Çözülemeyen bir tarih problemi: Şeyh Bedrettin
Yazar Samet Altıntaş’la son çalışması Ben Şeyh Bedreddin/Derviş-Devlet-İsyan’ı konuştuk. Şeyh Bedreddin’in tarihin nesnesinden, kurmacanın …
Yazar Samet Altıntaş’la son çalışması Ben Şeyh Bedreddin/Derviş-Devlet-İsyan’ı konuştuk. Şeyh Bedreddin’in tarihin nesnesinden, kurmacanın öznesine dönüştüğünü söyleyen Altıntaş, “Ama bizim gibi toplumlarda, belki de hemen her toplumda, tarih; bir ideolojik fenomen. Yani, geçmişte ‘gerçek’ten ne olduğundan ziyade, bugün elimdeki malzemeyle kimi, nasıl döverim üzerine kurulu bir anlayış var.” diye konuşuyor.
Dikkat çekici bir konuyla soruma başlamak istiyorum: Şeyh Bedreddin hakkında çokça kitap var, neden?
Çünkü ‘tarih, üzerinde anlaşmaya vardığımız değil, varamadığımız bir yalan.’ Bedreddin literatürü de bu mutabık kalamama hâlinin, bence trajik bir hikâyesi. Burada gerçeğe uymayan diskur, Şeyh Bedreddin’i bambaşka bir anlatının sesi yapıyor. Tarihin nesnesinden, kurmacanın öznesine dönüşmüş biri var karşımızda.
Bu dönüşümde Nâzım Hikmet’in kaleme aldığı Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı nerede duruyor?
Her ne kadar Nâzım, tarihsel değil kişisel öyküsünden yola çıkarak, muhayyilesinde yarattığı imgeyi, Şeyh Bedreddin’e yamasa da bugün hâlen Simavenî’yi konuşuyorsak, şaire medyun-u şükranız. Sorunuza gelirsek, Nâzım, 1933’te Bursa hapishanesindeyken Şerefeddin Yaltkaya’nın Bedreddin risalesini okuyor. Kendi tabiriyle ‘bu ilâhiyat fakültesi müderrisinin sülüs yazısından, kamış kaleminden, dividinden ve rıhından Bedreddin’i’ kurtarmak için bu destanı kaleme alıyor. 1936’da neşredilen bu eser, 1966’da yeniden ses veriyor. Tam da Türkiye’nin sağ ve sol olarak iki kampa ayrılmaya başladığı Türkiye’de, Şeyh Efendi, solun sofrasına oturuyor.
Nâzım, bu eseriyle Türk solunun yerli epik ihtiyacını karşılıyor diyorsunuz, bir yerde…
Pek tabi… Bence burası anlaşılır bir damar, belki tavır. Düşünsenize, şairin destanda Bedreddin’in kişiliğinde takdim ettiği “toplumcu, idealist, paylaşımcı, materyalist, feodal düzen karşıtı ihtilalci halk kahramanı” imajı oldukça karizmatik ve etkileyici.
Filmden mülhem sorayım: ‘Hakikat’ öyle değil mi?
Filmi henüz seyretmedim. Ama fragmandan yansıyan kadarıyla film; Nâzım’ın Şeyh Bedreddin’i olmuş, ‘hakikat’in değil. Bu arada tabi ki bir edebî eserin beyaz perdeye uyarlanması, sanatçının perspektifinden ses vermesi gayet güzel bir eylem. Ama bizim gibi toplumlarda, belki de hemen her toplumda, tarih; bir ideolojik fenomen. Yani, geçmişte ‘gerçek’ten ne olduğundan ziyade, bugün elimdeki malzemeyle kimi, nasıl döverim üzerine kurulu bir anlayış var. O yüzden daha önce başka bir mülakatta söylediğim gibi, Bedreddin’in ‘komünist’ olduğu Türk solunun, ‘zındık’ olduğu Türk sağının bir hurafesi.
Gerçek Şeyh Bedreddin kim peki?
Başına ‘gerçek’ sıfatının geldiği şeylerden çok hazzetmiyorum aslında. Derdim, tarihin, tıpkı hayat gibi siyah-beyaz değil, oldukça gri olduğuna işaret etmek. Bedreddin de bilhassa Kuruluş devrinin o bolca geçirgenliğinin olduğu demlerde yaşamış bir şahsiyet. Bir kere 1402 Ankara Savaşı gibi bir travması var Osmanlı’nın. Devleti yeniden kurmak için ortada Yıldırım Bayezid’in oğullarından iki kişi kalmıştır: Mehmet ve Musa Çelebiler. Derin Bizans, Mehmet’ten yana el gösterdiğinde Musa için yolun sonu görünüyor zaten, herkes onun yanından ayrılıyor. Musa’yla omuz omuza olan bir kişi var: Kazaskeri Şeyh Bedreddin. Hâliyle, 1413’te kardeşler arasındaki savaşı Mehmed kazanınca Bedreddin de kaybetmiş oluyor. İznik’e sürgün ediliyor. Ama müritleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in hurucu sonrası Simavenî de firar ediyor nefyedildiği yerden. Zaten tarihin bilmecelerinden biri de burada saklı. Şeyh, isyanın ‘eylem sahası’nı genişletmek için mi Sinop üzerinden Rumeli’ne geçti, yoksa tarihin kumpasıyla karşı karşıyayız, bence buralar flu…
Neden muğlak bu konu. Sonuçta Bedreddin isyan ettiği için idam edilmiyor mu?
