tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Aydanur Yıldız Çakır

Eğitimci ve Yazar

Bu benim hikâyem…

– 32. Gün ekibi bizim okula mı geliyor?

-Neden ki?

-İmam-Hatip okullarının kapatılma meselesi var ya, sahada etüt yapacaklarmış.

-Ardahan İmam Hatip Lisesi’ni mi seçmişler? Tuhaf.

 Kafasında cevapsız sorularla sırasına oturmuş, hocanın derse girmesini beklerken, müdür beyin onu odasına çağırdığını söyledi arkadaşları.

 -Buyurun hocam.

-Haberi almışsındır. Bir kaç öğrenci talep ettiler röportaj yapmak için. Seçtiğimiz öğrencilerden biri de sensin. 15- 20 dakikalık, en fazla yarım saatlik kayıt yapacaklar. Hazırlıklı ol.

 -Ne sorarlar ki hocam?

 -Muhtemelen bu okula kendi tercihinle gelip gelmediğini, kendi tercihinse nedenlerini, geleceğe dair hedeflerini, okuduğun kitapları, ilgi duyduğun alanları v.s.

– Anladım.

-Panik yapma, yarım saate çağırırlar, sınıfında bekle.

-Tamam.

 Tamam demişti demesine lakin eli ayağı da birbirine dolanmıştı. Ya okulunu hakkıyla temsil edemezse? Yanlış bir şey söyler de hocalarını arkadaşlarını mahcup ederse? Allah muhafaza.

Lise 3. sınıftaydı, temsil edeceği vazifenin ağırlığının farkındaydı.

Derken sıra ona geldi.  Karanlık oda, kendisine çevrilmiş güçlü ışıklar ve ard arda gelen sorular… Yarım saati bulmuş hatta çoktan aşmıştı zaman. Çıkışta hocasından aldığı tebrikle rahatladı, endişesi yerini sevince terk edip gitti. Temsilde kusur etmemişti belli ki.

Bir an evvel ders bitse de eve varıp babasını haberdar etse. Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün programına konuk olmuştu işte.  Hafta sonu saat 20:00’ de yayınlanacaktı program. Bütün ev halkı ve haberdar edilen akrabalar televizyonun başında, heyecandan yerinde duramıyor Ayda.

Reklam, reklam… Başladı program hatta bitti ama Ayda yok. Bir dakika olsun gösterilmedi. Sustu evdekiler, sevinci heyecanı sustu… Babası ve kızı suspus oldu…

Sebebi neydi? Bir dakika olsun fazla mı gelmişti, neden gösterilmemişti? Söz verdikleri hemen herkes konuşmuştu oysa. Anlayamadı… Kafası almadı… Uyuyamadı…

Cevabı sabah okuldaki hocasından aldı. “Onların beklediği profile, imam-hatip talebesi temsiline uymadın da ondan.” Hakikat bu olabilir miydi? Dilerseniz yazı sonuna bırakacağım linkle programı seyrederek buna siz karar verin.

Üzülmüştü… Bu, onu bekleyen hayal kırıklıklarının ilk ayak sesiydi;  fakat o böyle olduğundan bîhaberdi…

 Son sınıftaydı artık. Bu yıl nasipse üniversite sınavı vardı önlerinde. Farklı mesleklerden kişiler, halk eğitim merkezinde bütün liselerin son sınıflarını davet etmişlerdi meslek tanıtımı yapmak için. Bir öğrenci söz istedi. Lakin soru öğrenciden önce meslek sahibinden geldi. “Hangi okuldasın?”

-İmam Hatip Lisesi.

“O zaman bu meslek için fazla heveslenme zira okulunuzun adından da belli olduğu üzere imam yahut hatip olabilirsin.”

Sıralarda oturanlar yerinde duramaz olmuştu bu kinayeli sözle. “Hayır, biz de istediğimiz mesleği okuyabiliriz elbette! Bu ikilik, bu aşağılama neden?”

Nezaretinde olduğumuz hocamız gençleri yani bizi zor teskin etti ve yıllar geçse de unutamayacağım sözünü beynimize adeta mıhlarcasına nakşetmişti: “Gençler! Sakin olun. Hiçbir zaman ucuz kahraman olmayın! Bu sözler sizi yıldırmasın aksine azminizin kamçısı olsun. Okuyun, daha ziyade çalışın ve arzu ettiğiniz mesleğe gelerek, cevabınızı işte o zaman göstererek verin!”

