tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Aşkın dili Mevlana

Aşkın dili Mevlana
20.12.2022
A+
A-

İslam tarikatları genel olarak dindeki farklı mezheplerin kurumlaşmış uzantılarıdır. Bu söylenenlere kısmen katılsak da, İslam dininde mezheplere bağlı olmayan tarikatların da mevcut olduğu bilinmektedir. Gölpınarlı’ya göre: “Tek tanrılı bütün dinlerde mezheplerin kaynağı kutsal kitap olmakla birlikte, kaynaktan zamanla kopuş ve değişik kültürler tarikatlaşmayı hızlandırmıştır. İslam dininin Arap Yarımadası’ndan kuzeye yayılışı sırasında bu coğrafyada çok zengin ve yerleşik kültürlerle karşılaşılması sonucu “Tasavvuf” adı verilen düşünce sistemi oluşmuş, bu oluşumu tarikatlar izlemiştir. Bu tarikatlar içinde ise Mevlevilik ve Bektaşilik Müslümanlıkta en çok yayılan iki tarikat olmuştur” (Gölpınarlı: 2009, 495). Buradan hareketle;
Anadolu’da tasavvufun en önde gelen temsilcilerinden birisi olan Mevlana hazretleri ile ilgili geçmişi, ilişiği olduğu kimseler, döneminde kendisi ile ilgili resmi tarih veya söylenceler hem söylenmiştir, hem de yazılmışıdır. Oysa biz burada Mevlana hazretleri ile ilgili 700 yıldır süren ve dünya insan ailesine hizmet eden sevgi ve aşkın olan yapının felsefi temelleri üzerinde duracağız.
Hazretin sevgi ve aşk felsefesi, yaşadığı günden bugüne, yalnız Anadolu halkının değil, çeşitli din ve kültürden olan bütün dünya insanlarının ilgi odağı olmaya devam etmektedir. Nitekim, İrene Melikoff: “Hazretin eserlerini dünya milletleri kendi dillerine çevirip okusalar, dünyada kötülük, harp, kin, nefret diye bir şey kalmaz ”demiştir (Yeniterzi, 1997:109).
İnsan konusunun bağımsız felsefi bir disiplin (felsefi antropoloji) olarak ele alınması 20. yüzyılda olmuşsa da, insan üzerinde durulması felsefenin başlangıcına kadar uzanmaktadır. Şöyle ki; Yunan felsefesi ilk önce, günümüzde Ege bölgesinde bulunan eski bir İyon kolonisi olan Milet’de doğdu. Buradaki filozoflardan Thales’e göre evrenin arkesi, sudur ve her şey sudan oluşmuştur. Anaximandros’a göre Aperiondur. Bu ise her şeyin başlangıcında bulunan, her şeyi harekete geçiren ve her şeyi kuşatan sonsuzluk, bitmek tükenmek bilmeyen sınırsız şeydir. Anaximenes’e göre havadır. Pisagor’a göre sayıdır. Herakleitos’a göre Ateştir. Bu ateş, logostur. Logos ise alem aklı ile Tanrı’nın bir ve aynı olmasıdır. Empedokles’e göre toprak, hava, su, ateşten ibaret olan dört unsurdur. Demokritos’a göre atomlardır (Birand,1987:13-28).Görüleceği üzere, Sokrates’den önceki filozoflar evrenin arkesi ile ilgilenmişlerdir. Sokrates’e göre biz evrenin arkesini bilemeyiz, hem bilsek bile bunun bize bir faydası yoktur. O halde biz kendimizi bilebiliriz, kendimizi bilmek bir ahlak felsefesidir. Böylece felsefede insan konusu ilk defa Sokrates tarafından ele alınmıştır, bu sebeple Sokrates felsefenin kurucusu sayılmaktadır. Sokrates’in felsefesi ile tasavvuf felsefesi arasında da büyük benzerlik bulunmaktadır. Şöyle ki; tasavvufta aşk önemli bir yer tutar. Diyebiliriz ki; tasavvufun temeli aşktır. Sokrates de aşk konusunda şunları söylemiştir: “Aşk insan ruhunun ilahi güzelliğe duyduğu açlıktır. Aşk, yalnız güzelliği bulmayı değil aynı zamanda onu yaratmaya ve devama iştahlıdır. Fani vücutta ebediyetin tohumlarını yetiştirmeye iştahlıdır. Bunun için iki cins birbirini sevmektedir. Kendilerini tekrar yaratmak ve böylece zamanı ebediyete kadar uzatmak isterler. İşte bunun için ebeveyn çocuklarını severler. Sevişen ana babanın ruhları yalnız çocukları vücuda getirmez. Bunlar aynı zamanda ebedi güzellik arzusunun arayıcılarını ve haleflerini de vücuda getirirler(Yarkın, 1969:16). Sokrates, felsefesine insanı konu ettiği gibi, tasavvuf felsefesi de insanla ilgilenmektedir. İnsanın Tanrı ile ve insanın insanla ilişkilerini kendisine konu olarak almaktadır.
