Dil yarası
Yaram var, havanlar dövemez merhem.
Yüküm var, bulamaz pazarlar dirhem.
Kısa film. Kendisi kısa olsa da mesajı upuzun ve derin… Benim yazımın mesajı “Sevinç Vesaire…” adlı kısa filmde saklı. Seyretmeyenler için anlatayım. Sözlük çalışması dolayısıyla toplanan bir ekip artık kullanılmayan kelimeleri tek tek lügatten çıkarmakla görevli. Hummalı çalışmaları sırasında bir şey fark ediyorlar; kelimeler çıktıkça o duygular da kelimelerle birlikte kaybolup gidiyor. “Sevinç” kelimesi bunlardan yalnızca biri. Aramızdan ayrılmasıyla sevincini yitirmiş toplumla kalıyoruz baş başa. İşte tam bu sırada Oktay Sinanoğlu’nun sözü yankılanıyor kulaklarımda:
“Dil, gönlü yüzdüren gemidir! Dil gidince gönlün gider.”
Evet, dilimiz gitti! Onunla birlikte gönlümüz…
Bu gidişin ardından öyle bir yara açıldı ki sinelere, acısı tahminimizden çok daha büyük. Bir girdap belki de; Matruşka bebekler misali mündemiç sorular art arda idrakimizi bu girdaba çekiyor. Ne zaman düçâr olduk biz bu yaraya ve bize bunu kim layık gördü? Neden biz? Öz vatanında ecdadının yazılarını okuyamayan, turistten farkı kalmayan acınılası hale nasıl düşürüldük? Nasıl “dilsizleştirdiler bizi, tarihsizleştirdiler” Aytunç Altındal’ın dediği gibi. Bu yarayı açanlara kimse “Dur!” diyemedi mi peki, kimse ses etmedi mi? İçin için kanayan yaramızın tiryaki bulunamadı mı hâlâ?
Heybemde dikenli sorular, cevaplara ulaşabilmek için revan oluyorum yola.
Kaç durak oldu kim bilir ümitsiz ayrıldığım. Dizlerimin dermanı tükenmekteyken, Sebil yayınlarından bir kitap, “Gel” diyor, “sorularının cevabı bende, hazır mısın dinlemeye?” Türkçe’nin Müdafaası” adını taşıyor kitap; lakin kitaptan öte, içinde kaybolduğum bir mahkeme salonu bu.
Âteşin avukatlar savunuyor müvekkilini. Kimi af dileyerek savunmasına başlarken, kimi yaraya parmak basıyor, kimi ise nâçar, haykırıyor… Gelin hep beraber kulak verelim müdâfiine…
İşte ilk teşhis Eşref Edip Fergan’dan:
“Müslüman-Türk Milleti’ne en çok zarar veren harf değişikliği ve onun mütemmimi olan lisan inkılabıdır. Milletimizin, takriben bin yıl kullanmış bulunduğu, bu medeniyetin âdetâ alâmet-i fârikası olan alfabe 1928 yılında yasaklanmıştır.
Menşei Kur’an olan kelimeler millî hafızada bâkî kaldığı müddetçe milletimizin İslâmî tefekkür ve hahassüs tarzından uzaklaştırılamayacağı düşünülmüş ve bu sebeple devlet otoritesi kullanılarak uydurma bir dil, millete dayatma suretiyle kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Lisanda ırkçı bir telâkkî ile asırların dile kazandırdığı kelimeleri tasfiye etmek, bizden başka hiçbir milletin târihinde görülmemiş müdhiş bir dalâlettir.
Amaç, milletimizin Kur’an medeniyeti ve onunla yoğrulmuş târihimizle alâkasını kesmekten ibârettir. Milletimizi dil ve tarihinden kopardıktan sonra onu Batı Medeniyeti’ne adapte etmektir.