Demokrat Parti devrinin unutulmaz Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri gibi yani. Hatırlayalım mı ne demişti, 1951 yılında Kayseri’de trenden iner inmez, diğer okullar tarafından itilip kakıldıkları, hâkir görüldükleri zamanda, başka hiçbir okula uğramadan, gittiği İmam Hatip Lisesi’ndeki gençlere?

“Çocuklar! Bugünkü hâlinize bakarak kendinizi küçük görmeyin. Yarının önemli insanları sizler olacaksınız. Sizden büyük hizmetler bekliyoruz. Bu okulları büyük ümitlerle açtık. Değerini bilin, çok çalışın; iyi bilgilerle ve geniş bir ilmî birikimle yetişin.”

Üstat Cemil Meriç’i de yad etmeden geçmeyelim; 17 Kasım 1968’de yılın ilk dersini yaparken, sözlerini imam hatiplilerin mukaddes mücadelesi ile sonlandırması oldukça manidar değil mi?

“Bir imam hatiplinin inandığı bir dava için mücadele etmesi, bir sosyalistinkinden daha mukaddesdir. Çünkü şimdi bir tek şey yasaktır: Türk’ün gerçekten üstün olduğunu idrak etmek. Osmanlı tarihinin, şerefli bir tarih parçası olduğunu, Abdülhamid’in büyük bir hükümdar olduğunu söylemek yasaktır. Türk insanının evvela bu küçüklük kompleksinden kurtulması lazımdır.”

Aradan yıllar geçmiş fakat mücadele değişmemişti anlaşılan.

Bursa yolcusu garip imam hatipli…

Bursa, ümidin şehri idi artık benim için. İmkânsız gibi görünse de en güzel dershanesine kaydımı yaptırabilmiştim. Gecemi gündüzüme katarcasına çalıştığımı gören hocalarımın ısrarıyla dershane yurduna da yerleştim.  Böylece daha iyi çalışabilme ortamına da kavuşmuş oluyordum. Meftunu olduğum şehrin sabah namazıyla uyanıyor, sınav öğrencilerinden iki katı fazla gayretle çalışıyordum. Herkesten fazla çalışmalıydım çünkü hem İmam Hatipli olmam dolayısıyla getirilen katsayı uygulaması hem de yüksekokul kazanıp kaydımı yapmadığım için ciddi bir puan kaybına uğrayacaktım. Ümitsiz bir vakaydım aslında lakin kaderin gayrete aşık olduğunun bilincinde, ümitle ümitsizlik arafında vazifeme odaklanmıştım. Sınav günü yaklaştıkça stresim ve kaygılarım uykularımı kaçırmaya başlamıştı artık. Bilindik sınav kaygısından öte “Sınava başörtülü girmeme müsaade edilebilecek mi?” endişesiydi bu. Evet, bütün bir yıl emek vermiştim, hazırdım artık lakin başörtümle sınava alınabilecek miydim? Bu tarifsiz korkuya eşlik eden ağlama krizleriyle, üniversite sınavına iki gün kala endişeli bir halde yurduma çok yakın Fomara Meydanı’ndaki okula gittim. Sınıfım sıram belliydi fakat sınava girebilecek miydim? İhtimaldi.

Yanımda her akşam endişelerimizi konuştuğumuz, yer yer gözyaşlarıyla bu akıl almaz yasağa sessizce isyan ettiğimiz yurt arkadaşım Ayla ile okulu adımlarken, bir bey karşıladı bizi.

“Burada mı sınava gireceksiniz gençler?”

“Evet, tabii inşallah girebilirsek!”

“Gireceksiniz, merak etmeyin! Ben bu okulun müdürüyüm, burada olduğum sürece sınava alınmamanız söz konusu olamaz!”

Aman Allahım! Baldan tatlı sözler…

“Yanlış duymadım değil mi Ayla? Ne dedi? “Rahatça girebilirsiniz” dedi değil mi?” Sevinçten çığlık atmamak için kendimizi zor tuttuğumuzu hatırlıyorum ama gözyaşlarımıza engel olamamıştık. Çocuklar gibi şen olmak bundan başka bir hali ifade edebilir miydi?

Kulaklarımda hâlâ yankılanan o sözü yıllar geçmesine rağmen hiç unutmadım. Adını bilmediğim o muştulu sözün sahibini her hatırlayışımda “Rabbim ebeden razı olsun” diyorum…

Sınav sabahı adeta bir kuş gibi adımlarken Şehreküstü’nü, hafifçe çiseleyen yağmur da refakat ediyordu yoluma. Sınavım o moralle beklediğimin de üstünde geçmişti.  Puanım kırılmasına rağmen 4. Tercihim olan Sakarya Üniversitesi Tarih Bölümü’ne girmiştim.