Hazretin insan aşkın olanına geçmeden önce onun etkilendiği tasavvuf felsefesine kısaca değinmek gerekir. Çünkü hazreti anlayabilmek için tasavvuf felsefesinin bilinmesi gerekir, aksi halde Hazretin düşünceleri askıda kalır.
Felsefede mistisizm, aklın kavrayamayacağı gerçekleri mistik sezgi ile bilmek anlamına gelir. Hindu, Yahudi, Hıristiyan ve İslam mistisizmleri vardır. Tasavvufun diğer adı İslam mistisizmidir (Güngör,1982:17-18). İbn Arabi’ye göre, varlık özde birdir, ancak çokluk halinde tezahür etmektedir. Mutlak varlık Allah’tır, var olan her şeyin tek kaynağı O’dur. Her şey yaratılmadan önce Allah’ın ilminde mevcuttu. Şu halde varlıkların suretleri ezelde Allah’ın zatı ile birdir. İnsanın Allah’la bir olmasından kastedilen budur. Yoksa insanın Allah’la birleşerek bir varlık olması değildir(a.g.e:89).Tasavvufa göre Yaratan ile yaratılan arasında ayrılık yoktur. Çünkü Allah’tan başka varlık yoktur ve insan Allah’tan gelmiştir, yine Allah’a dönecektir. Ancak bunun için ölümü beklemeye gerek yoktur, nefsi terbiye ederek ezeldeki Birliğe ulaşılabilir denir (age.22). Tasavvuf, söz(kal) yolu değil hal (iyi ahlak) yolu, velayet (ilm-ü ledün) vasıtalı bir yol olup, Hakikat adı verilen değişmezliğe ulaşmayı amaçlamaktadır (Fırat,1999:131).Tasavvuf, kafanda ne varsa atmak, elinde ne varsa dağıtmak, önüne ne çıkarsa çıksın ona yüz çevirmemektir. Yani zihni kötü düşüncelerden arındırmak, cömert olup başkalarına ikramda bulunmak, karşına hangi çeşit insan çıkarsa çıksın (iyi-kötü, güzel-çirkin, kadın-erkek, dinli-dinsiz) hepsine iyi gözle bakabilmektir. Tasavvuf, ilahi ahlakla ahlaklanmak, bencillikten kurtulup, kendisinden çok başkasını düşünmektir (Tercüman,1987:199).
Bir diğer anlamda tasavvuf sevgi ve aşk felsefesidir. Nitekim Hz. Muhammed bir hadisinde “Allah güzeldir, güzelliği sever, Kibir ise Hakkı kabul etmemek ve insanları hor görmektir (R. Salihin II:44)”, buyurmuştur. Allah, mutlak cemal ve kemal sahibi olarak her türlü güzelliğin kaynağıdır. İnsan, Allah’ı ne kadar tanırsa(marifeti artarsa) O’na karşı olan sevgi ve aşkı da o oranda artar (Tercüman,1987:26). Zamanın başlangıcından önce Allah “Mutlak Güzellik” idi. “Mutlak Varlık”, “Mutlak Güzellik” veya “Mutlak Gerçek” olan Tanrı, var olmayan bir dünya, yani yokluk dünyası ile bilinebilirdi (Fığlalı,1996:217-218).
Yine tasavvuf ehli arasında meşhur olan bir kutsi hadis vardır: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim, beni bilsinler, tanısınlar diye mahlukatı yarattım.” Buna göre başlangıçta sevgi, Allah’tan çıkmış ve evrenin yaratılmasına sebep olmuştur. Bunun için tasavvufta gerçek aşk, insan ruhunun Allah’a karşı özlemidir. Adem yaratılmadan önce Tanrı, Adem oğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar “Evet” şahit olduk dediler (Araf:172). Elestü Bezmi ile Yaradan’ın aşkı başlamış ve insan bu Mutlak Güzellik karşısında kendinden geçmiştir (Fığlalı,1996:223). Ayrıca ben sizin rabbiniz değimliyim, dendiğinde evet sen bizim rabbimizsin dedik. O halde biz neden bunu hatırlamıyoruz ve neden biz imtihan ehli olduk, bu başka bir tartışmanın konusu.
