ve düşüncesiz davranışlar geçmiştir. Merter’in bu eleştirisi, yalnız başına var olma anlayışının aslında bir tür sosyal hastalığa dönüştüğünü ve insanın kendi özünü ararken kaybolduğunu düşündürüyor.

Başka bir alıntı ise, kadın ve erkek oluşlarındaki değişimi ve bu değişimin aile düzenindeki yansımalarını inceliyor:

“Erkeksi bir varoluş tarzı benimseyen bir kadının, özellikle annelik duygusuna gereksinim hissetmemesi, evlilik motivasyonunu azaltabilir ve diğer etkenlerin yanı sıra evlilik yaşını yukarılara doğru çekebilir.”

Bu söz, kadınların toplum içindeki yer ve benliklerinin geçirdiği değişimi incelerken, çağdaş dünyada kadınların sosyal baskılar ve kendi arzuları arasında nasıl bir gerilim yaşadığını gösteriyor. Merter, kadınların erkek egemen toplumun zorlamalarından sıyrılmaya çalışırken, bu kurtuluşun yerleşik aile düzeni ve annelik duygusuyla çelişen bir bağımsızlaşma biçimine dönüştüğünü ifade ediyor. Bu zıtlık, sosyal ilişkilerin zayıflamasıyla, insanın manevi dünyasında bir uzaklaşmaya da yol açıyor.

Mustafa Merter’in Hekaton’la Son Tango adlı eserinde dijitalleşmenin ve sanal gerçekliklerin, insanın varlığını temelden değiştiren olgular olarak işlenmesi, kitabın çağdaş dünyanın manevi ve sosyal yapısındaki bozulmaya dair sunduğu derinlemesine incelemelerden birini oluşturuyor. Merter, dijital evrenlerin sunduğu sınırsız benlik seçeneğinin, insanın kendi öz dünyasından ne denli koptuğunu ve dış görünüşlerin insanın kimliğini nasıl belirlediğini belirtiyor. Dijital alanda oluşturulan benlikler, sanal karakterler aracılığıyla kurulan bir gerçeklik algısı, insanın öz varlığını yapay bir yanılsamaya çeviriyor. Bu bağlamda, sayısallaşma yalnızca yaşam tarzımızı değil, kimliğimizin kaynaklarını ve varlığımızın dayanaklarını da tehlikeye atan bir değişim sürecine işaret ediyor.

Kitapta Merter, dijital evrenlerin sunduğu sınırsız seçim özgürlüğünün, gerçekte algoritmalar tarafından biçimlendirilen ve daraltılan sınırlar olduğunu savunuyor. Burada, “dijital tanrıların” etkisiyle özgürlük duygusunun aslında bir yanılsamaya dönüşeceği öne sürülüyor. Sanal karakterler aracılığıyla sunulan bu sanal özgürlük, dışarıdan bakıldığında insanlara sonsuz bir seçim alanı sunuyor gibi görünse de, temelde bu seçimlerin algoritmaların ve dijital evrenlerin tasarımları doğrultusunda belirlendiği bir gerçekliktir. Merter bu durumu, dijital dünyadaki serbestliğin aslında insanın öz dünyasında bir bozulmaya ve manevi bir yıpranmaya neden olan bir süreç olarak değerlendiriyor. Merter’in bu görüşünü çarpıcı şekilde ortaya koyan bir ifade şöyledir:

“Metaverse veya diğer adı ile Zuckerland’in içine girdikçe çok ilginç şeylerle karşılaşacağız gibi görünüyor; kendi akıllarına göre bir ‘Tanrı’ yaratmak istiyorlar ve tabii ki bu Tanrı’nın kullarının da olması lazım. İşte burada ‘ruh’ ikizlerimiz, yani ‘avatar’larımız devreye giriyor. Elbise dolabından elbise seçer gibi, seç seç al; üç boyutlu, inanılmaz benzerlikteki ikizlerimizle, neyi hayal ettiysek öyle olabiliyoruz.”

Bu ifadede Merter, dijital dünyanın sunduğu serbestliklerin aslında insanı kendi özünden uzaklaştıran bir çeşit yapaylık meydana getirdiğini anlatıyor. Sanal benlikler, sadece görünen bir suret olmanın ötesinde, kişinin öz kimliğinin yerini alan anlamsız bir simgeye dönüşüyor. Bu yapay kimlik, gerçek bir varoluş tecrübesi yerine, sadece dijital bir yanılsamanın parçası olma yolunu açıyor.

