Squid game bize ne söylüyor?
Squid Game’in ilk sezonunu izler izlemez yazdığım “Oyun Kavramı Üzerinden bir ‘Squid Game’ Okuması”* adlı yazımı okuyanlar hatırlayacaklardır; o yazıda isminden de anlaşılacağı üzere dizinin ana unsuru olan “oyun” kavramını irdelemiştim. “Oyun” kavramının üzerinde durmamın sebebi, dizinin ana unsuru olmasının yanı sıra, bu kavramın içine mükemmel bir tezat olarak gizlenmiş şiddet duygusunun izleyicide yarattığı etkiydi. Aslında bir yanıyla da kabul etmek gerekir ki son yıllarda “oyun” kavramı üzerine bizi düşündüren tek şey Squid Game adlı bu ilginç diziydi.
Geçtiğimiz günlerde nihayet uzun sayılabilecek bir sürenin ardından yayınlanabilen ikinci sezonunu da izledikten sonra, bu dizinin ve oyun kavramının bu kez felsefî ve sosyolojik açıdan bana söylediklerini daha geniş bir çerçevede ele almaya karar verdim. Ayrıca ilk yazıda üzerinde durduğum “oyun” kavramına bu kez Fransız sosyolog Jean Baudrillard açısından da bakmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Nitekim dizideki oyunlar, gerçek dünyadaki oyunların karikatürize edilmiş bir temsili olarak üst sınıfın eğlencesi için yaratılmış birer simülasyondan ibaret.
Ancak bu simülasyon o kadar hakiki ve pratiği ölümcül olması sebebiyle o kadar yoğun ki, oyuncular için gerçek yaşamdan daha gerçek, yani “hipergerçek” bir deneyim. Gerçekliğin kopyalarının, ölüm yardımıyla aslında gerçekliğin kendisinden daha güçlü hale geldiği bir sistem bu. Squid Game, bir yanıyla içinde bulunduğumuz toplumun bir gösteri unsuruna da dönüşmesini temsil etmekte ve Baudrillard’ın gösteri toplumu kavramı, dizide ölümcül oyunların üst tabaka tarafından tüketilen bir eğlence biçimi olarak sunulmasıyla desteklenmekte.
Oyuncuların yaşam mücadelesi, tıpkı televizyonda yayınlanan bir reality şov gibi izlenmekte, bu da toplumun aslında şiddeti vahşi bir dünyanın kurallarıyla nasıl bir gösteriye dönüştürdüğünü hatırlatmakta. Burada hayatta kalma mücadelesi, üst tabaka için bir tüketim nesnesine dönüşmekle birlikte, aynı zamanda insan hayatının ekonomik bir meta haline geldiğini göstermekte. Yine imge ve gerçeklik açısından oyunlardaki semboller ve imgeler, çocuk oyunlarının ölümcül bir uyarlaması olarak imgelerin gerçeklikten nasıl koparıldığına ve başka bir algı biçimine dönüştüğüne işaret etmekte. Bu imgeler, hayatta kalmak gibi ciddi bir mesele mevzubahis olduğunda gerçekliğin kendisinden daha mühim bir hale gelmekte ve oyuncular bu imgesel dünyada bildikleri gerçekliklerini yitirmekteler.
İçinde mükemmel bir tezat saklayan bu ilginç dizinin ikinci sezonu ise “oyun” kavramı ve onun sınırlarıyla birlikte bu kez insan doğası ve onun eylemlerinin üzerinden geçmişin, günümüzün ve -düzenin böyle gideceğini söylersek eğer- geleceğin çarpıcı bir eleştirisini işlemekte.
Şöyle bir bakarsak ikinci sezon, insanların açgözlülüğünü, bencilliğini, ahlaki çelişkilerini ve pragmatist doğasını bir kez daha gözler önüne seriyor. İnsanın, yaşamını sürdürme ve mutlak galibiyet dürtüsü ile inandığı değerler arasındaki çelişkisi, dizinin olay örgüsünde mühim bir rol oynuyor. İkinci sezonu izlerken tıpkı günümüz dünyasındaki kaideler gibi toplumun esas deviniminin pragmatizm olduğunu bir kez daha hatırlamamak imkansız gibi görünüyor.