Tasavvufun temeli, olan hatayı kabul etmek ve bundan pişman olarak doğru yola yönelmektir. Tasavvufun temeli üç esasa dayanır: Zikir, sabır, şükür. Yani Yaratanı sık sık anmak ve Ondan gaflette bulunmamak, başına gelen belalara, kazalara ve diğer insanların çiğliğine sabretmek, Tanrı’nın verdiği nimetlere şükretmek, nankörlük etmemektir. Tasavvufta ikilik yoktur, birlik vardır, yani hiçbir şey yoktur, yalnız Tanrı vardır. Fena Fillah, kulun Tanrı’da yok olmasıdır. İkilik ortadan kalkıp birliğe ulaşılınca Allah yüzünü gösterir: Gökteki her yıldızdan parlar, tabiattaki her çiçekten bakar, her güzel yüzde gülümser, her tatlı seste hitap eder, her şey de Tanrı vardır ve O’ndan başka bir şey yoktur (Eröz,1990:204). İşte Hallac-ı Mansur’un “Enel Hak” demesinin anlamı budur. Tasavvuf inancına göre Tanrı hem zahirdir, hem batındır. Yani hem açıktır, hem gizlidir. Açıklığı içinde gizli, gizliliği içinde açıktır. O baştaki gözle görülmez fakat basiret gözü ile görülebilir. Mutasavvuflar onu kalp gözü ile görürler. Hazret bunu şöyle anlatır: Tanrı güneşten daha çok görünendir. Kim gördükten sonra anlatılmayı ararsa o kayıptadır (Eflaki I:479).Tasavvufta Tanrı ezeli ve ebedidir, O’nun dışındaki varlıklar zamanla yok olacaklardır. Mevlana bir gün “O’nun zatından başka her şey helak olacaktır” (Kasas:88) ayetine şu manayı verdi: “Damlanın remizde kaybolması gibi siz de yok olmaktan müstesna olan zatımda tamamen yok olun”, buyuruyor (Eflaki II:66). Hazrete göre insan her gece uykuda tanrısal aleme gider ve uyandığında bu dünyaya yeniden doğar. O bu düşünceyi şöyle ifade etmiştir: “Hele her gece, bütün ruhlar, bütün akıllar o uçsuz-bucaksız derin denize batar, yok olurlar” (Mesnevi I:1890). Demek ki, kulun Tanrı’da yok olması insan yaşadıkça her gün meydana gelmektedir. Kısacası insan her gün ölüp yeniden dirilmektedir. Der ki: Aklın ve akıllının da aslının aslı benim, sarhoşun da. Suretlerdeki güzellik, bizim aksimizdir (Mesnevi V:3278).
Kısaca tasavvufun içkin yapısını özetleyecek olursak, başta TEVHİD kelimesini içsel ve aşkın olan yapısını anladıktan sonra Allaha karşı işlenilen günah ve yapılan kötülüklerden pişman olup, tövbe etmeye ve onları tekrar yapmamaya, Tanrı’nın yaratığı olmalarından dolayı bütün insanları hoş görüp sevmeye ve bütün canlıları korumaya, almak yerine bol bol vermeye ve açları doyurmaya, buna karşılık kendi nefsini terbiye etmek için fazla yememeye, kötü söz söyleme ihtimaline karşı az konuşmaya, vaktinin çoğunu uykuda geçirmeyerek çalışmaya, topluma ve insanlığa faydalı olmaya dayanır.
Hazretin felsefe kavramları ile ilgili görüşlerine değinecek olursak, Arap, Fars (Attar ve Tebrizli Şems) ve Anadolu kültüründen (Orta Asya Türk topluluklarının Gök-Tanrı inancı) etkilenmiştir (Ablay,1988:147). Ayrıca onda eski Yunan idealist felsefesinin (Platon ve Plotinus) tesirlerini görmek mümkündür. Bununla birlikte Hazret, genel olarak felsefe konusunda olumsuz düşüncelere sahiptir. Onun felsefe ile ilgili bir şiiri şöyledir (Sayılı: 1970:1):
Küçük felsefeci kör olacak
Işık ondan uzakta kalacak
Felsefeci de dinin çiçeği açmayacak
Çünkü Sen onu onda dikmeyeceksin.
