Aşk ehli olmak
Mevlânâ Celâledîn er-Rûmî, hem ilmi, hem de aşk ve heyecanı ile düşünce ve gönül dünyamıza aşkınlık ufkunun sesi-soluğu olmuş, asırlarca düşünce ve aşk vadisinde rehberlik yapmış mümtaz bir kişiliktir.
Düşünce tarihimizde oldukça önemli bir yer tutan ve her yıl çeşitli etkinliklerle anılan Mevlânâ’nın eserlerine baktığımızda onun gönlündeki aşk çalkantılarının ve bu aşkın onda yaratığı etkilerin izlerini görürüz. Divan-ı Kebir‘de Mevlânâ için dönüm noktası olan Şems’in körüklediği aşk ateşinin izlerinden giderken, ötelere ulaşmanın tek yolunun aşk olduğunu aşkın halleriyle anlatmaktadır. Mesnevi ise hayatın dolambaçlı yollarında bir rehber vazifesi görmektedir. Ne de olsa Mesnevi, Kur’ân-ı Kerim’in Mevlânâ süzgecinden geçirilmiş ilginç, eğitici ve düşündürücü bir tefsiridir. Rubâiler‘indeki beyitler de Mevlânâ’nın aşk coşkusunun terennümleridir. Bunun yanında o, okundukça yeni yeni manalar keşfedebileceğimiz pek çok güzel eser bırakmıştır. Didaktik ve lirik tarzda olan bu eserler bizim hem gönül dünyamızın, hem düşünce âlemimizin, hem de ahlaksal boyutumuzun gelişmesi ve zenginleşmesinde önemli yer tutmaktadır.
Günümüzde çoğu mutasavvıfın hikayelerine konu olmuş aşk. Biz onu en çok tasavvufun biçimlenmesiyle şahit olduğumuz anlatıların başında görürüz. Gerek işittiklerimizde buluruz alemi ûlya’yı gerek kasidelerinde. Neyi bildiğimiz bilmediklerimizle sınırlı kalır. Bunu aşmak için bir arife bir dervişe mutlaka başvururuz. Ve bu yolun sonu hep gül hep huzurdur. Bu bilinçle hareket ederiz.
Mevlânâ aşkı kendisine maksûd edinmiş, aşkla özdeşleşmiş; aklı aşkın hizmetine ve aşkı da insanlığın hizmetine sunmuş ender simalardan biridir. O, Hak sevdasıyla, Hak yolunda, aşk yolunda yanmayı, olmayı ve ermeyi amaç edinir. Bu durum, Mevlânâ’nın çok yaygın olarak bilinen şu ifadesinde kendisini bütün açıklığıyla gösterir: “Hâsılı bütün sözüm, şu üç sözden artık değil: Hamdım, oldum, yandım.”
Mevlânâ, aşktan bahsederken yerine göre farklı kavramlar kullanmaktadır. Mevlânâ’nın gerçek aşka “ilahi aşk”, “küll aşkı”, “ebedi aşk”, “Allah aşkı” gibi isimler verdiğini görüyoruz. Beşeri aşkı ise “cüz’i aşk”, “zahiri aşk”, “geçici aşk”, dünya aşkı” diye adlandırmaktadır. Onun aşktaki asıl amacı ve bütün beşerî aşkların ulaştığı son nokta gerçek aşk diye belirttiği, ilâhî aşktır. İlahi aşkla hedeflenen, insanın kendisinden geçerek her şeyde Allah’ın varlığını görmesi yani birlik âlemine ulaşmasıdır. Hakiki aşkın insanın asıl gâyesi olmasını isteyen Mevlânâ, onu, anlaşılır kılmak için, beşeri aşkla kıyaslama yoluna gitmiştir. Mevlânâ’ya göre, dünyadaki sevgililer yalnız bir bahanedir. Gerçek Sevgili yalnız bir Allah’tır. Yeryüzündeki her zerrenin Allah’ın ezeli ve ebedi aşkından dolayı başları dönmüştür. Allah aşkının değdiği her yer O’nun aşkından titremektedir. Alemde O’nun aşkından başka ne varsa can çekişmeden ibarettir ve fânidir. Bunun için insan, suretten ve histen uzaklaşarak gerçek maşuku aramalıdır. Beşeri aşk, ancak Allah’a ulaşmada bir basamak, bir merdiven görevi üstleniyorlarsa değerlidir.