Merter, kadın ve erkek olmaya dair de derin bir inceleme sunuyor. Celal ve Cemal kavramları vasıtasıyla, insanların kendi içindeki dengeyi bulma çabasını ve sosyal benliklerin nasıl oluştuğunu aktarıyor. Kadın ve erkek arasındaki uyumu sadece sosyal kurallarla değil, her insanın özünde bulunması gereken bir uyum olarak ele alıyor. Buradaki düşünce, toplumdaki karmaşanın giderilebilmesi için kendi içinde dengeyi kurabilen insanların önemini belirtiyor.

“Kadın, potansiyel olarak derinliklerinde bir ‘celal’ çekirdeği taşırken erkek de bir ‘cemal’ çekirdeği taşır. Bu çekirdek hayat boyu farklı durumlarda uyanmaya hazır bir potansiyel gibidir.”

Merter’in bu yaklaşımı, kadın ve erkek olmanın sadece fiziksel değil, manevi bir dengeyi de kapsadığını gösteriyor. Celal ve Cemal kavramları, yin ve yang, anima ve animus gibi daha geniş manevi sembollerle benzerlik taşıyor. Her insan, hem dişil hem de eril gücü içinde bulundurmalıdır; bu güçlerin ahenkli bir birlikteliği, insanın kendi özündeki dinginliği ve dolayısıyla sosyal dengeyi mümkün kılıyor. Sosyal karmaşanın nedeni, bu öz denge kaybında ve kadın-erkek rollerinin zorla kabul ettirilmesinde yatıyor. Ancak Merter, bu fikirlerini bir adım ileri götürerek, kadın-erkek olmanın alışılagelmiş yorumlarından uzaklaşmanın sosyal ve manevi sağlık üzerindeki etkilerini de irdeliyor. Başka dikkat çekici bir ifadeyle, eşcinselliğin dünya çapında artan yaygınlaştırmasıyla birlikte, bu değişimin manevi ve fiziksel sıhhat üzerindeki olumsuzluklarına işaret ediyor:

“Hem beden hem de nefs sağlığına büyük zarar veren, ortalama hayat beklentisini yirmi yıl kısaltan kadın ve erkek eşcinselliği, eş zamanlı küresel propaganda sayesinde günümüzde patlama durumuna gelmiştir.”

Bu ifade, Merter’in kadın ve erkek oluş ve cinsellik konusundaki eleştirilerini daha sert bir şekilde dile getirdiği bir noktadır. Ancak burada, sosyal ve biyolojik sağlığın korunmasına dair verdiği mesajları da dikkatle okumak gerekiyor. Merter, kadın-erkek rollerinin sadece biyolojik dayanaklarla değil, aynı zamanda manevi ve etik yönleriyle de ele alınması gerektiğini savunuyor.

Mustafa Merter’in Hekaton’la Son Tango adlı eserinde, dünya çapındaki projelerin ve kitle iletişim araçlarının insanlar üzerindeki etkisi, çeşitli açılardan ele alınan mühim bir husustur. Merter, yayın organlarının sosyal değerleri biçimlendirmedeki gücünü, düşünce sistemlerini yaygınlaştırmadaki rolünü ve kimlik oluşturmada nasıl bir araç haline geldiğini etkileyici bir şekilde sorguluyor. Bu çerçevede, yayın organlarının sunduğu “gerçeklik,” zamanla daha gerçek kabul edilmeye başlanıyor ve insanlar, bu yapay gerçekliğin içinde oluşan sosyal kurallara göre yaşamaya başlıyor. Dünya çapındaki tasarımlar, sosyal yapıları yönlendirerek, insanların düşünce ve manevi sınırlarını daraltıyor. Yayın organlarının bu kuralları olağanlaştırma süreci, sapkınlıkların dahi sosyal normlar haline gelmesine neden oluyor. Bu durum, insanın özüne yabancılaşmasının ve benlik bunalımlarının en büyük sebeplerinden birini oluşturuyor. Merter, bu durumu güçlü bir şekilde vurguluyor:

“Dikkatimizi çevreden merkeze doğru çevirdiğimizde bütün oklar aileyi ve insanlığı hedef alıyor; esas amaç çekirdek aileyi ve dahası, insanlığı yok etmek.”