Kur’ân-ı Kerim’den, dilimize sayılamayacak kadar çok kelime girmiş ve bunun tabiî neticesi olarak millî tefekkürümüz Kur’an merkezli şekillenmiştir. İşte lisan inkılâbının hedefi, tamamen lâdinî bir cemiyet teşkil etmektir.” Şapka inkılabına dikkat çekerek devam eder müdafaasına Eşref Edip,
“Şapka İnkılabı’nda da hedef aynıdır; nitekim Ulus Gazetesi’nin 5 Nisan 1969 tarihli nüshasında, Ankara Valisi Yahya Galip Bey, İsmet İnönü’ye bir teklif de bulunuyor: “Şapkanın orta yerine bir Ayyıldız koyalım. Diğer milletlerden farkımız belli olur.” İsmet İnönü ise “Canım, biz bunları farkımız olmasın diye yapıyoruz. Sen ne teklif ediyorsun?” diye çıkıştığını bizzat anlatır.
“İnkılap diye maziyi ateşe verdiler. Kökü muhteşem mâzimize, muazzâm târihimize dayanan ne kadar mefâhir ve an’ane ne kadar secâya ve şeâir varsa hepsini atarak, yıkarak yerlerine köksüzce ilimle târihle, asla bağdaşmayan çürük, maskara şeyler aldılar. Şanlı, şehâmetli Türk Milleti’nin edebiyatını, şiirlerini, nesirlerini, ilmî lisânını “gerilikle” suçlandırdılar.Türk dilini bünyesine asla elverişli olmayan şekle soktular. Temelinden devirdiler. Lisânın, kelimelerin emirle değiştirilmesi nerede görülmüştür? Uydurma lisân yapmaya kalkıştılar. Milyonlarca kıymetli, nâdîde eserler ihtiva eden kütüphânelerimizi katliâma uğrattılar. “Bizim artık mâzi ile alâkamız kalmadı!” dediler. Türk Milleti’nin gençlerini mefâhir dolu mâzilerinden, ecdadından soğuttular, Bolşeviklere gönül verecek âvâre, serseri bir nesil yetiştirdiler.”
Çizilen acı tablo nasıl da yakıyor gönülleri değil mi?
Türkçemizi, “ağzımda annemin sütüdür” diye tarif edecek kadar sevmiş ve sahiplenmiş Yahya Kemal konuşuyor şimdi:
“Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçe’dir, bu bağ öyle metîn bir bağdır ki” der; “vatanın hudutları kopduğu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi birbirimize bağlı tutar; Türkçe’nin çekilmediği yerler vatandır, ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçe’dir. Bu dağınık kitleyi yekpâre bir halde ayağa kaldırır.”
Ve Refi’ Cevad Ulunay, bir başka hususa dikkatlerimiz celb eder:
“Dünyanın en güzel lisanı olan Fransızca’dan Lâtin ve eski Yunanca kelimeler çıkarılırsa Fransızca diye bir şey kalmaz. Bizde de Arap ve Fars asıllı kelimeler böyledir. Dilimize girmiş yerleşmiş olan bu kelimelerin artık Arapça ile Fârisî ile alakaları yoktur, onlar Türkçedir.”
Ali Fuad Başgil kürsüde bu defa, yarının tarihçisine sesleniyor:
“Türkçemizin, hükûmet zoru ve kanun yoluyla, içinden çıkılmaz tenakuzlara saplandığı ve bir trajikomik mesele haline konulduğu bugün artık herkesçe bilinen şeylerdendir. Memleket dili Türkçemiz tarihin hiçbir devrinde ve hiçbir diyarında rastlanmadık bir hükûmet hatasının kurbanı olmaktadır.
Yarının insanlık tarihçisi! Bu sözüm sana armağan olsun! Ta ki; bugünün tarihini yazarken bütün Türk bilginlerini bu müthiş hatanın fâili olmakla itham etmeyesin! Gerçi susmamalı idik. Bu bakımdan hepimiz suçluyuz. Fakat mazur gör, baş eğdimse günahkâr olduğumdan değil, boynumdaki evlâd u ayâl vebâlinin ağırlığından eğdim.
Bir memleketin dili, o memleket tarihinin ve psiko-sosyolojik varlığının mahsulü ve asırlar içinde nesillerin birbirine devredip emânet ettiği bir ocak mirası ve bir ecdad mülküdür.”
Ali Fuad Başgil’in bir de hatıraları var ki durumun vehametini ortaya koymaya kafi, dinlemeye devam edelim mi?
