Sömürgeci Almanya’nın Namibya mezalimi
Naziler denilince aklımıza hiç şüphesiz ilk gelen Hitler, gamalı haç, toplama ve imha kampları, Yahudi ve diğer azınlıklara uygulanan soykırım vesaire gelir. Peki bütün bunlar sadece Hitler ve 30’lu, 40’lı yılların Almanya’sına mı ait? Nazilerin sıkça kullandıkları “lebensraum” yani yaşam alanı tezi 19. Yüzyılın sonlarında yazar Ratzel tarafından kitap haline getirilmişti.
Esasında bu sürecin öncesinde, tohumlar Afrika’daki sömürü savaşlarında atılmıştı. Birçok üst düzey Nazi liderlerinin babaları ve dedeleri bu sömürge döneminde söz sahibi olmuştu. Yaptıkları çalışmalar ve sömürü düzeni ile geleceğin Nazilerine alt yapı hazırlamışlardı. Naziler açık bir şekilde sömürgecilik döneminden esinlenmişlerdi. Dünyayı yıkıma götüren bu zihniyet ilk denemelerini masum Afrika halklarına uygulamıştı. İlk ölüm ve çalışma kampları Afrika’da kurulmuştu. Binlerce masum Afrikalı bitmez tükenmez savaşlarda ve kamplarda can vermişti. Bütün bunlar elbette ki sadece sömürü mantığı ile açıklanamaz. Geri planda çok daha karanlık bir anlayış, beyaz ırkın, Batılı insanın üstün olduğu fikri, ırkçılık, güçlünün güçsüze galip gelmesi ile harmanlanmış bir dünya bakışı vardır.
Bilindiği üzere İngiltere, Fransa, İspanya, Hollanda ve diğer Avrupa ülkelerine nazaran Almanya sömürü yarışına çok daha sonraları katılmıştı. Bunun sebeplerinden bir tanesi tabii ki Alman birliğinin çok geç tarihlerde kurulmuş olmasıdır.
Bismarck önderliğinde Almanya sömürge yarışına girmemekte ısrarlı olmasına rağmen bazı
kesimlerin baskısı ve isteği doğrultusunda ufak çapta sömürü kapma girişimleri olmuştu. Burada göze çarpan ilk detay Hitler’in sadık dostu ve Nazilerin önde geleni Hermann Göring’in babasıdır. Babası Heinrich Ernst Göring, Bismarck’ın emri ile 1880’lı yıllarında günümüzde Namibya diye bilinen Güney Batı Afrika ülkesi topraklarını, Alman Batı Afrika’sına katmak için görevlendirildi. Namibya 15. yüzyılda Portekizliler tarafından “keşfedilmiş” fakat çöl, kurak ve son derece sert tabiatından ötürü pek ilgi görmemişti. Almanların gelişine kadar bölge Hollanda ve İngiltere’nin etkisinde kalmıştı. Sırf sömürge kazanma hevesinden dolayı Almanya buralara yerleşmeye karar verdi, zaten Almanların fazlada seçeneği yoktu. Dünyanın dört bir yanına yayılan Alman tüccarlar diğer Avrupa devletlerinin gözetimi altında ticaretlerine devam ediyorlardı. Olası bir anlaşmazlıkta Alman ekonomisi darbe yiyebilir ve ticaret sekteye uğrayabilirdi. Bu yüzden buldukları verimsiz boş arazileri ele geçirmekten başka çareleri yoktu. Bunu ise ilk etapta yerli halklarla ticari anlaşmalar yaparak toprak satın almakla başardılar. Almanya bu adımlarla kısa sürede Afrika’nın çeşitli bölgelerine yerleşmiş ve Bismarck’ın 1884 senesinde bizzat düzenlediği Berlin Konferansı’nda diğer güçlere durumu kabul ettirmişti. Artık Almanya’da bir emperyal devlet haline gelmişti.