Bu ifade, Merter’in sosyal bünyenin, özellikle ailenin ortadan kaldırılması amacıyla nasıl bir amaç haline geldiğini ifade ettiği önemli bir konudur. Temel ailenin derinden sarsılması, insanların manevi dağılmasını ve sosyal ilişkilerin zayıflamasını hızlandırıyor. Aile, hem kişisel benliklerin oluşturulduğu bir zemin hem de sosyal düzenin esaslarının atıldığı bir yapı olarak, ortadan kaldırılması istenen bir müessese olarak beliriyor. Merter burada, kitle iletişim araçlarının bu yapıyı nasıl yönlendirdiğini ve aileyi bir amaç haline getirdiğini eleştiriyor.

Kitapta ayrıca, Merter’in inançlılık, çekememezlik ve manevi dayanıksızlık arasındaki girift ilişkiyi derinlemesine incelediğine tanık oluyoruz. İnançlılık, başlangıçta bir dinginlik ve öz denge arayışı olarak ortaya çıksa da, zamanla çekememezlik ve hoşgörüsüzlükle iç içe geçebilir. Merter, bu üç durumun insanların öz çatışmalarına ve sosyal etkileşimlerine nasıl yansıdığını dikkatle inceliyor. Din, başlangıçta kişiyi manevi bir dinginliğe ulaştırma amacı taşırken, zamanla bu dinginlik, diğer insanlara karşı hoşgörüsüzlüğe ve çekememezliğe dönüşebilir.

“Aile kurmak, evlenmek, çocuk sahibi olmak gençleri ilgilendirmiyor; zaten hayvanlarla kurulan ilişki daha az sorumluluk gerektiriyor; daha konforlu, bir çeşit ‘kendini kandırma’ çünkü bir insanın kendi yavrusu ile kurabileceği ilişkinin komunikatif ve metakomunikatif inceliklerini taşımıyor bu ilişki. Bunun için de yeterince doyum vermiyor, hep bir eksiklik kalıyor ve evinde onlarca kedi, köpek ve her türlü hayvan ile yaşayan insanlar meydana çıkıyor.”

Bu görüş, Merter’in çağdaş hayattaki insanların, mesuliyetten uzak durduğuna ve bunun neticesinde, insanlarla kurulan derin ilişkilerin yerine, daha az sorumluluk gerektiren ve derinliği olmayan bir bağ olan hayvanlarla iletişim kurmaya yöneldiğine dair dikkat çekici bir saptamasıdır. Bu “aldatma” halinin, insanların özündeki boşluğu gidermek için bir çeşit kurtuluş yolu olduğunu vurguluyor. Ancak, bu ilişkilerdeki noksanlıklar ve tatminsizlik, insanların manevi gereksinimlerini karşılamaz, bu da daha büyük bir öz boşluğuna ve tek başınalığa sebep olur. Merter, aynı zamanda dinin “teslis” batıl inancıyla olan ilişkisini de eleştiriyor. Toplumun, dini reforme etme arzusuyla yanlış bir yola saptığını, bunun sonucunda ise kapitalist, sömürücü düzenlerin doğduğunu belirtiyor:

“Esas meselenin ‘teslis’ batıl inancında olduğunu anlamadıkları için, dine reform getirelim ve onu yeniden yapılandıralım derken, bütün bir medeniyet şeytana teslim olur ve sonuç olarak ‘ölümüne’ bir hırs ile körüklenen kapitalist, sömürücü düzen ortaya çıkar.”

Bu ifade, Merter’in dini sadece bir manevi dinginlik aracı olarak değil, aynı zamanda sosyal düzenin esaslarıyla bağlantılı bir olgu olarak değerlendirdiğini gösteriyor. Din, insanların manevi öz yolculuklarını şekillendirirken, çağdaş dünyanın kazanç hırsı ve toplumun kıymetlerini ortadan kaldırma isteğiyle mücadele ediyor. Merter, bu değişimi bir çeşit manevi yıkım olarak nitelendiriyor. Merter ayrıca, modern toplumda “baba parası yiyen” ve sorumluluk almaktan kaçan bir neslin ortaya çıkmasından da bahsediyor:

“Otuz-otuz beş ve hatta daha ötesi yaşlara geldikleri halde baba parası yiyen, istedikleri olmadığında öfke krizlerine giren, mutsuz ve kaygılı bir nesil ortaya çıktı.”