“1938 kışında, bir gün Üniversite Rektörlüğünde, dil meselesini konuşmak üzere, profesörlerden mürekkep bir toplantı yapıldı. Müzâkere, Üniversitenin dil inkılabı için seferber edilmesi gerektiği yolunda, hararetli bir nutukla açıldı. Bir aralık söz alarak, bu telâşa neden lüzum görüldüğünü; bu gibi işlerde acelenin ve resmî müdahalelerinin ileride dilimizi çetin tenakuzlara saplayabileceğini söyler gibi oldum. Birdenbire çehrelerin değiştiğini, müzâkere odasının bir mezarlık sükûtu içine daldığını ve büyük bir suç işlediğimi anladım. Toplantı sonunda bir profesör arkadaşım yavaşça kulağıma “geçmiş olsun” dedi. Bir iki sene evvel Üniversiteden bazı profesör arkadaşlar, felsefe terimleri için Ankara’da toplanan komisyona çağrıldılar. Bir hafta – on gün sonra döndüklerinde “ne çabuk döndünüz” dedik. “Yapılacak iş zaten hazırlanmıştı biz gidip reylerimizi verdik.” “Bu nasıl olur? Bir memleketin asırlar içinde ve nesillerin gayretiyle yerleşip olgunlaşan ilim ve felsefe dili, el kaldırıp rey vermekle beş on gün içinde değişir mi?” “Onu sormayınız: Komisyondan biri de buna şaştı ve itiraz da bulunmaya teşebbüs etti de susmaya mecbur oldu” dedi.”
Bir acı hatıra daha, lütfen dinlemeden geçmeyelim;
“Profesör arkadaşlarımdan biri, dil işi hakkında gazeteye bir tenkid yazısı gönderdiğini söyledi. “Okur istifâde ederiz” dedim. Üç beş gün sonra buluşunca “ Hani” dedim “yazı çıkmadı? Yoksa ben mi görmedim?” “Hayır, gazeteden sordum çıkmayacağını söylediler ve özür dilediler” dedi. Düşündüm hâlâ düşünüyorum: Bu titizlik niçin? Eğer yapılan iş gerçekten memleketin iyiliğine ve nesillerin faydasına ise, bu sinirlilik ve taasub niçin? Senelerden beri bilgi ve kültür hayatımızı fırtınalı bir deniz gibi çalkalayan ve nesilleri birbirinden ayırmaya, millet zincirinin halkalarını koparmaya giden dil davasını niçin açık bir konuşma mevzuu yapamıyoruz? Yüzlerce senelik bir tarihin öz evlâdı olan Türkçemizi kimin öldürmeye hakkı olabilir? Sorarım ihtiyar tarihe: dilci ve gramercilerin eliyle bir millet dili icad edildiğini ömrü boyunca görmüş müdür?
Müthiş bir kükûmet hatası ve memleketin iç yarası! Hükümet zoru, kanun yasağı ve sansür satırıyla dil budayıp değiştirmek, gebeyi tekme ile doğurtmaktır.”
Biz bu satırlarla kendimize gelemeden, Üstat Necip Fazıl geliyor şimdi de kürsüye ve başlıyor diriltici müdafaa:
“Besbellidir ki atılmak istenen şey dil değil, Türk’ün ruh cevheridir.
Ruhumuzun ırzına geçtiği sanılan Arapça’ya karşılık, ruh ismet ve iffetimiz gâvurcaya takdim ve teslim edilmiştir.
Alman dilinin kıvamlanmasında en büyük rolü oynayanlardan Goethe diyor ki: “Bir millete yapılacak en büyük fenalık, onun diliyle oynamaktır.” Bir milletin diliyle oynamak, onun hayatıyla oynamaktır.
Dillere daima yeni kelime aşıları yapılabilir. Fakat bu aşıların tutması, yahut tutmaması bahsinde zor kullanılamaz.”
Tahsin Banguoğlu, bambaşka gözle bakıyor mevzuya;
“Cumhuriyet devrinin ruh hali sadece sınırsız bir Batı hayranlığı ve kayıtsız şartsız oraya yöneliş hamlesi olarak izah edilemez. Devrin iktidara yakın aydınlarında bir de Doğu düşmanlığı ve onu itme öfkesi hüküm sürmüştür. Bu duygu giderek bir nesli sarar. Yerli veya Doğu’dan gelen her şey kötüdür, Batı’dan gelen her şey makbul..”