Ah! Gözümde Kalanım…

Âhım sen oldun! Vâhım sen! Ve eyvahım Sakarya’m!

Kayıt günü abimle birlikte Sakarya yoluna revan olduk…

O ne muhteşem bir manzaraydı öyle! Büyülenmiştim; Sapanca Gölü’ne nazır Esentepe Kampüsü’ne… Abimin uzun kuyruk bekleyişinden sonra evrakımı görevliye uzatmasıyla, kulakları sağır eden o söz, yankılandı bir anda! “Başörtülü fotoğrafla kaydı yapmamız mümkün değil!”   Yıkılmıştım; abim ise çıldırmış… Kendi hakkıyla kazanmıştı bacısı bu okulu, kayıt yapmamak da ne demekti? Adalet neredeydi? Müslüman bir ülkede “başörtülü olduğu” için geri çevriliyordu kapıdan…

Biçare, dönüyorduk işte. Ellerim bomboş… Ümitle başlayıp hüzünle döndüğümüz yolda, Edip Akbayram:

“Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma…

Ağladığın duyulmasın, aldırma gönül aldırma…”

diyordu ya, gel de aldırma!

Susuyorduk… “Düşünceler bile toprak gibi ıslanmışa benziyordu. Sözün ateş yalımını andıran yakıcılığı dillerimizi kavurmuşçasına ısrarla susuyorduk…” Sözün bittiği yerde yapayalnız kalmıştık işte…

O fotoğrafı nasıl çektirecektim? Yoksa okuma sevdamdan vaz mı geçecektim?

Geçemedim, hayatımın en acı fotoğrafını çektirmiştim bir bayan fotoğrafçı bulup.  Öylesine çirkindi ki fotoğraf, bir saniye olsun bakmaya tahammül edemiyor, tersini çeviriyordum.

Bu defa yalnız gittim Sakarya’ya ve istedikleri fotoğrafla sorun yaşamadan kaydımı yaptırdım.  Sakarya Üniversitesi öğrencisiydim lakin sevincimin üzeri hüzün tülünü sarmalamıştı bir kere…

Serdivan’da bir dönem geçirebildim yalnız. İkinci döneme henüz başlamıştık ki arkadaşlar bir duyuru asıldığını söylediler kapıya. Cesaret edip bakamadım, bakacak mecalim yoktu ki… Dersler, kütüphane, okumaya doyamadığım, hayalim,“Prof. Dr. Adayı Aydanur Yıldız” imzalı kitaplarım, cânım arkadaşlarım ve derslerine iştiyakla hazırlandığım, en sevdiğim hocam Enis Şahin… Onlardan ayrılamazdım…

Gerçeklere kör olmuş gibi devam etmeye çalışıyor, sınavlara hazırlanıyor ve kütüphaneden çıkmıyordum. Nutuk okurken aldığım, ilk ihtarımı not düşmüşüm derkenarına. Git gide arttı ihtarlar ve geldi kaçmaya çalıştığımız uygulama.

Ev arkadaşlarımla başka mevzu konuşamaz olmuştuk. Klasik öğrenci evinde, eksik malzemelerle yaptığımız enfes kekler eşliğinde, neşe, kahkaha dolu günlerimiz geride kalmıştı artık. Nasıl yapacaktık? Havalar soğumaya başlamıştı; başörtümüzün üzerine atkı bere sarıp okula girebilirdik. Atkı-bere de bir kaç gün idare etti bizi.

Bahçede Enis hocayla yaptım son istişaremi. “Sakın!” dedi “Okulu bırakmak yok, bak asistanım olacaksın, devam edeceksin; okulu bırakmak da ne demek? Sınavda göreceğim seni.”

İhtar almamıza rağmen okula gitmeye bir müddet daha devam ettik. Başörtüsünün üzerine peruk takarak gelmeye başladı çoğu arkadaşımız. O kadar kötüydü ki görüntüler, gülmekle ağlamak arası sinir harbi yaşıyorduk adeta.

Hiç unutmuyorum, Selma Hoca dersinde: “Arkadaşlar bu şeklide derse girerek bizi de zor durumda bırakıyorsunuz. Ya başınızı açın ya da bu şekilde dersime devam etmeyin lütfen!” dedi. Hocamız sözünü bitirince en yakın arkadaşım daha fazla dayanamadı ve sırasında ağlayarak, başörtüsünü çıkardı.  “Ne yaptın gönül dostum? Yapma!” Sınıfta kahreden bir sessizlik… Hepimizin kalbine bir hançer saplanmıştı sanki…  Sınıfı terk ettik.