Başa dönelim: Osmanlı kroniklerinde bile bir ittifak yok bu hususta. Bedreddin’in neyle suçlandığına dair, müesses nizamın ağzıyla kaleme alınmış metinlere dikkatle bakmak icap ediyor. Bir kere Mehmet Çelebi, devletin ikinci kurucusu olarak anılıyor. Osmanlı’nın restorasyon sürecinde çatlak sese tahammül yok. Bedreddin, hâlâ güçlü bir muhalefet odağı. Dolayısıyla ortadan kaldırılması lazım devlete göre. Bu arada Osmanlı’nın birincil el kaynaklarını itibarsızlaştırmıyorum, ama bunların II. Bayezid zamanında onaydan geçmiş metinler olduğunu göz ardı etmeyelim. Sultan Cem’i nasıl tarif ettiklerine bakın, ne demek istediğimi anlarsınız.
Peki, siz neye bakarak Şeyh’in kıyam etmediğini serdediyorsunuz?
Ben, Şeyh’in kendi kaleme aldığı fıkıh eserlerine ve Bedreddin’in torunu Hafız Halil bin İsmail’in yazdığı Menakıb-ı Şeyh Bedreddin’e bakıyorum. İlkinde müellifin kendi fikrini gizlediğini, ikincisinde torunun dedesini müdafaa etmek istediğini varsayalım: Yine de bize tarihin dipnotlarında kalmış detayları gösteriyor. Menakıpnâme’de Bedreddin, hakkındaki tüm suçlamaları reddediyor. Kaldı ki Bedreddin zındık falan değildi ve şer’en değil, örfen idam olundu. Bir de Osmanlı’da sistemin dışında kalan Niyazi Mısrî’nin, bazı Melamîler’in Şeyh’ten yana duruş sergilemelerini ıskalamamak lazım. Şunu da kaydedeyim: Bedreddin ile ilgili bilhassa Balkan tarihçileri yeni vesikalarla puzzle’ı tamamlayabilir. Şayet burada Şeyh’in bizzat elebaşı olduğu gerçeği de karşımıza çıkabilir, ihtimal. Ben şu âna kadarki malzemeyle böyle bir resim çiziyorum.
Ahmet Yaşar Ocak’ın dediği gibi, ‘çözülemeyen bir tarih problemi’ ile karşı karşıyayız yani…
Tam olarak öyle… Kesin hüküm vermekten kaçınmak gerek, diye düşünüyorum. Çünkü “O günlerde İyonya körfezinin ağzında bulunan dağın civarında ve Sakız adasının karşılarında Stilarion (Karaburun) adlı yerde kendi kendine yaşayan bir köylü meydana çıktı. Bu zat Türklere fakirliği (yani mal ve mülk sahibi olmamağı) tedris etti; kadınlardan başka her şeyin yani yiyecek, giyecek, çift ve ekilmiş tarlaların insanlar arasında müşterek olması akidesini telkin ediyordu.” diyerek Börklüce’den bahseden Bizans tarihçisi Dukas, Şeyh Bedreddin’in adını bile anmıyor. Ama bu demek değil ki bu düşünceler, Mustafa’nın salt kendi fikirleriydi? İşte, buraları muğlak. Cemal Kafadar’ın dediği gibi, Şeyh Bedreddin ‘demir leblebi.’ İşin bu voltajlı tarafını kitapta tartıştım.
Şeyh Bedreddin’in kemiklerinin Çemberlitaş’taki II. Mahmud haziresine defni meselesi var bir de.
Malum, 1923’te imza edilen Lozan Anlaşması’na ek olarak; Yunanistan ile Türkiye arasında mübadele oluyor. Şeyh’in türbesi o zamana kadar, darağacına çekildiği Serez’de. Şeyh’in son kalıntıları, Daltaban Mustafa Paşa ahfadından Osman Bey (İstanbul Belediyesinde uzun müddet Mezat Dairesi Müdürlüğü yapan Osman Timur) tarafından önce Edirne’ye, sonra İstanbul’a getiriliyor. Bunlar; bir çinko kutu içinde geçici olarak, Sultanahmet Camii mahfilinde muhafaza ediliyor. Kemiklerin bir ara Çapa’daki Cemalettin İshaki’nin türbesine defnedilmesi düşünülüyor; ama bu gerçekleşmiyor. Kemiklerin macerası aradan on sekiz sene geçtikten sonra 1942 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Millî Eğitim Bakanlığı arasında yapılan yazışmalardan sonra netleşmeye başlıyor. Ve Topkapı Sarayı Müzesi’nin bir deposuna konuyor.
Çok tafsilatlı, öyle hemen bir defin olmuyor yani?
Hayır… 27 Mayıs sonrası Cemal Gürsel başkanlığında Millî Birlik Komitesi Hükümeti kuruluyor. 23.10.1961 tarihli Bakanlar Kurulu’nda, “Türk bilginlerinden Simav Kadısı ölü (Şeyh Bedreddin)’in İstanbul-Topkapı Sarayı Müzesinde bulunan kemiklerinin Sultan Mahmut türbesi haziresine gömülmesine izin verilmesi Millî Eğitim Bakanlığı’nın 18/101961 tarihli ve 4382 sayılı yazısı üzerine, 1593 sayılı kanunun 211 inci maddesine göre, Bakanlar Kurulunca 23/10/1961 tarihinde kararlaştırılmıştır.” deniyor. Ve Şeyh Bedreddin’in kemikleri, 37 yıllık maceranın ardından 29/11/1961 tarihinde, Çemberlitaş’taki II. Mahmud haziresine defnediliyor.
Röportaj: Mehmet Çapkan
Kaynak:
Haber7
https://www.haber7.com/kitap/haber/3150844-yazar-samet-altintas-ben-seyh-bedrettin-kitabini-anlatti