“Osmanlıca” adı verilen Arapça ve Farsça kelimelere karşı kesin bir savaş açılmıştı. Pek çok kelimenin Arapçası yerine Fransızcası rahatça kabul ediliyordu.”
O da ne? Sâmiha Ayverdi, tuhaf bir ülkeye götürüyor salondakileri;
“Katliam görmüş bir lisan ülkesi var ki, kan revân içinde nice bin şehidin cesediyle bir muhârebe meydanı hâlinde, çatısı, damı, temeli çökmüş, molozlar, kerpiç yığınları ile yolları tıkanmış bulunuyor.
İşte bu facia sahnesi Türk Dili üstünde cereyân etmiş ve etnektedir.
Lisan cellâtları bin yıl Türk Dili’ne hizmet etmiş bir kelimenin ölüm fermânını verirken mucip bir sebep olarak gösterdikleri (özleşme, arılaşma) oyununu ırkçılık parolasının heyecânına sararak, elinde endâzesi (ölçüsü) olmayan gençliğe sunmaktadırlar.
Tarihini bilmeyen, edebiyatını lüzumsuz bir angarya kabul eden mefahirine, gelenk ve göreneklerine bigâne yetiştirilen gençlik, artık geçmişle arasına gerilen uçurumu aşamayacağı için, içinde yetiştiği kısır, dar ve verimsiz dünyanın sözcüsü ve koruyucusu olmuş bulunuyor. Bugün yer yüzünün hâkim dili olan İngilizce, Fransız lisanına geniş ölçüde yer verirken, çeşitli Dünya dillerinin kelimelerine de kapılarını açık tutmakta ve bundan dolayı telâşlanmak şöyle dursun, iftihâr bile duymaktadır. Meselâ Malaya’ya gitmiş, memleketin “barong” dediği kılıcını beğemiş ve lisanına geçirmiştir. İspanya’ya gitmiş kızlarını “muchacoa” diye çağırmalarını beğenmiş kendine mâl etmiştir. Sesi ve mîmârisi millî olduktan sonra kelimeler nereden alınırsa alınsın madem ki lisana girmiştir, şu halde Türkçe olmuştur. Bu, sâde bizim için değil, her millet için budur.
“Yeryüzünde başka dillerden alış veriş etmemiş hangi lisan vardır?” diye soruyor Ayverdi; cevabını biliyor muyuz?
Sırada Yahya Kemal, “Her halk kendi ikliminin lisânını söyler” der ve birbirinden güzel teşbihleriyle devam eder:
“Her bir güzel kelimenin ziyân oluşu, bir sevgilinin ölümü kadar onu yaralar…
Türk Milleti’ni içinden yıkmak isteyenler onun önce dilini ve arkasından dînini devirmek yolundadırlar. Onun tarihteki en büyük zaferlerini, bu iki asil kaynağa bağlı oluşla kazandığını da, onlar çok iyi bilirler.
Onların bütün maksadı dilimizde, müşterek İslâm Medeniyeti’nden Türkçeleşmiş kelimelerin imhâsıdır.”
Nihad Sâmi Banarlı’ya kulak verelim şimdi:
“Türk Dili’nin şu son 30 yıl içindeki eşsiz talihsizliği; mevzu, tamâmıyle bir ilim, bir sanat hatta bir aşk mevzûu iken, dilin bir politika bir sapık ideoloji mevzuu yapılması ve daha fenâsı, yabancı” hatta düşman politikaların emellerine âlet olabilecek bir kimsesizliğe düşürülmesi, büyük talihsizlik olmuştur.
Bir kısım diller vardır ki; yalnız bir vatanda değil, bir çok vatanlarda devlet kurmuş hâkimiyet kurmuş büyük milletlerin dilidir.
Biz, bunlara fethedilmiş ülkeler gibi, fethedilmiş kelimeler diyoruz.
İngilizlerin, “Bahtiyardır o İngilizce ki onda her dilden kelime vardır.” deyişlerindeki müstesnâ ilerilik, bu şuurlu imparatorluk dili anlayışının bir ifadesidir. Daha birkaç yıl evvel, Uzak Doğu, Kore ve Japon dillerinden İngilizce’ye yeniden binlerce kelime alınması ve bu kelimelere, İngiliz tâbiiyyetine kabullerinin nüfus kâğıdı verilmesi, aynı ileri anlayışın yepyeni bir tecellisidir.
