Ayakkabı
44 Günlük Karabağ Savaşı Zaferinin Üçüncü Yıldönümüne Bir Armağan
(Hikaye)
Mürsel, esneyip gevşeyerek avluya çıktı, bahçede semaver yakmaya çalışan karısı Gülgez`le selamlaştı. Gözleri semaverin dumanından yanarak acıyan Gülgez yan yan eşini süzdü: “Neler oluyor, Hasanhan`ın zurnası gibi yine sabah erkenden kalkmışsın?” diye söylendi.
Karısının şakasından pek alınmadı, dudağı bile kaçmadı. Donup kalmıştı. Sanki uykudan yarım kalkmış gibiydi. Yutkunarak boğazını temizledi, sakin fakat amirane, tok bir sesle, “Kendi zurnanı çalsana, sabah sabah Hasanhan’ın zurnasıyla ne işin” diye karısına kızdı.
“Olmaz olaydı… Hiç olmaz benim zurnamdan.”
Gülgez fazla bekletmedi, hemen laf soktu.
“ Böyle oldu, demek ki. Beğenmezsin şimdi beni.”
Mürsel alındı.
“ Evet ya, bundan sonra sana ne gerek var ki.. Bir ayağın burada, öbürü çukurda.”
Mürsel istemeden ayağına bakarak sustu. Birkaç saniye sonra sıcak bir sesle, “Bakar mısın ya, Gülgez, diyorum ki, acaba Korkut Ata o zamanlar bacağın ismini neden baldır koymuş ki? Adam ağzının tadını mı kaybetmiş, acaba? Bacakta ne tatlılık olacak ki?” diye sordu.
“Yaa, o senin bacağını kastetmemiş ki!”
Gülgez yeniden saldırıya geçti.
“Belki, senin damarları çıkan bacağını kastetmiştir,” diyerek Mürsel karısının konuşmasının taklidini yaptı.
“Şimdi böyle konuşursun.”
Bu defa da Gülgez kızdı ve kızgınlığını saklamadı dahi.
“Herkes güzelliğime bayılıyordu. Beni bu hallere koydun, şimdi de beğenmez oldun. Hatırlıyor musun bohçacı Semaye`yi (kocasının ağzını açmaya fırsat bile vermeden devam etti), beni her gördüğünde hayıl-mayıl olup diyordu ki, “Kız, vallahi de senin bu kalçaların bende olaydı da, üstüne oturmağa bile kıyamazdım.”
Gülgez`e konuşmak için konu gerekirdi, o da bu konuyu bulmuştu. Uzun yılların hayat tecrübesinden Mürsel bunu güzel biliyordu. Şunu da biliyordu ki, karısı bir konuşmaya başladıysa, en az bir saat susmayacak. Bir tek çare vardı. Tatlı dille aradan sıvışmak:
“Gülüm, biraz bahçede gezeyim, canım sıkılıyor neyse. Çay hazır olunca çağırırsın.”
Mürsel sıcacık sesle karısına yalakalık yaptı ….
Gülgez hiçbir şey söylemedi, ama kocasına öyle bir sert bakış fırlattı ki, dövseydi, bundan daha iyiydi.
**
Rengarenk çiçekler açan ağaçların arasında dolaşmak, insana özel bir rahatlık, zevk verir. İnsanın içi sanki çiçekler açar. Geçen yıl bahçeye dikilen aşılanmış fidelerin çoğunu bu yıl hasat yapacaktı. Açan her çiçek bir meyve demektir. Bu düşünce bile Mürsel`e paha biçilemez bir zevk veriyordu.
Adım adım yürüyerek dut ağacına yaklaştı. Sağ olmuşlar dut ağacını gelin gibi süslemişlerdi. Artık dallarını keserek, ona şekil vermiş, gövdesini belli bir yere kadar beyazlatmışlardı..
Ama tüm bunlar onun yaşlandığını saklayamazdı. Aynen sahibi gibi, yüzünde, gövdesinde her yıl artan kırışıklıkları gittikçe daha da derinleşerek, sanki uzaktan “ben yaşlanmışım,” diyerek içini çekiyordu.