Bu, Merter’in insanların sorumluluk almaktan çekinerek, toplumun sunduğu hazır sisteme ve emniyete sığınmalarını eleştirdiği bir diğer önemli husustur. İnsanlar, sadece çevresel desteklerle varlıklarını devam ettirirken, öz olgunlaşma ve gerçek bağımsızlıktan uzaklaşıyor. Bu durum, sosyal hayatta endişe, mutsuzluk ve kızgınlık nöbetlerinin çoğalmasına neden oluyor. Mustafa Merter’in Hekaton’la Son Tango kitabının son kısımları, yıkıcı sosyal ve dünya çapındaki buhranlar karşısında sadece bekleyiş içinde olmanın yetersiz olduğunu, bunun yerine elle tutulur eylemlerle sosyal dönüşüm için adımlar atılması gerektiğini vurgulayan güçlü bir sesleniştir. Merter, toplumun ve insanların sadece bir beklenti içinde olarak geleceği şekillendiremeyeceğini, bilakis bu beklentiyi harekete geçirecek eylemlerle desteklemeleri gerektiğini savunuyor. Kitap, yalnızca bir eleştiri ve inceleme değil, aynı zamanda bir çözüm önerisi sunuyor. Merter, bu çözümün, sosyal değişimin temellerini oluşturacak öz eylemlerle mümkün olduğunu ifade ediyor.

“Tevhidi bozduğu için ruhu zedelenmiş Avrupa insanı, bir yandan yapılan keşiflerle dünyaya hükmetme sarhoşluğu yaşarken, bir yandan da iç parçalanmışlığın derin acısını çeker ve Nietzsche örneğinde olduğu gibi bir ‘kurtarıcı’ aramaya devam eder. Bazı ‘kurtarıcı’lara da peygamberlik beklentisi de yüklenince, Avrupa başta olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde ‘-izm’ sahte peygamberleri meydana çıkar.”

Merter, Batı dünyasının özündeki bölünmüşlüğe dair derin bir tespit sunuyor. Avrupa’nın, birliğini bozarak manevi bir boşluğa sürüklendiğini ve bu boşluğu doldurmak için sürekli bir kurtarıcı arayışına girdiğini belirtiyor. Ancak, sahte kurtarıcıların ve düşünce sistemlerinin toplumu nasıl yönlendirdiğine dikkat çekiyor. Bu durum, Batı dünyasının aslında çözüme değil, aldatmacalara yöneldiğini gösteriyor. Bu noktada sosyal bir değişim için düşünce sistemleri yerine öz sorumluluğu ve elle tutulur eylemi öneriyor.

“İdeolojik yaklaşımların dışında dindarların seçilmesi ise yine insanın başka bir zaafından kaynaklanır; kendi yaşayamadığı rahatlamanın dindarlarda yaşandığını gördüğünde kişi çok acı veren bir imrenme, hatta haset hisseder. Çevreye yapılan bu saldırılar aslında bir imdat çağrısı gibidir, ama sonuçları çok yıkıcı olabilir.”

Merter’in inançlılık üzerine yaptığı önemli bir saptamayı yansıtıyor. Çağdaş insanın inançlılara duyduğu kıskançlık ve kin, aslında sosyal bir noksanlığı işaret ediyor. Kişi, sahip olamadığı manevi huzuru başkalarında görüp, bu durumu bir tehdit olarak algılıyor ve neticede çevreye yönelik saldırgan bir tavır geliştiriyor. Merter, bu tür saldırıların aslında özündeki boşluğun ve ıstırabın yansıması olduğunu belirtiyor. Sosyal yapının bozulması, bu tür manevi boşluklardan besleniyor.

“Bakın nereden nerelere geldik… Önce terbiyesiz eğitim sistemi, sonra erkek-kadın yaratma, baba otoritesinin yıkılışı projeleri, cinsel sapıklığın her türlüsünün kasıtlı bir şekilde yaygınlaştırılması, toplumsal cinsiyet, yeni bir insan modeli yaratma hezeyanı ve sondan bir evvelki nokta: tanrı insan…”

Merter’in sosyal eleştirisi, eğitimden kadın-erkek konularına kadar geniş bir alanı kapsıyor. O, çağdaş toplumun, insanların kimliklerini ve sosyal rollerini hiçe sayan bir değişim içinde olduğunu savunuyor. Aile düzeninin ve otoritenin zayıflaması, Merter’e göre, sosyal yapının temel unsurlarının sarsılmasına neden oluyor. Bu çöküşün ardında, insanların öz değerlerden uzaklaşarak, sığ ve sapkın bir yaşam biçimini benimsemeleri yatıyor.