Böylece hem diziyi, hem de günümüz toplumunu göz önünde bulundurduğumuzda J.J. Rousseau “insan doğası iyidir ama toplum onu bozar” fikri üzerine de düşünmek gerekiyor. Bu oyuna katılan karakterlerin oyundan önceki hayatlarında da onları bu oyuna adeta muhtaç hale getiren bireysel çelişkilerin olduğunu biliyoruz. Oysa eşit şartlar altında da ilk fırsatta muhakkak bu eşitliği bozmaya yeltenen karakterlerin, hayatta kalma içgüdüsüyle “noble savage” yani “soylu yabani” olması da beklenmiyor zaten; tıpkı gerçek hayatta, hayatlarımızda ve tarihte olduğu gibi… Bu noktada Thomas Hobbes’un “insan doğasının temelde bencil ve acımasız olduğu” fikrinin, dizide bu oyunları düzenleyenlerin eylemleriyle uyuştuğunu da göz ardı etmemeli.
Bana mı öyle geldi bilmem ama ilk sezonda kapitalizm ve sınıf farklılıkları, ikinci sezona nispeten daha fazla işleniyor. Karl Marx’ın ekonomik sınıf teorilerini akla getiren bu eleştiri; oyunların içinde gizlenmiş ölümle, zenginlerin bahis eğlencesi için yoksulların hayatları karşılığında sömürüldüğünü yansıtan bir metafor olarak karşımıza ilk sezonda çıkıyor. İkinci sezonda ise bu kez bizler bu metaforun varlığını bilerek sistemi ve oyunu izlemeye devam ediyoruz.
İlk sezondaki kapitalizm ve sınıf teorilerinin yerini bu kez demokrasi, yani oyuncuların oyunlara devam etme veya vazgeçme arasında neredeyse her oyun sonrası yaptıkları oylama alıyor. İlk sezondaki seçim hakkı ikinci sezonda daha fazla uygulanıyor. Elbette bu, insanların kendi kaderlerini seçimleriyle belirlediği düşüncesini vurgulamak için değil. Dizide yer alan demokratik süreç, oyundan oyuna biriken büyük mükâfatın gölgesi altında işliyor ve özgür iradenin gerçekliğini bir kez daha sorgulamamıza neden oluyor. Bir de her seçimde oyunlara devam etme ve vazgeçme seçenekleri arasında verdikleri oylara göre kutuplaşan oyuncuların mücadelesi, aslında yine güçlünün zayıfı, çoğunluğun, azınlığı yeneceği vahşi hayata öykünen başka bir oyunun parçası oluyor.
Squid Game’de Michel Foucault’nun disiplin toplumu ve gözetim kavramlarına da rastlıyoruz. Oyuncuların daima gözetim altında olması ve yönlendirilmesi, bu sistemde de toplumsal faktörlerin yer aldığını gösteriyor. Oyuncuların genel olarak toplumdan dışlanmış ve kabul gören normlara uyum sağlayamayan bireyler olması, onların davranışlarının toplumsal normların ve değerlerin yokluğunda -Émile Durkheim’ın anomie (kuralsızlık) kavramını hatırlatarak şekillenirken-, aynı zamanda Foucault’nun disiplin toplumunu hatırlatan sınırlar ve gözetlemelerle dizginleniyor. Nitekim eşitlik bu sistemde taviz verilmeyen bir ilke olarak görülüyor.
Squid Game ikinci sezonda, ilk sezonda olduğu gibi yine ölümcül oyunların ve sistemin içinde şartlara göre şekillenen toplumun işleyişini, insan davranışlarını ve sosyal meselelerin, -yaşam mücadelesi söz konusu olduğunda- bireyler üzerindeki tesirini sorguluyor. Bir farkla tabi… Bu kez ana karakterimiz J.J. Rousseau’nun az önce değindigim “insan doğası iyidir ama toplum onu bozar” fikrinden yola çıkarak, insanlığa karşı tükenmeyen inancı ve ilk sezonda yitirdiklerinin intikam duygusu ile oyunu düzenleyenlere meydan okuyor. Oyunu düzenleyenlerin ise Thomas Hobbes’un “insan doğasının temelde bencil ve acımasız olduğu” fikrine yakın olduklarını unutmamak gerekiyor.
İkinci sezon biz bu çatışmayı izlerken bir çırpıda bitiveriyor.
Düşünüyorum da, bu bağlamda çağımızın biraz da fantezi haline getirilmiş bir panoraması değil mi Squid Game?
Sizi bilmem ama ben üçüncü sezonunu dört gözle bekliyorum.
*https://gercektarih.com.tr/oyun-kavrami-uzerinden-bir-squid-game-okumasi