Sağ eliyle ağacın gövdesini hafifçe okşadı. Gözleri yaşla doldu. Yıllar üst üste gelerek kendi işini yapmıştı. Dut ağacı bu bahçede Mürsel`in kendi eliyle diktiği tek ağaçtı. Dut ağacı onun sanki özbeöz çocuğu, yavrusuydu. Bu ağaç nelere, nelere tanıklık yapmamıştı ki… O zamanlar mültecilik döneminde Mürsel iki en yakınını, sevdiğini bırakıp gitmek zorunda kalmıştır. Birisi ihtiyar babası, öbürü yavru dut ağacı… Gitsin o günler, bir daha gelmesin…
Ermeniler ansızın baskın yapmışlardı. Gece yarıdan geçmişti. Zifiri karanlıktı. Göz gözü görmez olmuştu. İhtiyar babası yatakta ölüm kalım mücadelesi veriyordu… O gece her şey çok ani, çok hızlı gelişti…
“Çocukları al, kaç buradan, beni merak etme,” demişti babası.
“Bana dokunmazlar. Önemli olan onların eline geçmemenizdir. Bir de baktın, alıp üstünüze attılar beni de. Ne yapacaklar ki, beni?”
Çok ısrar etmişti: “Seni burada bırakamam. Arkama alayım, belki yolda araba falan buluruz.” Bir türlü babasını razı edememişti.
“Dağı aşamayız, hepimiz ellerine geçeriz. Dağda derede kurda kuşa yem olacağıma kendi evimde öleyim,” demişti.
O gece babası ve dut ağacıyla helalleşip gitti… O gece nankör evlat babasını, nankör baba evladını, yavru dut ağacını bırakıp kaçtı. Dişiyle tırnağıyla yaptığı yuvasını, evini barkını, çiftliğini bırakıp kaçtı… Ve babasının onu bir ömür boyu yakacak yaşlı gözlerini de kendisiyle götürdü. Bu bakışlardan başka bir nişane kalmadı… Ne öldüğü, ne de sağ kaldığı bilindi.
O gece, yenice İrevan`dan aldığı, ayağına giymeye kıyamadığı çok beğendiği o ayakkabılarını giydi. (Ayakkabı hastasıydı. En beş çift ayakkabısı vardı.) O gece İrevan`dan aldığı ayakkabılarını giyerken kendine bir söz verdi. Göz yaşı işinde bir yemin etti… Bir gün bu ayakkabılarla yuvasına geri dönecekti…
Evden başka hiçbir şey alamadılar… Sadece canlarını götürüp kaçtılar…
Köylüler sanki birbirlerine küsmüş gibiydiler. Yalnız gerektiğinde konuşuyor, zor bela dağa tırmanmaya çalışan çocuklara ve yaşlılara sessizce yardım ediyorlardı. Herkes birbirinden utanıyordu. Herkes birilerini ve bir şeylerini bırakıp çıkmak zorunda olmuştu.
Zurnacı Hasanhan eliboş olduğu için, geride kalan herkese yardımcı olabiliyordu. Zurnacı Hasanhan`ın koynuna koyduğu zurnasından başka hiç birşeyi ve kimsesi yoktu. Gençken bohçacı Semaye`ye sevdalandığını diyorlardı. Babasının, “Ben kızımı bir zurnacıya asla veremem, el alem beni maskara yapar,” diyerek evlenmelerine izin vermediğini diyorlardı. Bu yüzden zorla dört aylık evlilikten sonra ne Semaye`nin, ne de Hasanhan`ın yeniden evlenmediğini diyorlardı.
Hasanhan`ın garip bir şakeri vardı. Her sabah erkenden kalkar zurnasını çalmaya başlardı. Onun bu şakerine kimse kızmazdı. Köylüler zaten sabah erkenden kalkarlardı. Kalkmayanlara bile zurnanın sesi bir başka zevk verirdi. Hem kimi kimsesi de yoktu, hem de herkesin hayır şerine yaradığı için köyde herkes severdi Hasanhan`ı.