Toprak kazanmışlardı kazanmasına ama ne altın vardı ne de herhangi bir başka getirisi. Giderler gelirleri aşmıştı. Bunun dışında karşılarında en büyük kabilelerin reisleri olan Hendrik Witbooi ve Samuel Maharero’yu buldular. Artık Almanya için askeri seçenekten başka bir yol kalmamıştı. İstemeyerek de olsa Bismarck, birlikleri Curt von François önderliğinde Afrika’ya yolladı. François son derece tecrübeli bir askerdi. Yıllarını II. Leopold’un emrinde, Belçika’nın Kongo sömürgesinde vermişti. Yağma, tahrip, cinayet ve sömürü, her şeye karışmıştı. Asıl atılım yeni Kayser II. Wilhelm’in 1888 senesinde başa geçmesi ve akabinde 1890 senesinde Bismarck’ı görevden alması ile başlar. Kayser Wilhelm ile Almanya artık yeni bir sürece girmiş oldu.
1893 senesinde Hoornkrans katliamında 200 Alman askeri Nama Reis’i olan Witbooi kabilesine baskın düzenlemişti. Baskında 1 Alman askeri ölmüş, 100 civarı Nama yaşlı, erkek, kadın ve çocuk katledilmişti. 80 kadar kadın esir alınmış ve Alman askerlerine ev hizmetçisi olarak dağıtılmıştı. Ayrıca Nama Reis’i Hendrik Witbooi’un kızıda esir alınanlar arasındaydı ve oğlu öldürülmüştü. Bu harekat aslında diğer kabilelere gözdağı vermek için yapılmıştı. Bu katliam Avrupa basınında doğal olarak onurlu Avrupalı azınlığın geri kalmış Afrika vahşilerine galip gelmesi olarak yer almıştı.
Hoornkrans katliamı dışında Von François fazla başarı sağlayamamış ve yerli direnişçilerin vur kaç taktiklerine çözüm bulamamıştı. Ayrıca Nama ve Herero kabileleri aralarında süren uzun savaşlara Alman işgali sebebiyle son vermişlerdi. Ortak düşmana birlikte hareket etme kararı almışlardı. 1893 senesinde Curt Von François görevden alındı. Yerine ise daha ılımlı olarak bilinen Theodor Leutwein getirildi. Bu ılımlı yönü yerli halka sempati duymasından ziyade daha pragmatik çözümler üretmesinden geliyordu. Hedefinde diğer kabileleri tek tek saf dışı bırakarak en güçlü ve büyük kabile olan Hendrik Witbooi’un kabilesine yoğunlaşmak vardı.
Icra edilen baskın ve katliamların verdiği zarardan dehşete kapılan kabile reisleri masa başına gelmekten başka çareleri kalmamıştı. Birçok kabile ile anlaşma yapıldı ve “beyaz adam” adım adım sahil kesimlerinden çıkıp daha iç kesimlere yerleşmeye başladı. Alman devleti Afrika sömürgelerine istediği seviyede göç alamadığı gibi Almanlar daha çok Amerika’ya göç etmeyi tercih ediyorlardı. Afrika sömürgelerine göç edenler daha çok çapulcu, eski mahkum ve emekli asker kesimiydi. Bu da zaten o bölgelerde yerli halka eziyet, tecavüz ve her türlü zulmün çoğalmasına sebep oluyordu. Yerli kabileler verdikleri tavizlere rağmen hala eziliyor ve zulüm görüyorlardı. Samuel Maharero’nun ve yerli halkın öfkesi gün gittikçe büyüyordu.
Bardağı taşıran damla Almanların öldürdükleri yerli halkın kafataslarını Berlin’e ‘aşağı ırk’ incelemesi için yollamaları oldu. Bunu ayrıca yerliler için kutsal sayılan mezarlıklardan çalmışlardı. Bu son olay ile zaten öfke ile dolmuş yerli halk ve Almanlar silahlı çatışmaya girdiler. Samuel Maharero kuvvetlerine sadece askerleri hedef alma emri vermişti. Yaşlılar, çocuklar ve kadınlara zarar verilmemesi için ellerinden geleni yapıyorlardı. Fakat Alman tarafı ise fark gözetmeksizin bütün suçlu gördükleri insanları katlediyorlardı. Her gün halka açık meydanlarda idam edilen Afrikalı görmek mümkündü.