İnsanın manevi alanda ilerleyebilmesi ancak ruhunu gıdalandırmasıyla olur. Bu gıda da Mevlânâ’ya göre, ancak aşktır. Aşk sayesinde insanların iyi işleri meyve verip çoğalır. Aşk, çorak toprağı gül bahçesi haline getirir. O, her türlü sanatın, faaliyetin temelidir. Bunun için aşkın candan eksik edilmemesi gerekir. Zira , aşksız geçen ömür, ömürden sayılmaz.“Ben aşkın aşığıyım” diyen Mevlânâ’ya göre, aşk altın madenine düşmektir. Hatta “altın da nedir ki? Aşk ölümden kurtuluştur, baştaki tacın düşme korkusundan emin oluştur.”
Tüm sevgilerimizi bir kefeye koysak, eder mi adedince şükrüne şayan olmadan bir kurulu hayat. Ehli olmalı insan. Önce bilmeli neye ait olduğunu. Kimden var olduğunu. Doğmakla, neden dünyaya geldim sorusunu sormak arası ince bir çizgi vardır. Biz bu noktada şöyle deriz. İnsan hayata neden geldiğini sorguladığı an, asıl hikayesi başlıyor demektir. Uzunca yollar var önünde, inişi çıkışı imtihanı bol olan kazanmanın tek çaresi bulunan. Bu yol arif olmaktan geçer, bu yola baş koymaktan geçer. Ve öyle ki, her bakanın görebileceği nizamda değildir. Kalbinin gözüyle bakmalı insan, ancak o vakit sırrına erer inceliğinin.
İnsan tanımadığı bilmediği şeyin arifi olur mu bu dünyada? Aşkına vakit ayırmayanın, günde beş defa çağırılsa dahi davete icabet etmeyenin aşkı tanımlayabilmesi mümkün olabilir mi? Ondan ötürü sevebilir mi her nesne-i mahluku? Daha var edeninin sözünü tutmamışken diğer insanlara paçavra haddince sözünü yerine getirebilir mi? Zor olanın aslında kendi nefsimize açtığımız daha doğrusu açamadığımız o basit savaşın engebesi değil miydi? İlk tümsekte çakılıp kaldığımız ve taşın altına koymadığımız her elde nimetimizi nasılda ters çevirdiğimizi görmüyorduk sahiden de.
Mevlânâ’nın, dilin meramı anlatmada acziyetiçinde bulunduğunu ve imkânlarının sınırlılığından şikayetçi olduğunu ve bunun gereği olarak da mecazî ve paradoksal ifadeler kullanma zorunda kaldığını başta belirtmek gerekir. Dîvân‘ında göze çarpan en belirgin şey, bendlerin sonunu genelde “sus !” diye bitirmesidir. Bu durumu, çok yoğun bir mistik tecrübe ve aşk yaşayan Mevlânâ’nın böylesine yoğun duyguları dile getirmesinin zorluğuna, hazmedilememe endişesine, bu tecrübeyi, bu mistik hâli ve duyguları ifade etmede dili yetersiz görüşüne, bazen de susarak hâl diliyle söylemenin daha uygun olacağını benimsemiş olması gibi sebeplere bağlayabiliriz.
Mevlânâ, bizzat aşkın kendisini yaşayınca veya tecrübe edince, onu tanıma sığdırmak için ifadeye çalıştığı sözlerden ve o manevî zevki anlatamamış olmaktan dolayı utanır ve sıkılır. Zira o haz ve manevî zevk açık-seçik ifadelerden daha âşikârdır. Bir başka ifadeyle, onu süslü, edebî ve sana’at dolu veciz ifadelerle anlatmak onu maskelemek ve gizlemek demektir. Aşk, bir yere kadar anlatılır, kelimeler kifayetsiz kalınca veya söz tükenince aşk yine gizemini korur.