**
Mürsel o gün de sabah erkenden kalkmıştı. Şaka gibi değil, yıllar sonra bırakıp kaçmak zorunda olduğu yuvasına geri dönmüştü. “Güzel evim, genç evim” diyerek yüz gözünü toprağına sürmüştü.
Nereye baksan yenileme çalışmaları dikkat çekiyordu. Her şey modern, her şey yepyeniydi. Her adımda, devletin bakımı, insan severliği ve yardımseverliği ile karşı karşıya geliniyordu. Allah’tan dut ağacına dokunulmamış, ağacın etrafında güzel bir bahçe yapmışlardı.
O gün uzun yıllar ayrı düştüğü yuvasında, yeni evinde, sevinçten uyuyamadığı ilk gecenin sabahı esneyip gevşeyerek avluya çıkmıştı. Etrafı dinlemiş, çiçek kokulu dağ havasını içine çekmişti. Bu topraklarda yaşamaya da, ölmeye de değerdi. O, şimdi kendi evinde, yuvasında ölmek isteyen babasını çok iyi anlıyordu.
Birdenbire uzaktan kara zurnanın sesini duydu. Bu, Hasanhan`dı, başka kim olucaktı ki. İçine garip bir sevinç doldu. Otuz yıldan çoktur ki, bu ses rüyalarına giriyordu. Umutlarını kaybetmişti artık, bir daha onun sesini duyacağına inanamıyordu. Birdenbire deli gibi yerinden fırladı. Kapıya varınca geri döndü. Bir zamanlar İrevan`dan aldığı, ayağına giymeye kıyamadığı sevimli ayakkabılarını geydi ve aceleyle kapıdan dışarı fırladı. Az çok koşarak zurnanın sesine doğru yürüyordu. Sonra koşmaya başladı. Sonra nasıl olduysa dağlara yüz tuttu.
Bağırmak istiyordu. En yüce zirveye çıkarak tüm gücüyle haykırmak istiyordu. Kalbi az kala yerinden çıkacaktı. İçinde tuttuğu çığlık, boğazında bir kıkırdama ve inilti gibiydi. Yapabildiğince bacaklarına güç verdi. Ve birden… Uçtu… Kuş gibi uçtu… Sanki kuş kanatları takmış gibiydi. Kalbi çırpındı. İçini çekerek çok yüksekten olmasa bile, biraz yukarıdan seyr eyledi toprağını. Sonra zevkle gözlerini kapadı…
**
Hastanede gözlerini açınca mayına bastığını anladı. Sağ bacağı dizden aşağı kesilmiş, köy mezarlığına gömülmüştü. Tuhaf bir şekilde ayaklarını düşündü, kendi kendine gülmek istedi. Dudağına küçük bir gülücük kondu bile…
O günden Gülgez demişken, bir ayağı burada, biri de çukurda yaşayıp gidiyordu. O günden her Cuma İrevan`dan aldığı ayakkabının birini giyip mezarlığa gider, sağ bacağını ziyaret ederdi. Garip duygulara dalardı orada, acaip fikirler gelirdi aklına.
Bu tuhaf bir duyguydu… Hem de çok tuhaf. Burada gömülen o ayakkabısız ayağın senin bir parçan olduğunu anlıyorsun. O parçanın yavaş yavaş toprağa karışıp toprağa dönüştüğünü anlıyorsun… O toprağın SEN olduğunu, senin bir parçan olduğunu, senin VATAN’ın olduğunu anlıyorsun… O parça bırakılabilir mi hiç?!..
Yazan: Usta Veysel
Usta Veysel (Seyfullayev Veysel Guruş oğlu) 30 Ocak 1973 tarihinde Azerbaycan’ın Celilabad şehrinin Alar köyünde doğdu. Şair, yazar Usta Veysel’in “O Dünya” isimli bir roman
ı ve “Tenha Yıldız” (1998), “Revmatizm” (2019) gibi şiir kitapları yayınlanmıştır.