Türkiye’de bir türlü dikkat edilmeyen, büyük dil hakikati budur. Hiçbir medeniyet dilinin bütün kelimeleri millî olamaz, fakat sesi mutlaka millî olur.
Hakîkat şudur ki; Türk Milleti gibi, asırlarca hatta çağlarca Dünya sathında konuşmuş, büyük ve fâtih bir milletin dili özdil olamaz, imparatorluk dili olur.
Türk milleti tarafından fethedilmiş topraklar nasıl Türk vatanı olmuşsa aynı millet tarafından fethedilmiş kelimeler de öyle Türk kelimesi olmuştur.
Yıllarca evvel, bizden Kars ve Ardahan’ı isteyen yabancı emele karşı, bir Türk şâirinin söylediği:
Verilmeyecek şeyler vardır,
Şeref gibi, şan gibi…
Kars gibi, Ardahan gibi…
Mısrâlarından yükselen sesler, nasıl, “Toprak verilemez!” diyorsa, tıpkı bunun gibi:
Asırlarca Türk’ün malı olmuş, Türk sesi ve Türk sanatıyla işlenmiş; ev, âile, köy Türkçesine; aşk ve îman Türkçesine girmiş; Türk’ün heyecânına işlenip vicdanına yerleşmiş ve Türk olmuş kelimeler de, verilemez!..
Bunlar, bizim zafer ve şeref hâtıralarımızdır. Bizim büyüklük devirlerimizin ve yukarılık duygularımızın zafer âbideleridir.
Bizimdirler ve bizim kalacaklardır.”
Bakın kim geliyor şimdi kürsüye? Çağının anlaşılamamış dehası, fikir işçisi Cemil Meriç, idrak yakan drejuvalarını gönderiyor art arda;
“Batıcılarımız, bizi ne pahasına olursa olsun tarihten koparmak istiyorlar, tarihten, irfândan, mukaddesten. Bu intiharın adını “çağdaşlaşmak” koymuşlar. Kur’an’daki her kelimeye düşmanlar. Neden? Mâzimizde bir gurur yarası mı var? Bir bozgunun hâtırasıyla mı tedirginiz? İslâmiyet’i kılıç zoruyla mı kabûl ettik? Hayır. Bu kocayan medeniyetin kendi kendini tahrib çılgınlığı. Dil, îmânın son kalesi, îmânın ve haysiyetin.
Ummanı ırmağa bağlamak isteyen bu allâmeler, bin yıllık târihimizden habersizdiler. İki ayrı millet vardı Türkiye’de: Köksüz bir intelijansiya ile mukaddesine sımsıkı sarılmış mukaddes yığınlar.
Demek alfâbe dile uymuyor diye bin yıllık dili tahrîb edeceğiz. Buna alfâbe değil, Proküst’ün yatağı (Eski çağlarda yaşamış olan Proküst isimli haydut, soyduğu insanları bir demir yatağa yatırırdı. Ayakları yatağın uzunluğunu aşarsa fazla kısmını keser; boyu kısa geldiği zaman ise, iple ayaklarından bağlayarak yatağın boyuna kadar uzatır ve netîce her halde insanları bu işkence metoduyla öldürürdü.) derler!”
Üstadın ardından geliyor Kaya Bilgegil ve bakın nasıl, kaybettiğimiz hazinedeki incileri tek sergiliyor;
“Bizi millet yapan her şey bu dilin içindedir: îmânımız, san’atımız, aşkımız, ihtiraslarımız, cihangirliğimiz, zevkimiz, fakrımız, zaaflarımız, sıkıntılarımız, kaybolan ülkelerimiz, millî izzetinefsimiz, ibdâ gücümüz, teslimiyetimiz, kaderi kabullenişimiz, hüznümüz, nüktemiz, şakamız dâhil, yüz yıllar boyunca bütün vatan üzerinden temâşa olunan bu fıtrî ve mâşerî sanat bütünlüğünün içindedir.
Kelimeler bir milletin geçirdiği hayat safhalarından; zihnini dolduran düşüncelerden, içini sarsan heyecanlardan, ruhuna sükûn getiren îmanlardan, torunlarına öğünme vesilesi olacak hünerlerinden, en yüce tefekkür kaynaklarıyla günlük hâdise ve vaz’olunmuş değerler karşısındaki takdir ve temyiz kudretinden, yüzyılların kovaladığı hâtıralarından taşıdıkları akisler ölçüsünde o milletin adıyla yâd olunmaya liyâkat kazanırlar.”