Kısa sürede Almanya’dan 2000 kadar ek kuvvet geldi. Fakat Herero kabilelerinin vur kaç taktiğine ve pusularına çözüm üretmekte aciz kalan Theodor Leutwein görevden alındı. Yerine ise son derece sert ve deneyimli olan General Lothar von Trotha getirilmişti. Aslında bu seçim mantıklıydı. Çünkü Berlin’den gelen yerli halkları imha etme planına Leutwein “70.000 kişiyi nasıl imha edebiliriz ve bunun ekonomik boyutunu gözardı edemeyiz” cevabı yanlış kişinin görevde olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
Von Trotha hatıratında yerli Herero halkından “unmenschen“, yani insan dışı (insan olmayan) diye bahseder. Gelir gelmez olağanüstü hal ilan edip bütün yetkileri kendine çekti. Artık Herero ve Nama halkları için bu sonun başlangıcıydı.
Emrindeki 3000 asker ile Von Trotha kesin bir zafere ulaşmak icin Herero kabilesini imha etmek istiyordu. Samuel Maharero Waterberg denilen bölgede yerleşmişti. Bu bölge Herero milleti için son derece önemli ve kutsal bir mekandı. Samuel Maharero Alman kuvvetlerinin yaklaşmakta olduğundan haberdardı fakat son ana kadar bir uzlaşma olacağını umuyordu. 4 Ağustos sabahı saat 6 civarı Alman topçuları Hereroları ateş altına aldı. Küçük bir alanda on binlerce erkek, kadın, yaşlı ve çoluk çocuk sıkışmıştı. 9 saat boyunca yoğun ateş altında adeta kiyimdan geçirilmişlerdi. Kıskacın çöl tarafında Herero birlikleri yarma harekatı ile ufak bir delik açmayı başardı. Birçok Herero kabile üyesi buradan çöle kaçmayı başardı. Bazı tarihçiler Von Trotha’nın o bölgeyi bilerek zayıf tuttuğunu söylerler. Çünkü oradan kaçan Hereroları Alman kurşunu öldürmezse çöl sıcağı ve susuzluğun öldüreceği muhakkaktı.
Waterberg katliamına rağmen Namibya bölgesinde birçok Herero milleti hala yaşıyordu. Alman askerlerin hatıratları açık bir şekilde cinayet olayları ile doludur. Burada sadece bir örnek paylaşmak istiyorum. “çarpışmadan sonra 8 yaşlı Herero kadını bulduk. Bazıları kör ve hasta idi. Kaldıkları çubuk ev ateşe verildi ve canlı canlı yandılar. Bir başka olayda 70 esir almıştık ve komutanlar Ober-Leutenants Völkmann ve Zelow’a teslim ettik. 2 gün sonra döndüğümde adamlarım bana aynı 70 esirin süngü ve kurşun ile öldürüldüğünü söylediler.”
Bunun gibi örnekler Alman hatıratlarında fazlasıyla yer almaktadır. Bunca katliama rağmen hala birçok yerde teslim olmaya gelen yerli halk vardı. Uygulanan politikanın ekonomik boyutu sebebiyle teslim olan yerli halkları kamplara sokma planı gündeme geldi. Yazışmalarda kullanılan ifade “konzentrationenslager” yani İngilizce’de sıklıkla Nazilerin kurdukları kamplara verilen isim “Concentration camp”, veyahut ölüm ve zorunlu çalışma kamplarıdır. İngilizler bu kampları aslında Boer savaşlarında, Ispanyollar ise 1896 Küba isyanında kullanmışlardı. Fakat Almanlar, kampları belirli imha ve zorunlu kölelik üzerine oturtmuştu. Bu yüzden rahatlıkla söyleyebiliriz ki ölüm kampları Nazilerin ürünü değildir. Batının daha önce Afrika ve Küba’da uyguladığı zulmün bir sonraki basamağı demek daha doğru olur.