Mevlânâ’ya göre aşk, bilgide, defterde, kitap sahifelerinde değildir. Halkın dedikodusu da değildir. Aşk öyle bir nur ağacıdır ki, dalları ezelde, kökleri de ebededir. Bu takdirde o, bilgiye sığmaz, okunmaya ve yazmaya dolayısıyla dile getirilmeye gelmez demektir. Uçsuz-bucaksız, zamansız ve mekânsız, sonsuz olan nasıl anlatıma sığacak veya sığdırılacaktır? Aşkın nasıl bir şey olduğu da sorulamaz. Zira o bir çeşit deliliktir, divâneliktir; delilere vurulan zincir türünden olmasa da, insanı zincire vurdurur. Haliyle delilik-divanelik, rasyonel olmayan bir hal veya yaşantı, somut olmayan zincir veya esaret nasıl anlatılabilir?
Aşkı bana da sorma, başkasına da sorma; aşkı aşka sor; aşk dile gelir, söylerse âdeta inciler saçar a… oğul.
Aşkın benim tercümanlığıma da ihtiyacı yok, benim gibi yüzlercesinin tercümanlığına da; gerçekleri söylerken onun yüzlerce tercümanı var a oğul.
diyerek aşkın, dil ile değil, yine kendisi ile anlatılabileceğini belirten Mevlânâ, eserlerinde, özellikle Dîvân‘ında, ana tema olarak aşkı işlemesine rağmen, onun tanıtılamayacağı, dile getirilemeyeceği üzerinde durur.[46]Belki de aşkın bütün gücü, cazibesi, uyandırdığı heyecan ve çektirdiği çile onun bu anlaşılmazlığındandır.
Tecrübelerin ortak özelliği dile getirilme zorluğudur. Aşk tecrübesi de, diğer tecrübeler gibi, doğası gereği, doğrudan doğruya yaşanan vasıtasız bir tecrübe olup rahat bir şekilde dile getirilemez, başkasına tam olarak aktarılamaz. Tecrübeler devamlı bir akış hâlindedir, onun esası sürekliliktir; hâlbuki dil de dâhil kavramlar, ancak bu akışı bir yerde kesmek, dondurmak suretiyle onu tahlil etmeye müsaittir. Tecrübenin akışı durdurulunca onu bozmuş oluruz. Binaenaleyh artık bizim tahlil ettiğimiz şey, realitenin kendisi değildir. Biz bir şeyi gördüğümüz an onun bizde yarattığı intiba ile o gördüğümüz şey hakkında yaptığımız açıklamalar, hiçbir zaman birbirinin aynı değildir; dilimizi ne kadar mükemmel hâle getirirsek getirelim, söylediklerimiz bizim gördüğümüz gerçeği hiçbir zaman aynen yansıtmayacaktır.
Bilindiği gibi lafızlar, anlamı gösterme işlevi görür, anlam ise özne ve nesne arasındaki ilişkide ortaya çıkar. Hâlbuki aşkta, gerek kavramlar, gerekse çıkarımlar geri plana atılmış, bunların yerine duygu ve yaşayış ön plana geçirilmiştir. Aşkın şekli-kılığı yoktur. Şekli-kılığı olmayan nasıl ifade edilebilir? Âşık için asıl olan mâşukunu hissetmesi, onu yaşamasıdır, yoksa onun gâyesi yaşadıklarını başkalarına ispat etmek değildir. O, aşkını başkalarına anlatma ve ispat etme kaygısı çekmez.
Aşk bitmeyen bir his, yaşandıkça kesilmeyen bir duyuş ve hissediş olduğu için o, her türlü şekli, kalıbı aşmakta; nazma-kâfiyeye de sığmamaktadır. Bunun için Mevlânâ, “Aşkın sıfatını söylemeye koyulursam yüz kıyamet kopar da yine noksan kalır” demektedir.
Dil aşkı nasıl anlatsın? Aşkı anlatmada dil acze düşer. Mevlânâ’nın benzetmesiyle sözcükler âdeta bir oluktur, aşk deryası bu daracık oluğa nerden sığacak? Davul sesini duymayan kulak, rumuzlu mânevi sırları ve fısıltıları nasıl duyar? Aşk, yücelerdedir, herkes ulaşamadığı için bilemez, bilemeyince de anlatamaz. Zaten aşk, idrake ve anlayışa sığmaz.
Mevlana’nın tüm asra tuttuğu ışık nesiller boyunca çağa ilham oldu. Yazmayı bildi insan, okumayı, aşık olmayı. Bir işe baş koyduğu vakit o işin ehli olmayı da bildi. Bize ne gösterdiyse, o nasihatlerle hareket eden muhakkak muradına erdi. Aşk yolunda lütuf sahibide oldu insan, kahır sahibi de. Ama asla şikayet etmedi. Aşkından şikayet edecek olsam önce kendi aşkımı sorgulardım. Tüm yaralarıma merhem olan bu kudret, beni nasıl iyileştirmezdi ki?