Tarih duruşması, mevzu mühim hız kesmeden devam ediyor. Bu defa kürsüde Ömer Fâruk Akün, daha evvel duymadığımız bir Haçlı Seferi’nden söz ediyor;
“Bugün Türk Dili’ne alabildiğine sürdürülen “özleştirme” hareketi, Türkçe’yi yabancı her dilden değil, sâdece ve sâdece İslâm Medeniyetinden gelme kelimelerden temizleme şeklinde yürümekte ve yürütülmektedir.
Düşündükleri ve istedikleri şey, dilde medeniyet mirâsının bir an evvel tasfiyesidir. Yapılan, bu mîrâsın târihî ve millî muhtevâsiyle kelimelerine karşı haçlı seferi rengini almış bir harekettir.
Tasfiyeci zihniyetin istediği, millî kültür varlığını ifâde ve nakl eden eserlerle yeni nesiller arasında irtibâtın kopmasıdır.”
Duruşma devam ederken bir soru takılıyor zihnime: Taş ve toprak canlı mıdır? Ya kelimeler? Durun, içimi okuyan biri var, işte Ayhan Songar;
“Türkler imparatorluklar, devletler kurup yerleşmeye başladıktan sonra “mücerred mefhumlara” ihtiyaç duyulmuştur. Diller de tıpkı insanlar gibi, hayvanlar gibi birer “canlı varlık” dır. İhtiyacı olan gıdayı çevresinden alarak gelişir ve büyürler, zenginleşirler. Türk Dili’ne de çevredeki kavimlerin lisanlarının kelimeleri, çoğu zaman birer “Fetih ganimeti” şeklinde girmiş, böylece dilimiz mücerred mefhumlardan da zenginleşmeye başlamıştır.
Sahnelenen oyun “dilin sadeleşmesi” değil, bir “kültür devrimi”dir. Türk kültür ve harsı devrilecek, yerine yeni bir kültürle birlikte yepyeni bir rejimin tohumları atılacaktır. “Dil devrmi” üç koldan ilerlemektedir:
- Yeni ve uydurma kelimelerin dile sokulması ve Türkçe diye kabul ettirilmesi. Böylece nesillerin anlaşma imkânının ortadan kalkması.
- Birkaç birbirine zıt mefhumun bir kelime ile ifade edilmesi sonucu dilin ifade gücü bakımından fakirleştirilmesi.
- Türkçenin âhenginin ve musikisinin bozulması.
Dünyanın hiçbir milletinin başına böyle bir felâket gelmemiştir, şimdiye kadar yeryüzünde konuşulan hiçbir dil böylesine bir kıyıma uğramamıştır ve böylesine bir katliâm örneği başka hiçbir yuerde görülmemiştir. Buna kim “dur!” diyecek?”
Dikkat buyurun Kadir Mısıroğlu değil mi gördüğüm? Yaralı. Gür sesiyle salonu inletiyor;
“Türk Milleti’nin din ve târih şuurına en ağır darbeyi vuran iki hareket vardır: Harf inkılâbı (1928) ve bunun mazarratını ikmâle medâr olan lisan inkılâbı (1932).
Kur’ân harflerinin ilgâsı bütün bir gençliğe ecdâdın bin yıllık mebrûr emeklerini aksettiren büyük bir hazinenin kapılarını kapamış ve onlarla İslâmî şuur ve ilimler arasındaki en ciddi bir köprüyü berhavâ etmiştir.
Gerek “Harf” ve gerekse “Lisan” inkılâblarının gâyesi İslâm Kültürü’nden kopmaktı.. Bunu, İnönü, Ulus Gaztesi’nde yayınlanan hâtırâtında açıkça ifâde ederek: “Harf inkılâbı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. Ama harf inkılâbının bizde te’siri ve büyük faydası kültür değiştirmesini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk.”
Tabii “Arap Kültürü” sözünün aslı “İslâm Kültürü’dür. Arapların İslâm’dan ayrı bir kültürleri yok ki!..”