Namibya topraklarında birkaç ölüm ve çalışma kampların varlığı biliniyor. Bu kamplarda binlerce yerli halk sabahın erken saatlerinden akşamın geç saatlerine kadar zor şartlar altında çalıştırılıyorlardı. 30-40 kişilik tahta barakalar içinde cinsiyet gözetmeksizin bir arada yaşıyorlardı. Günlük gıda listesinde neredeyse at ve eşeklerle aynı sırada yer alıyorlardı. Birkaç yüz gram un ve pirinçten başka bir şey verilmiyordu. Halk bu gıda ürünlerine yabancı olduklarından dolayı hazırlayıp pişirmeden çiğ yedikleri için birçok hastalığa yakalanıyorlardı. İlk aylarda bu kamplarda ölüm oranı yüzde 40 civarındaydı. Ölü ve yaralılar açıkta kalıyor, nadiren doktor ve misyonerlere kamplara giriş izni veriliyordu. Bütün bu yapılanlar Berlin’deki Alman hükumetinin gözetimi ve denetimi altında yapıldığı yazışmalar ve belgelerden anlaşılıyordu.
Herero halkını bu şekilde perişan ve mağlup eden Almanlar bu sefer diğer büyük yerli Nama halkına yönelmeye başlamıştı. Nama lideri Hendrik Witbooi, Herero halkına yapılan soykırım ve zulmü gördüğünde artık isyan etme vaktinin geldiğini anlamıştı. Fakat vakit belli ki geçmişti, çünkü Hererolar ile birlikte isyan etmeyip geri çekildiği için en büyük yardımcı unsurdan mahrum kalmıştı. Nama lideri Hendrik Witbooi, buna rağmen esaret yerine savaşarak ölmeye karar verdi.
Hendrik Witbooi önderliğindeki Nama isyanı 1 sene ve birkaç ay sürdü. Kasım 1905 senesinde çarpışmada aldığı yaralar sonucunda ölmesiyle isyan ateşi de sönmeye başlamıştı. Babasının yerini alan Izaak savaş yerine barışı tercih etmiş ve Almanlara teslim olmuştu. Almanlar için bu güzel haberi General Von Trotha Almanya’ya dönerken almıştı. Bu süreçte yıpranan generalde kayıp vermişti. Asker olan yeğenini savaşta kaybetmiş ve Almanya’daki eşi de hayatını kaybetmişti.
İsyanlar bitmişti fakat Almanların karanlık planları hala devam ediyordu. Hererolara kıyasla Nama halkı Almanların gözünde daha az gelişmiş ve zorunlu iş gücünü kaldıracak kapasatiye sahip değillerdi. Bu yüzden bilinçli olarak güçlü ve güçsüz ayrımı yapılıp güçsüzlerin açlıktan, hastalıktan ve ağır işlerde çalıştırılarak ölmeleri sağlanıyordu. En büyük ve ölümcül kamplar hiç şüphesiz Lüderitz şehrinin çevresinde inşa edilmişti. Fakat en korkutucu ve dehşet verici kamp ölüm adası diye adlandırılan Shark Island kampıdır. Bu kampta ve çevredeki kamplarda 4000’e yakın masum insan hayatını kaybetmişti. Bu dehşet veren kamp nihayet 1907 senesinde kapatıldı. 1908 senesinde ise Kayzer Wilhelm’in doğum günü sebebiyle genel af ilan edilmiş ve kamplarda hala hayatta olan yerli halk serbest bırakılmıştı. Savaş öncesi Herero nüfusu 80.000 sayısını geçiyordu fakat savaş sonrası bu sayı 16.000 civarına düşmüştü. Nama halkı daha kötü durumdaydı, adeta yok olma noktasına gelmişlerdi. Bu rakamlar ne tür bir zulmün ve soykırımın yapıldığını açıkça ortaya koyuyordu.
Tarihe bu soykırım anlı şanlı Alman zaferi olarak geçecekti.
Günümüzde Namibya ülkesinde hala Alman izini görmek mümkündür. Lüderitz şehri gibi, Bismarck sokağı ve daha nice ünlü Almanların isimleri süsler şehirleri ve kasabaları. Namibya toprakları Birinci Cihan Harbi sırasında Ingiltere’nin kontrolünde olan Güney Afrika’ya geçer, bu süreç 1990 senesinde Namibya’nın bağımsızlık ilanı ile son bulur. Sömürü geçmişinden dolayı Almanya Namibya’ya Ağustos 2020 senesinde 10 milyon Avro teklif etmişti. Fakat Namibya hükümeti resmi bir özür gelmedikçe bu gibi tekliflerin asla kabul edilmeyeceğini bildirmişti.
