Bir epifani olarak “simgesel değiş tokuş ve ölüm”
Muhtemeldir, şuurumda, benim bile ancak yıllar sonra fark ettiğim esas kırılma, Jean Baudrillard’ın “Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm”ünü okuduğum zamanlarda olmuştur ve yine muhtemeldir, içimde değişen ve dönüşen her şey o eserden izler barındırmaktadır.
Bazı kitaplar vardır, neredeyse mecburen başlarız, sonra sayfa sayfa kayboluruz onlarda. Bizi öyle sürüklerler ki, son sayfasına nasıl geldiğimizi bile anlamayız. Bazılarının ise her sayfasını iflah olmaz bir sıkıntıyla çevirir, esnemeler ve uzaklara dalıp gitmelerle son sayfaya geleceğimiz günlerin hayalini kurarız. Bu hayalin vadesi uzadıkça çare basittir oysa kapağını kapatmak ve rafa koymak kâfidir.
“Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm” benim için tarif ettiğim ilk kitaplardandı işte. Mecburen başlanıp, son sayfasına nasıl geldiğimizi anlamadığımız eserlerden. Nasıl rastlamıştım bu kitaba? Hatırlıyorum, büyük bir kitap merkezinin ikinci katındaki büyük raflar arasında ince bir hayalet gibi süzülüyordum. Öğlen vaktiydi. Dışarıda kara kışın ak meyveleri; kar taneleri iniyordu caddeye. Bu kitap, şu kitap, o kitap… Derken, bir kitap! Kapağında Hugo Simberg’in “Yaralı Melek”i, Hani şu, gözleri kapalı bir meleği taşıyan iki genci tasvir eden ürpertici eser. Şaşkınlıkla açtım sayfalarını. İncelerken içindeki birkaç cümlede kayboldum. Hemen aldım, getirdim, kitaplığıma koydum. Bir gece vakti kitaplığımda çarptı gözüme. Birkaç sayfa okuyup, sonra nedendir bilmem, onu yeniden rafa bıraktım. Günler geçti, bu böyle olmayacak dedim ve bir mecburiyet duygusuyla yeniden araladım kapağını.
Baudrillard’ın ifade biçimine aşina olmasam da, ne dediğini anlıyor ya da anlamak istiyordum. Daha önce aklımın ucundan geçmiş şeyleri bir kuram dâhilinde anlatıyor, daha önce düşündüklerimi, bilmediğim şekilde söylüyordu. Yaz mevsimi, balkonumun mavi manzarasından geçen köpük köpük bulutlara başımı kaldırıp bakıyordum, elimde bu kitap, son sayfalarına bir hayli yakındım. Çarpıcı bir eser okumuş olmanın hazzı, derhal eş dostla paylaştım bu kitabın ihtiva ettiği şeyleri. Geceler boyu edilen uzun sohbetlerde art arda içilen şekersiz ve sade kahvelere “Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm” eşlik ediyordu artık.
Düşüncelerimize bir paydaş bulmak, bir şeyi temelden öğrenmekten farklıdır. Benim aslında pek de nizamî olmayan okuma eylemimde düsturumu bu husus oluşturur. Yeni bir kitaptan, hiç bilmediğim şeyler öğrenmekten ziyâde daha önceden düşündüklerime paydaş bulmak için okurum. Çünkü bir şeyler öğrenmek, çerçevesini en baştan tesis edeceğimiz disiplinli bir iştir. Bana kalırsa kitabî bilgi dediğimiz sınırlı bilgi de budur zaten. Oysa daha önce tek kelime de olsa düşündüklerimizi yüzümüze cesaretle haykırabilen eserler daha geniş, daha derin, hatta daha samimidir.
Yıllar sonra… Neydi o? Bir gece yastığımın cehenneminde gözlerimi kapatmış, arayıp duruyorum. O güne kadar bildiğim tüm kavramlar, hissettiğim bütün hisler şuuruma konup konup kanatlanıyor. Yok! Olacak gibi değil. İçimdeki yarım kalmışlık duygusunun ve bir şeylerin katiyen tamamlanmayacağına beni inandıran o cevheri bir türlü bulamıyorum. Yastığımın cehenneminden kurtulup kalkıyorum, kitaplığımda duran “Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm”e uzanıyorum, sabah oluyor.
Epey olmuş, takriben beş yıl diyeyim, o eski cafenin tenha salonunda atkılarımızı çözerken yolda peşimizden sürüklediğimiz o tartışmaya da bir sandalye ayırıyoruz: “Mistisizm her şeye bir mana addeder ya, bu, insanı varoluşçuluğun uçurumundan kurtarabilir mi?” Şiddetlenen, savrulan, çıldıran bu tartışmanın ortasında tuttuğum taraf belli: “Elbette kurtarabilir!”
Oysa çoktandır fikrim değişti değişmesine… “Elbette kurtaramaz!” diyorum şimdilerde ama bu mevzubahis değil benim için. Benim için önemli olan, eski fikrimi bir çırpıda silip atmaya ettiğim cesaret. Yani her şeyin yarım olduğuna, yarım kalacağına, hiç bir şeyin mükemmel olmadığına ve olmayacağına dair duyduğum inanç. Bundan, ismini anmadığım nice kitaplar, şuurumda şimşek hızıyla gelip geçen düşünceler ve toplumda bizzat şahit olduğum şeyler de mesul elbette, inkâr edemem. Ama “Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm”ün yeri ayrı.
Yaşamak başlı başına bir epifani diye düşünüyorum. Bunun hakiki bir temelinin, yani aslında mümkünâtının olup olmadığını bir de… İşin içinden çıkamıyorum tabi. Ama değişen düşüncelerimizin, dönüşen benliğimizin gerçekliği ve ona bu değişim / dönüşümde eşlik eden teferruatın gücünü hissediyorum. Tıpkı ismini zikrettiğim bu kitapta da olduğu gibi. Bu kitap, eğer epifani mümkünse ve gerçekse, onun mutlak tezahürü bende.
Fark ettiyseniz kitabın içeriğinden hiç bahsetmedim, bendeki yansımalarından söz etmekle yetindim sadece. Eğer olur da şöyle bir göz atayım derseniz, sizin için de bir epifani olur mu bu eser? Doğrusunu isterseniz merak içindeyim.
Eğer olur da okursanız üzerine konuşuruz.
Kapım açık.