Can yakan tespitlerin ardından bir reçete sunuyor Mehmed Şevket Eygi, dinleyelim;
“Türkiye’de 1928’den bu yana vahim bir lisan krizi hüküm sürmektedir. Dünya’da hiçbir milletin başına böyle bir felâket gelmemiştir. Sovyetler Birliği mahkumu Türk ülkelerinde bile lisana ve edebiyata bu kadar gaddarca müdâhale edilmemiştir.
Türkçemiz 1920’li yıllarda çok zengin, çok ahenkli, çok güzel bir lisan haline gelmişti. Onu kendi haline bırakmış olsaydılar, bugün büyük Dünya lisanlarıyla boy ölçüşebilecek bir dile ve edebiyata sâhip olabilirdik. Ne yazık ki, bu güzel lisan ve edebiyat CHP diktatörlüğünün hışmına uğradı. Bulgaristan’a kaçmış ve Türkiye’ye dönmesi yasak olan Agop Martaryan adlı bir Ermeni, “A. Dilaçar” adıyla Dil Kurumu’nun başına getirildi ve tarihte benzeri görülmemiş bir dil kırımı başladı.
Eski nesiller bu gidişe yıllarca direndiler, fakat yaşlılar ölüp yerlerini uydurukça ile eğitilmiş nesiller aldıkça bu direniş kırıldı.
Yapılacak ilk iş, bin yıllık millî yazımız üzerindeki yasağın kaldırılması, bu yazı ile yayın, eğitim yapma hürriyetinin elde edilmesidir. Ayrıca, bütün liselere Osmanlıca yazı ve lisan dersleri konulması için çalışılmalıdır.
İslâm sadece, dar mânâda bir din ve inanç değildir. İslâm bir medeniyettir, İslâm bir Dünya nizamıdır, İslâm bir hayat tarzıdır, İslâm bir kültürdür. Bütün bunlar ancak zengin bir lisanla ayakta durur.
Büyük medeniyetlerin büyük edebiyatçıları olur.
Büyük medeniyetlerin büyük tarihçileri olur.
Büyük medeniyetlerin büyük şâirleri olur.
Büyük medeniyetlerin büyük fikir adamları olur.
Böyle adamlar yetişmesi için çok zengin, çok ufuklu, çok derin,çok geniş bir lisan olması gerekir.
Milyonların gönüllerini titreşime getirecek epik şiirler toplardan, bombalardan daha güçlüdür. Ecdat ordularını coşturan mehter neşideleri uyduruk Türkçe ile terennüm edilemez.”
Vakit daralıyor fakat mevzu derin, Yavuz Bülent Bâkiler’den bir kuple dinleyelim;
“Türkçe, bizi dünümüze bağlayan bir dil. Edebiyatımızı, türkülerimizi,şarkılarımızı, atasözlerimizi,deyimlerimizi bize sevdiren bir güzellik. Öztürkçe ise bizi dünümüzden, edebiyatımızdan koparan bir mayınlı tarla.”
Bu duruşmanın son müdafii Ahmed Turan Alkan’ı dikkatle dinleyelim lütfen;
“Kur’ân’ın Türkçe’ye hediye ettiği veya Türkçe’nin Kur’ân’la ülfetinden hâsıl olan bu mânâ beraberliği Türkçe’nin belkemiği idi. Ecdâd on asır boyunca bu lisanı terennüm etti; onunla şiir yazdı, resmî kayıtları tuttu, ifâde-i merâm etti; rüyasında bu dille konuştu, aşkını ifade ihtiyacında bu dile sığındı ve bu dil henüz bu asrın başlarına kadar bir Dünya lisanı idi.
Biz lisanımızla birlikte “beyne’l- İslâm” vizyonumuzu da reddettik. Doğrusu biz, Türkçe’nin içindeki “Kur’ânî belkemiğini”çıkararak nefsimize zulmedenlerden” olmuşuz.”
Sadra değen sözlerle, neticelenemiyor maalesef, tehir ediliyor muhakeme. Bir dahaki duruşma ne zaman, kimseler bilmiyor.
Bu kaçıncı veda edilememiş tarih duruşması sahi? Bu kaçıncı yara? Cevapsız sorularımla elveda…
AYDANUR YILDIZ ÇAKIR
13 Mart 2023/Bursa