Aşkın anlatılamaz oluşu, bir bakıma, mâşukun anlatılamaması demektir.
Âşıklar aşka girişirler; fakat onun güneşi doğdu mu, gözler kamaşır, diller tutulur.
Aşk insana kendinden gelir, öğrenmekle elde edilmez. Öğrenmekle elde edilmeyince öğretilen dille de ifade imkânı bulunup öğretilemez. Âşığın feryadı azalınca aşkı artar. Mevlânâ âşığın bu hâlini, “ateş çok alevlenince dumanı çıkmaz olur” şeklinde belirtmektedir.
Yine aşk ateşi artınca âşıkın gönül suyu fokur fokur kaynamaya, ses çıkarmaya başlar. Fakat o, bu kaynamadan, ses çıkarmadan yani konuşmadan da vazgeçmiştir. Mevlânâ’nın belirtmesine göre, bundan da öte, âşık, ilimden de, amelden de, sözden de vazgeçmiştir.
Aşk mezhebinde aşkın yolu yoktur. Yolu ve anlatım imkânı olmayana nasıl gidilecek ve o nasıl anlatılacaktır? Zira aşk, can tatlılığıdır, tüm tattır; tadın, tadışın ise zâti bir şekli, bir rengi yoktur.Burada tat denen duygunun ne şekli vardır ne de rengi vardır. Aşk bizzat tat, tamamen tatlılık olduğundan, zıttı yoktur, tadının benzer tatlılığı da olmayınca onu hissederiz ama tanımlayamayız.
Mevlânâ, bir beytinde, “Bana her an dîvanelik geliyor ama Allah’a and içerim ki şu hâlden haberim bile olmuyor, ne yapayım”demektedir.Kendisinden haberi bile olmayan âşık, bu dîvanelik içinde kendisini nasıl anlatabilir? “Bu canlar, o meydanda cansız hâle gelir.” Cansız, hâlsiz düşen âşık da hâliyle konuşamaz.
Bir şeyi ifade etmek için onun akıl tarafından kavranılması gerekir. Aşk, doğası gereği, akıl tarafından kavranılamamaktadır. Bundan dolayı insan aklı, aşkla ilgili düşünceler arasında bağ kurup onları anlamlı bir şekilde kelime kalıplarına dökerek dile getirmede acze düşmektedir. Mevlânâ’ya göre, akıl, bütün yolları-yordamları bilir de aşkın yolunu-yordamını bilemez, şaşırır-kalır; aklı-fikri karışır gider. Bilemeyen, şaşkınlık geçiren, şaşıran ve aklı-fikri karışan kişi, bir şeyi düzgün olarak nasıl anlatabilir?
Aşkı deşifre etmemek, âmiyane tabirle onu ayağa düşürmemek gerekir. Aşkı sır olarak saklamak onun doğasına daha uygundur. Bir Hak âşığı olarak Mevlânâ’nın bir kısım düşüncelerinin sırlar içerdiğine ve bunları açıklamak istemediğine, aşağıdaki cümlelerinde, tanık oluyoruz.
… Andolsun Allah’a, şu gönülde, söylenecek ne ince sözler var, yalnız söylemeye imkân yok! “Burada artık sus, dudağını yum.!..
Mevlanada öyleydi. Tüm yaraları sevgi merhemiyle sardı. Sabır ve metanetle bekledi. Beklerken insana istediğinin kolay olmadığını, sabredenin ancak saadete kavuşacağını öğretti. Sonra aşk ilacıyla şifalandırdı. İşte bu şifalanma tüm Dünya’ya meydan okuyacak kuvvetteydi. alınanın dünyaya şah deyip, 700 yıl sonra mat dediği zihniyeti Hani der ya bir sözünde: ‘’Elalem şarap içer sarhoş olur, biz aşk ehliyiz içmeden sarhoş olmuşuz.’’ Ne muazzam bir cümle. Aşkın sarhoşluğuyla yanıp kavrulmak muradı ile…
SÜMEYRA AKTAŞ BULUT
Gerçek Tarih Aralık 2022 sayısında yayınlanmıştır.