Gün geçtikçe başını açarak okula devam edenlerin sayısı artıyor ve sınavlar yaklaşıyordu. Görevliler izin vermiyordu artık içeri girmemize. Defalarca kapıdan dönsek de gitmeye devam ettik bir müddet daha okulumuza.

Erkek arkadaşlarımız eylemlerle bize destek oluyor, sınav notlarını getiriyordu.

 Fakat artık derslere katiyen alınmıyorduk. Ne yapacaktık şimdi? Rabbimizin emrinden vaz mı geçecektik? Yahut, meydanı onlara mı bırakacaktık?  Bu ikilem arasında, üzülmekten kemiklerin sızlar hale geldiğini o zaman öğrenmiş oldum. Sırtım, kemiklerim, yüreğim her yerim ağrıyordu. Ağlamadan geçirdiğim tek günüm yoktu artık… 

Bir gün bahçe kapısında Emel’le, bir ümit içeri alınır mıyız diye beklerken, erkek arkadaşlar “Gelin arka bahçedeki çitleri kestik, oradan girebilirsiniz” dediler. Koşarak gittik, çitler üzerimize takıla takıla içeri girdik. O kadar güzeldi ki okulda olmak…

Sınavlar başlamıştı.  Kafam darma duman annemi aradım: “Anne ben okulumu bırakmak istemiyorum, peruk mu taksam?” dedim. Annemden onay gelmemişti: “Yavrum, ben sana Allah’ın emrinden vazgeç diyemem, seni cehenneme kendi ellerimle atamam. İnşallah Rabbim sana daha güzel bir kapı açacaktır.”

Ev arkadaşlarım ise “Aydanur peruk tak, Rabbin niyetini bilmiyor mu?” diyorlardı.  Enis Hoca’nın sınavı var ne yapacağım ben şimdi.  Vazgeçmek neden bu kadar zor?

Tel örgülerden geçip sınava girdim, Enis hoca gelince başörtümün üzerine peruğu koydum. Sınav kağıdım önüme geldi gelmesine ya başım da alev topu gibi yanmaya başlamıştı çoktan.  Bu okumak değildi, bu şeklide okumaya okumak denir miydi? Peruğu başımdan çıkardım ve sınav kağıdına tek bir cevap yazmadan kendimi dışarı attım. Kaçtım, kendimden ve hayallerimden…  Bir bendim bizim sınıfta okuldan ayrılan bir de Emel’im…  Enteresan; aynı gün doğup aynı gün okulu bıraktığım kişiydi kader arkadaşım…

Ağlaya ağlaya bindim otobüse…

 Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı vardı elimde. Son sayfasına“ Bir tek ben mi fazla geldim sana Sakarya? Neden sığmadım sana?” diye sitem yazmıştım… Kırgındım, kırılmıştım işte doyamadığım Sakarya’ma; beni kabul etmediği için.

Ümitlerimi, hayallerimi bırakıp dönüyordum  Ardahan’a…

Adıyaman ilinde bir gelin – talebe…

Ne yapacaktım şimdi ben.

Duramazdım. Yerel bir gazetede yazmaya başladım, ümidim kalmamıştı. “En az 100 yıl sürecek” diyordu 28 Şubat mimarları.

Bir sene dolmamıştı ki, 16 Ağustos 1999’da Marmara depremi oldu. Taş taş üstünde kalmamıştı. Ülkemizin her yerinden feryatlar yükselirken, 28 Şubat darbeci generallerin oluşturduğu 57. Hükümet “İRTİCA İLE MÜCADELE, LAİKLİĞİ KORUMA” ile meşguldü. Tıpkı Nihal Atsız’ın yazdığı “İsmet İnönü’nün 1939, büyük Erzincan depremi sonrası insanların acılarıyla alay edercesine ilk iş olarak şehre heykelini dikmesi” gibi; yol da değişmemişti yolcuları da belli ki.

Okumayacağımı bile bile bu defa kayıt yenilemek için Sakarya’ya gittiğimde Sakarya’yı yerinde bulamamak çok acı vermişti bana. Kıymetli hocalarımızın vefat haberi, okulum ve harabeye dönen Çark Caddesi…  Rabbim bir daha yaşatmasın, korkunç bir viraneydi artık şehir.. Kaydımı dondurup hemen geri döndüm.