Ayrıca Hazret Mesnevi’sinde, (VI:1370) felsefe ile ilgili şunları söylemiştir: “Cennettekilerin çoğu saf kişilerdir, böylelikle felsefenin şerrinden kurtulurlar.”
Görüldüğü üzre Hazret, felsefeyi kötü ve zararlı bir uğraş alanı olarak görmekte, felsefecileri küçümsemekte ve onların cennete giremeyeceklerine inanmaktadır. Bu düşünceler bize Alman filozofu Karl Jaspers’in, (1970:31) “Felsefeyi reddeden farkında olmadan felsefe yapıyor, demektir” sözlerini hatırlatmaktadır. Hazret, felsefeyi zararlı sayıp küçümserken bile, ortaya attığı bu düşüncelerle yine de felsefe yapmıştır, denilebilir. Hazret ölmeden önce hasta yatağında arkadaşlarına şöyle vasiyet etti: “Ben size gizli ve açık olarak Tanrı’dan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi ve daima şehvetten kaçınmayı, halkın eziyetine ve cefasına dayanmayı, avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmayı, kerim olan Salih kimselerle beraber olmayı vasiyet ederim. Çünkü insanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı az ve öz olanıdır”(Eflaki II:165). Hazret, tasavvuf felsefesinin etkisiyle esas olarak insan üzerinde durduğunu ve Tanrı ile ve diğer insanlarla olan ilişkilerini incelediğini görüyoruz.
Sema yönü ile hazrete baktığımızda, onun ilhamıyla yaratılmış ve geliştirilmiş dünyanın en mistik ritüeli olarak bilinir. Hazrete de Şems-i Tebrizi öğretmiştir. Aslında daha derin bakıldığında hazrette dövgü veya çın çın sesi, sonrasında ney gibi çalgıları eşliğinde, kollarını iki yana açıp, sağ avucunu gökyüzüne, sol avucunu yeryüzüne döndürerek Hak’tan alıp halka dağıtarak yaptıkları ayin olarak özetlenebilir. Burada musiki meditasyona yardımcı olan bir enstrümandır. Görünen ve görünmeyen yönleri vardır semanın. Öncesinde Mesnevi okunur, sonra namaz kılınır ve zikir yapılır. Turistik bir gösteri gibi algılanan Sema aslında çok derin manalar içeren, asırlardır yaşayan bir ayindir. Hazret neden dönerek sema yapardı diye baktığımızda var olmanın temel şartı dönmektir. Bir gidiş gelişi temsil eder. Elektronlar çekirdeğin etrafından 1000 ila 100.000 km arasında değişen hızlarla dönerler. Kütleleri birbirinden farklı olmayan elektronlar farklı enerji seviyesine sahiptirler ve 7 farklı yörüngede dönerler. Elektronun bu hızlı ve bitimsiz dönüşü, var olan her şeyin özüdür. Evrendeki her şey bu dönüş ile ayakta kalır. Yıldızlar, gezegenler, vücuttaki kan, topraktaki yaşam, her şey bir uyum içinde döner.
Hacı Bektaş’a göre; Semah ariflerin aleti, muhiplerin ibadeti, taliplerin maksududur. İlahi bir sırdır, o kimse ki semahı bir oyun sanır o cife’dir. Hazret ’de bir rubaisinde sema için şunları söyler; Yücesin nur gibisin, bil ki bütün sır sende. Bir ekin aşkın ile git gide yüz olmadayım, sen, sen oldukça sema etmekteyim. Çevrende ben sen oldukça da çevremde dönüp durmadayım. Bu iki bilginin de ortak görüşü sema ile semahın Tanrı ile bütünleşme, O’nun zerresi haline gelme, ibadetin özü olduğu noktasında odaklaşıyor. Semah; coşku, müzik ve raks aracılığı ile kişinin manevi bir âlemde geziye çıkmasıdır. Semazenler ise Hazretin Mesnevîsinin ilk beytinde “Dinle!” dediği gibi dinleyen, işitendir. Ve o dinleyişle ruhen yükselip ötelere kanat çırpandır. Bunun karşılığı “Kulum bana o kadar yaklaşır ki ben artık onun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı, konuşan dili olurum” mealindeki hadise dayanır. Sema yapan kişi de semah dönen kişi de kalbinin bulunduğu istikamete doğru döner. Çünkü kalp Allah’ın evidir. Sağ el Tanrı’dan gelecek ihsanları kabul etmek için yukarı açılır, sol el de vermek ve paylaşmak için aşağıya çevrilir. Her iki ayin de Tanrı’ya duyulan aşkı simgeler ve bu aşk diğer insanları da sevmeyi ve sevginin gerçek manasının öğrenilmesini sağlar. Mevlevilik ve Bektaşiliğin pirleri Hazreti Hazret ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin Konya’da buluştukları, ancak Hacı Bektaş-ı Veli’nin Konya’da ondan daha büyük bir pir olduğunu düşünüp Kırşehir’e yerleşmesi bir rivayettir. Ancak her iki kültürün de birbirinden etkilendiği Sema ve Semah ediş biçimlerinden açıkça anlaşılmaktadır. Her iki Pir’in de Horasan’da doğması, her iki tarikatın da Hz. Muhammed’in Miracını temsil ediyor olması da yine bu ilişkiyi kanıtlamaktadır. Musiki ise Allah’a yakınlaşmanın bu boyuttaki en önemli aracı olduğunu görüyoruz.