“İsrailoğullarına gönderilen bütün peygamberler ile Hz. Musa [as] ve Hz. Harun [as], Müslümanların da peygamberidir ve hatta Müslümanlar çocuklarına onların adlarını verirler. Daha da ötesi, Yahudiler özellikle biz Türklerden hiç kötü muamele görmemişlerdir; tam tersine yukarıdaki bölümlerde açıkladığımız gibi, İspanyol Engizisyon zulmünden kaçan Sefarad Yahudileri Avrupa’da sığınılacak yer olarak Osmanlı Devleti’ni bulmuşlar, din hürriyeti yaşayıp ticaret yapıp zengin olmuşlardır.”

Burada Merter, dini müsamahayı ve kültürel zenginliği vurguluyor. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda farklı inançlardan insanların bir arada barış içinde yaşayabilmelerinin altını çiziyor. Bu, Merter’in cemiyetlerin öz değerlerine ve hoşgörüye ne kadar ihtiyaç duyduğunu savunduğu bir başka önemli konudur. O, sadece öznel değil, sosyal bir dinginliğin de ancak hoşgörü ve karşılıklı saygı ile mümkün olacağını belirtiyor.

“Artan bencilliği düzeltmenin en etkili yolu olarak, erken yaşlardan başlayarak, ortaokul, lise çağındaki çocukları ve üniversite öğrencilerini hayır faaliyetlerine teşvik etmeliyiz. Mesela üniversitelerde lisans, lisansüstü, doktora öğrencilerine bir puanlama sistemi çerçevesinde, hayır projelerine katılmayı şart koymalıyız.”

Merter, egoizmin ve öz çıkarın baskın olduğu bir dünyada, sosyal sorumluluğun ve dayanışmanın desteklenmesi gerektiğine inanıyor. Bu, yalnızca akademik başarının değil, aynı zamanda sosyal sorumlulukların da ödüllendirildiği bir sistemi gerektiriyor. Merter’in önerisi, gençlerin sosyal hassasiyetlerini artırarak, ortak bir bilinç geliştirmelerini sağlamak içindir.

“Otoriteyi bütün kötülüklerin başı olarak göstermenin bir de politik yönü vardır; işlerine gelmeyen devlet başkanları, idareciler, başarılı da olsalar, sırf otoriter oldukları için, özellikle gençlerin gözünde, istenmeyen hatta nefret edilen kişi haline getirilebilir.”

Merter, güce karşı hissedilen tepkinin siyasi bir boyutu olduğunu belirtiyor. Ancak bu tepkinin, gerçek bir sosyal çözüm değil, genellikle gençlerin öz isyanlarının ve yönlendirilmiş kızgınlıklarının sonucu olduğunu savunuyor. Gücü sadece bir olumsuzluk olarak görmek, cemiyetin daha derin sorunlarına ışık tutmaktan ziyade, sığ bir öfke patlamasına neden olabiliyor.

Hekaton’la Son Tango, sadece bir kültür değerlendirmesi olmanın ötesine geçiyor; öznel bir bilinçlenmeye ve sosyal bir değişime davet eden, derin felsefi katmanlar içeren bir metin olarak beliriyor. Mustafa Merter, çağdaş insanın manevi dağılmasını ve sosyal çözülmeyi derinlemesine incelerken, bu krizlerin ardındaki etkenleri sorguluyor ve insanın bu karanlık dönemde nasıl bir değişim yaşayabileceğine dair güçlü bir öneri sunuyor. Kitap, öznel ve sosyal seviyede bir yeniden varoluşu amaçlayan bir çağrı olarak, sadece eleştirilerin ötesine geçiyor; aynı zamanda çözüm önerileriyle de okuyucuyu harekete geçmeye davet ediyor. Merter’in, sayısallaşma, aile düzeninin dönüşümü, kadın-erkek rolleri ve kimlik konularına dair sunduğu cesur bakış açısı, okuyucuyu düşünmeye sevk etmekle kalmaz, aynı zamanda manevi bir yeniden varoluşa ulaşmak için elle tutulur adımlar atmaya yönlendiriyor.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

  1. Şahin Aii Şen dedi ki:

    Nefis analiz. Kitabı okumuş gibi oldum. Tebrikler..