Sakarya kapısı kapanırken yüzüme, Adıyaman bana kollarını açmıştı bu defa. Evlendim.  Ama içimdeki okuma aşkı hiç sönmedi. Gördüğüm üniversite öğrencilerine mütemadiyen soruyordum:

“Tarih bölümü açıldı mı?”

Açıldı ve öğrenci affı da geldi fakat başörtüsünü açmak şartıyla. Yani onlar beni affediyordu ama ben onları affetmedim.

10 yıl geçti. 3 çocuk annesiyken bu defa başörtüsü serbestliğiyle beraber gerçek bir af geldi.  Hiç durmadan, Adıyaman Üniversitesi’ne kaydımı yaptırdım.  Sevdasıyla yanıp tutuştuğum aşkıma kavuşmuştum. Şartlarım zorlayacak olsa da ne gam! Önümde dağ olsa durabilir miydi artık!

Hem anne, hem eş, hem gelin, hem komşu hem arkadaş hem de talebeydim artık. Üniversite kapısından heyecan duymadan girdiğim pek az gün hatırlıyorum. Çocuklarım küçük olduğu için hocalarım müsamahakar davranıyor, devamsızlığıma göz yumuyorlardı. Derslerime sınav dönemi ancak gece yarısı çalışmaya başlıyor ve neredeyse hiç uyumadan sınavlara giriyordum.

3. senemde ilk dönem biterken, bir derste hocamız dedi ki:

 “Arkadaşlar Sakarya Üniversitesi’nden kıymetli bir konuğumuz olacak, hepinizi bekliyoruz mutlaka.”

Kim gelecek hocam?

Evet, doğru tahmin ettiniz Enis Hoca Adıyaman’a geliyor.

“Tanıyor musun?”

Tanımaz mıyım?

Adıyaman’daydı ve evime kadar gelmişti. İnanamıyordum. O da şaşkındı Adıyaman’da deprem döneminden kalan öğrencisiyle karşılaşmaktan ben de şaşkındım tabii. “Siz buraya benim için geldiniz hocam” dedim kendisine. Tebessümüyle mukabelede bulundu…

Rabbim bu nasıl bir lütuftu? Rızan için vazgeçtiğim üniversiteyi içinde gözümün kaldığı her şey ile birlikte geri göndermiştin.

 “Sen’i bulan neyi kaybeder? Ve Sen’i kaybeden neyi kazanır” dı ki?

Biz bu zorlu yolculuğun kazananı olmuşuzdur inşaallah.

Büyük lider Aliya’nın dediği gibi “Unutulan soykırım tekrarlanır!” sözünden hareketle 200 sene değil 20 yıl önce bizlere reva görülen bu zulmü, o kara günü, 28 Şubat’ı unutmamak ve unutturmamak adına yazıldı bu satırlar.

28 Şubat ki,  “başörtülü olduğum için okula alınabilecek miyim?” korkusuydu..

28 Şubat, binbir emekle kazanılan üniversite kapısından geri çevrilişti…

28 Şubat, başörtülülere yasak ÖZGÜR ÜNİVERSİTE demekti.

28 Şubat, Nutuk okurken gelen okuldan uzaklaştırma ihtarıydı…

28 Şubat, gözyaşıyla, yıkılan hayallerle  veda etmekti okuluna..

28 Şubat, memleket yolunda “Başın öne eğilmesin” dinlemekti…

28 Şubat, içine akıttığın çaresizlikti…

28 Şubat, anaların asker oğullarının törenini tel örgülerin ardından seyretmesiydi..

28 Şubat, Nur Serter’in dikta odalarında öğrencilere baş açtırmak için kendini çirkinleştirmesi…

28 Şubat,  Kemal Alemdaroğlu, Kemal Gürüz ve halkın oyuyla seçilmiş milletvekilini başörtülü olduğu için “Şu hanıma haddini bildirin!” nidasıyla meclisten kovan, kulak tırmalayan o sesti..

Ülkemizde bir soykırım yaşatılmak istendi; 18 sene boyunca ezan-ı Muhammedî’nin susturulması gibi, Kur’an-ı Kerim’in yasaklatılması gibi, İslamsızlaştırma operasyonunun bir parçası olarak, Başörtüsü soykırımıydı yapılmak istenen. Lakin başarıya ulaşamadı; akim kaldı..

Bizler bütün engellemelere ve bizden çalınan senelerimize rağmen okullarımızı başörtümüzle ve derecelerle bitirdik.

Aşkımız da mücadelemiz de bitmedi bitmeyecek…

***

Aydanur Yıldız Çakır

Gerçek Tarih Kasım 2022 sayısında yayınlanmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları
24.03.2023
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.