Sonuç olarak hazretin felsefesini; az yemek, az konuşmak, az uyumak, şehvete düşkün olmamak, yani nefsine hâkim olabilmek, insanlardan gelen eziyete katlanmak, kötü insanlardan uzak durup iyi insanlarla birlikte olmak, şeklinde özetleyebiliriz. Felsefi antropolojiye göre insan; bilen, öğrenen/öğreten, yaratan, çalışan, seçen, isteyen, inanan, devlet kuran, değerlendiren, önceden gören, seven, konuşan ve hür bir varlıktır (Güvenç,1997:197). Hazretin eserlerinde insanın eğitimini ele alması, Tanrı’ya kuvvetle inanması ve güvenmesi, olayları değerlendirmesi, bütün insanları sevmesi ve bu konuda diğer insanlara tavsiyede bulunması, konuşup yazması ile felsefi antropolojinin bir felsefe disiplini olarak doğuşundan yaklaşık 700 yıl önce, bu alanla ilgilenmiştir, denilebilir. Hazretin ontolojisinde tek varlık Tanrı’dır. Diğer varlıkların hepsi Tanrı’dan çıkmıştır, bu sebeple onlar gerçekte yoktur. O bilgi teorisinde(epistemoloji) aşkı kabul eder. Yani varlığın bilgisine akıl ve diğer yollarla değil sadece aşkla ulaşılabilir. Bu düşünceleri, Plotinus’un görüşleriyle örtüşmektedir. Her şeyin temelinde sevgi vardır. Tanrı evreni aşk yüzünden yaratmıştır. Biz insan olarak ana ve babalarımızın aşkının mahsulleriyiz. Eğer onlar birbirlerini sevmemiş olsalardı, biz dünyaya gelemezdik. Onun için insan ya başkalarını sevmeli ya da başka insanların sevgilerini kazanmalıdır. Eğer böyle olursa ebedi hayat anlamına gelen aşka ulaşarak ölümsüzleşir.
Hazrette aşk bir bilgi edinme yöntemi olmasına rağmen o akılcılığı da ihmal etmemiş ve ona gereken önemi vermiş hatta aklın, dinden üstün olduğunu söylemiştir. Çünkü aklı olmayan insanlar dinden sorumlu değildirler. Ayrıca “Allah sevgisi ilimle elde edilir, ilimden nasibi olmayanlar ve akılsızlar su sevgiden mahrumdur” diyerek sevgiyi, akılla temellendirmiştir. Yani aklı ve bilimi olmayanın sevgisi de olamaz. Gerçekten de ileri derecede ruhsal rahatsızlığa maruz kalan insanlar, hiçbir şeye ilgi ve sevgi duymazlar. Tasavvufun amacı insanı olgunlaştırmaktır. Bunun için insanın çile çekmesi ve diğer insanların verdiği sıkıntılara katlanması gerekir. Onun için Hazrete göre, yaratılandan şikayet, yaratandan şikayettir. Yiğit insan, başkalarının incitmesinden incinmeyen kişidir.
Yaratılıştan, bu güne, insanlar arasında sevgi ve tolerans eksikliği bulunduğu herkesçe malumdur. Hemen bütün anlaşmazlıklar; sevgi, karşılıklı anlayış ile sona erdirilebilir. Yeter ki, birbirimizi gerçekten ve gönülden, karşılıksız olarak sevelim ve birbirimize hoşgörü ile yaklaşabilelim. Hazretin dünya insanlık ailesine bıraktığı natıka bir hayatı anlama dileği ile…
VESSELAM.

DR. (phd) MURAT ONARAN

Gerçek Tarih Aralık 2022 sayısında yayınlanmıştır.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.