Bir senemin muhasebesi
“İki bin yirmi dört nasıl geçti?” sualinin zarf, her zamanki tespitlerin, haşmetli cümlelerin, sanki sırların sırlarını bulmuş gibi hayret; olacak olan henüz olmamış gibi haşyet uyandıran tahlil ve tetkiklerin de mazruf olduğu bir muhasebeden beri duracağım.
Benim muhasebem, zamanın ve onun ölçülerinden bir ölçü olan senenin de, herkesin farklı hayatlara sahip olması gibi insandan insana da farklı bir akışa sahip olduğunu düşünüp, birkaç satır karalamaktan başka bir şey değil.
Ne iki bin yirmi dördün gelişmelerinden, ne gelecek seneye dair temennilerden bahsedeceğim size… Yalnızca yaşanmış, geçmiş bir senenin bende bıraktıklarından söz açacağım. Dinlemek isteyen olursa ne âlâ… Olmazsa da, pekâlâ! Söz benden, dinleyip dinlememek sizden ne de olsa.
İki bin yirmi dört. Her sene gibi bir senenin sayısı. Sıra sıra uzanan sayıların tertibinde özü yine bir’e çıkan ritmik bir ilerleme. Geçen zamana asılan bir yafta. Yaşanmış olan vakaların gelecek zaman dilimlerinde hatırlanmasına yarayacak bir vesika. Zamanı tarif etmeye yarayan her sayı gibi değil mi?
Geçelim bunları.
Gelelim bendenize. İki bin yirmi dört yılı bende savruk bir yaşamın, kendi savrukluğunu idrak etmesinden ibaret kalacak. Dağılan, toplanan, sonra yine dağılan ve hayalin eliyle, kimi zaman beyaz bir zemin üzerinde şekillenen; kimi zaman da o elin avcundan akarak camdan bir fanusa doldurulan üç yüz altmış beş kum tanesi.
İtiraf edeyim, bu sene pek kitap okuyamadım. İyi sayıda film izlediğim söylenebilir. Bir de gayet iyi müzik dinledim. Açıkçası güzel yerler de gezdim, yeni şehirler gördüm. Bunlardan dolayı mutluyum. Yalnız, pek yazamadım. Bir sürü not birikip kaldı masamda. Gören muhakkak “Hani şu kitap ne oldu?” diye sordu, geçiştirdim. Bir itiraf daha duymak ister misiniz? Açıkçası pek de yazmak gelmedi içimden. Kalem erbaplarına sormak isterim, cevaplamak isteyen olursa da cevaplasın: “Yazmak size de zaman zaman bayatlamış bir eylem gibi gelmiyor mu?”
Madem yaptıklarımdan, ettiklerimden sözü açtım, o zaman bu yıl benim için en mühim olan şeyleri de sıralayayım derim. Pek kitap okuyamadım dedim, okuduklarım arasından da bana tesir eden kitabın Albert Camus’un üç ciltlik defterleri olduğunu söyleyebilirim… Şimdilerde Can Yayınları “Günlükler” adı altında bu şahane eseri tek ciltte topladı. Bence kitap konusunda bu senenin en güzel gelişmesi de buydu zaten.
Sonra film dedim… Bu sene izlediğim en iyi film, her ne kadar çok eski bir film olsa da benim ancak bu sene izleme fırsatı bulduğum “Le Feu Follet”di. Durağan bir seyirde, çarpıcı bir son… Meşhur cafe sahnesi ise anlatılacak gibi değil, muhakkak izlenmeli. Sadece film değil, birkaç piyes de izledim. Mai ve Siyah’ın vasat, Othello’nun da kötü bir temsilini misal olarak. Ama daha birkaç gün önce bilmem kaçıncı kez aynı yerde izlediğim “Bir Adam Yaratmak”tan bahsetmeden geçemem. Her seferinde aynı his, aynı mana, aynı ürperti benim için. Bu saatten sonra da değişeceğini sanmam.
Müzik… Birçok yeni şarkı keşfettim, hatta kimilerini şimdiden unuttum bile. Benim için müzik konusunda oldukça hareketli bir seneydi. Ama yine eskilerden ve benim de belki on beş yıl önce keşfettiğim bir şarkı, iki bin yirmi dört senesinin sesi oldu bende. Çok sevdiğim The Smiths’in, “The Queen Is Dead” albümünden “I Knows It’s Over” adlı parçasını dinleyip durdum, bazen ıssız yollarda eşlik ettiğim de söylenebilir. Geçmiş senelerde de dinlerdim ama bu sene başka bir his yoğunluğuna ulaştı bu parça bende. Ve tabiki de yine eski bir parça, Alphaville”in Forever Young’ı. Dinlemekten usanmadım. Geçen seneler için bir nazire miydi bu? Bilmem…
Evet gezdim, şahane yerler gördüm. Ama içlerinden en güzeli Arykanda antik kentiydi. Tabiatın ortasında, güneşin ve toprağın ördüğü sessizliğin içinde, yıkılmış sütunların nabzını duyduğum anın tesirindeyim hala. Olympos ise fani ömrümde ruhumun bütünleştiği tek yer olarak kalacak hep. Her sene olduğu gibi bu sene de ziyaret ettiğimiz Assos’ta ise deniz kenarında mehtaba karşı dinlediğimiz, söylediğimiz şarkıların yankısını hala duyar gibiyim.
Evet, pek yazamadım. Aylık olarak yayınladığım günlüğüm olan “Dönencede Sayhalar”da ise hal-i pür-melalim ortada diye düşünüyorum. Yazmak konusunda toplumsal gelişmeler de bir hayli tesir etti kalemime. Hayatta söylemenin, anlatmanın fayda etmediği şeylerin de olduğunu bu sene keşfettim… Büyük bir nihilizm ya da umursamazlık dolu bir kibir duygusunun pençesine düştüğümü söyleyenler mi olacak? Ne diyeyim, belki de haklılar.
Şimdi gelelim iki bin yirmi dört yılının bana kazandırdıklarına… Bir yara izine sahip oldum. Yeni insanlar, aileler tanıdım. Sevdiklerimle yolculuk yapmanın hazzına vardım. Hepsi bana kalan unutulmayacak şeylerdi! Kaybettirdiklerine gelirsek… Tahmin edeceğiniz gibi yazmak konusunda hevesimi kaybettim. Ve bir de bahsetmeye değmeyecek birkaç şey daha… Onlar da bende kalsın. Yine yazacağım elbet, kelimeler şuurumda uçuşup dururken aksi mümkün değil. Kaybettiklerim, hayatın kendisini kaybedişim değil üstelik. Tıpkı kazandıklarımın da hayatın kendisini kazandığım olmaması gibi. Hayatı ne kazanır, ne kaybeder, sadece yaşarız zaten.
Bir sene böyle geçti gitti işte. Şimdi geriye bakınca gezip gördüğüm birkaç yer dışında pek de yeni bir şey olmadığını görüyorum. Yazıklanmalı mıyım? Bakarsanız çok da mühim değil diyorum doğrusu. Haksız da sayılmam. Yeni olan ne var ki?
Ne de olsa her sayıdan bir sayı, her seneden bir sene değil miydi bu sene de?