tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Selimcan Yelseli

Sanat Tarihçi/Yazar

Bir çelişki: Simülasyon düşüncesi, varoluş ve kültür

01.07.2023
A+
A-

Son yıllarda aslında bir simülasyon içinde yaşadığımız düşüncesi sıkça tartışılır oldu. İnsanın varoluşun -özellikle çağımızda- doruk noktasına ulaşan bunalımından bir kaçışı, belki de onu kabul edişine dair bir tavır mıydı bu? Yoksa sahiden bir simülasyon içinde yaşıyor olma ihtimalinin bir yansıması mı?

Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon adlı eserinde şu ilginç cümleyi kurar:

İmgelerin maskesini düşürmenin tehlikeli bir şey olduğunu, çünkü imge ya da maskenin gerisinde hiçbir şeyin bulunmadığını anlamışlardı.

İmgelerin ötesini gözler önüne seren ve özellikle teknolojinin gelişimiyle imgelerin ötesindeki boşluğu şeffaf bir gerçeklik olarak ortaya koyan çağ, simülasyon fikrine, imgelerin ardında aslında varoluşun boşluğunun bulunduğunu gördüğü için mi sarılmıştı? Varoluşçuluğun babası olarak bilinen Søren Kierkegaard’ın “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” adlı eserindeki şu cümle oldukça dikkat çekicidir:

Gerçek, hem kendini hem de gerçek olmayanı gösterir.

Bu cümleyi, imgeler, hatta bizzat insan ve toplum nezdinde okursak, simülasyon ve varoluş kavramlarının aslında birbirine ne kadar yakın olduğunu görebiliriz. Gerçek, yani içinde yaşadığımız sistem kendisini tüm ana hatlarıyla gösterirken, bir yandan gerçek olmayanı da, yani imgelerin ardını ve simülasyonu da göstermektedir. Bu noktada simülasyon, algıladığımız kadarıyla gerçek olmayanla ilintilidir. Çünkü simülasyon müthiş bir paradoks çerçevesinde, -gerçek farz edildiği zaman- yaşadığımız dünyayı gerçeklik dışına atmakla beraber; gerçek olmadığı zaman ise -eğer ona dahil olduğumuzu ama fark etmediğimizi düşünürsek- kendisini gizlemek adına yine yaşadığımız dünyayı gerçeklikten uzak kılma fikriyle bizi adeta ayartmaktadır. Bir simülasyon içinde yaşadığımızın kanıtının asla olmayacak olması belki de sezgilerimizin, tıpkı imgeler altındaki o derin boşluk gibi hayatın altındaki mutlak boşluğu görmesi ve bir buhranın içinde kendi sınırlarını tayin edememesi olarak görülebilir mi?

Özellikle sanayi devrimi sonrası teknolojik imkanların gelişmesi ve insanlığın, tekniğin yükselmesi ile kendisini derin bir amaçsızlığın içinde bulması simülasyonun mecburi bir gerekliliği ve varoluşu derin bir bunalım içinde idrak etmemiz, yani büsbütün varlık dramımız, içinde bulunduğumuz simülasyon modelinin istemli bir hata payı mı? Çünkü yine Jean Baudrillard’ın “Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm” eserinde bahsettiğine göre “bir sistemin en kusursuz anı, o sistemin çökmesine en yakın olan andır”. Simülasyon, kendi varlığının teminatını, varoluşsal bunalımların ve büyük bir kader arayışının insana yansıyan o “kusurlu” amaçsızlığında gizlemiş olabilir mi?

Bu sorulara cevap verilebilir şüphesiz ve verilen her cevap kendi içinde bir gerçeklik payı da bulundurabilir. Ama her cevabın dışında inandığımız simülasyon ya da bunun tam aksi olarak inandığımız simülasyona ihtimal bile vermeyen kendimizin hükmettiği hayatımız, tıpkı Nietzsche’nin de dediği gibi aslında “inancın gerçeği bilmeme isteği” oluşuyla ilgilidir.

Bu hususta ortak mirasımız ve kültürümüz bir yanıyla aslında ölüme karşı bir tedbir sistemidir. Kültür ölümün varlığına karşı süreklilik hissini sağlayacak -ya da bunu sadece hissettirecek- çarkların arasında işler. Eğer yavaş yavaş bir simülasyonun gerçekliğinden tereddüte düşmeden söz edilmeye başlanacaksa kültürün de bahsettiğim bu özelliklerini bir kez daha düşünmek ve yeri geldiğinde yeniden tabir etmekte fayda var. Dahil olunduğunda sürekliliğin dahi bir süreklilik yanılgısı içinde bulunduğu vehmini uyandırabilecek kurgusal bir dünyada, kültürün değişkenliği üzerine de düşünülmesi elzem.

SELİMCAN YELSELİ

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.