Bu topraklarda belki de dünya tarihinde ilk kez ölüm kampları, başka bir ırkı sistematik bir şekilde yok etme fikri vücut bulmuştu. Shark Island (Köpekbalık Adası) bunun en açık örneğidir. Adanın çevresi ve toprakları yüzlerce ceset barındırıyor ve günümüzde bile hala insan kalıntıları gün yüzüne çıkmaktadır. Namibya ülkesinin yerli halkları olan Nama ve Hererolar Alman işgali ve sömürüsü altında adeta kıyımdan geçirilmişler ve neredeyse yok olmuşlardı. Aslında bu iki Afrikalı topluluk Hristiyanlık dinini benimsemiş ve birçoğu Avrupai giyim tarzına sahipti. Buna rağmen aşagı ırk olarak görüldükleri ve işgale karşı koydukları için acımasızca öldürülmüşlerdi. O dönemin birçok yazışmalarından anlaşılacağı üzere kendilerini üstün ırk olarak kabul ediyorlardı. Diğer geri kalmış toplumları cezalandırmak ve imha etme hakkını kendilerinde görüyorlardı. Sosyal Darwinizmci kesim bu tezi sıkıca benimsemiş. Kiliseye bağlı olan kesim ise “Tanrı” emri olarak gördükleri bu kutsal görevi Darwinci kesim ile el ele yürütmekte sorun görmemişlerdi.
Bu savaşlarda ün kazanmış olan bir Alman askeri Franz von Epp aynı zamanda Nazi partisinin gelişiminde önemli rol oynamıştı. Von Epp’in sağ kolu, Nazilerin SA birliklerinin kurucusu ve bir süre Hitler’in yakınında bulunan Ernst Röhm’den başkası değildi.
Sonuç
Sonuç itibariyle Nazi ideolojisinin kurucuları öyle veya böyle emperyal ve sömürge döneminde bizzat bulunmuş veya o “altın çağın” yoğun eğitim propagandasından etkilenmişti. O dönemlerde Berlin, Paris ve Londra gibi başkentlerde geri kalmış ırkların sergilendiği “hayvanat bahçeleri” mevcuttu. Geri kalmış bu toplum ve ırklar yok olmaya mahkum oldukları için, nesilleri tükenmiş hayvanlar gibi sergileniyorlardı. Bütün bunlar toplumları ve nesilleri etkiliyordu. O günün Avrupa’sında, ailelerin hafta sonları hayvanlara bakmak yerine Afrikalı ve Uzak Doğulu insanları kafes arkasında izlemeleri son derece doğal bir görüntüydü.
Bu yazı ile aslında maksadım sadece bir döneme ışık tutmaktı. Zannedilenin aksine Nazizm durduk yere gökten inmiş bir oluşum değildir. Batı ve Avrupa’nın ırkçı politikasının vücut bulmuş bir başka şeklidir. Bu olayı İngiltere’nin Hindistan ve Pakistan’daki uyguladığı, Fransızların Cezayir, Tunus ve Uzak doğuda uyguladığı, Hollanda’nın Endonezya’da uyguladığı mezalimle birlikte ele almak lazım diye düşünüyorum. Avrupa’daki Yahudi düşmanlığıda zaten orta çağlardan beri var olan ve Nazilere has bir özellik değildir.
Sonuç itibariyle Batı herzaman zalimdir, çıkarı için her şeyi yapabilmektedir ve kendini hep haklı görmektedir. Almanların bu zulmü hiç şüphesiz İngiliz ve Fransızların zulümleri yanında ufak kalabilir fakat temel hedef ve ideoloji hep aynı olmuştur. Sadece çıkar çatışması sonucu birbirlerine rakip olmuş ve savaşmışlardır.
Kaynakça:
The Kaiser’s Holocaust – David Olusoga & Casper W. Erichsen
https://www.theguardian.com/world/2021/may/28/germany-agrees-to-pay-namibia-11bn-over-historical-herero-nama-genocide