Kalkın, Cemil Meriç’e gidiyoruz!
“Bugün Cemil Hoca’yı ziyaret ettik. Ümit Hanım bize tatlı ikram etti.”
21 Mart 1983’ te Cemil Meriç’in evine konuk olan talebenin (M. Armağan) kendi tarihine düştüğü kısa bir not. Not kısa fakat nasıl da büyük bir “Keşke” dedirtiyor insana. “Keşke ben de ziyaret edebilseydim bu kıymetli insanı… “ Siz de bu hisle hemhal olduysanız, haydi hazırlanın Cemil Meriç’e gidiyoruz!
“Ne yani bu kadar ani mi olacaktı koskoca Cemil Meriç’le görüşmek? Hazırlanmamız, günlerce kitaplarıyla haşir neşir olmamız, yazdıklarıyla yatıp kalkmamız, ancak tedariği bir güzel yola düzdükten sonra yola koyulmamız yakışık almaz mıydı? Bu kadar kolay ve basit bir iş olabilir miydi Cemil Hoca’yla görüşmeye gitmek?”
“Heyecanlanmayın bu kadar” diyemeyeceğim; bu mümkün değil biliyorum fakat küçük bir tavsiyede bulunabilirim: yola çıkmadan, tarçınlı ıhlamur demleyin kendinize, Meriçlerin salonundan yayılan bu rayiha biraz olsun rahatlatacaktır sizi. Ayrıca biliniz ki, bu roman tadında yolculukta size refakat edecek Cemil Meriç’in duhter-i vefa- şiarı, yani vefadar ve müşfik kızı Ümit Meriç Hanımefendi.
Büyük adamların biyografilerini büyük adamlar yazarmış; lakin bir babayı ona yoldaş kızından daha güzel kim anlatabilir ki?
İşte, pencerelerinden kitap taşan evin önündeyiz, kapı açılıyor yavaşça.
“Merhaba. Beşikten mezara kadar ilmi arayan, amacına ömrünü adayan Cemil Meriç’in evine hoş geldiniz.”
Küçük Ümit’in Ufuat Amcası, Fuat Andıç’ın dediği gibi, Cemil Meriç’i birkaç sahifeye sığdırmak ehliyetine maalesef sahip değilim. Ne o sığar birkaç sahifeye ne ben sığdırabilirim onu fakat beni ziyadesiyle yaralayan tarafı, çocukluğu gençliği ve hocalığı sırasında “Anlaşılmamış, anlaşılamamış ve anlaşılmak istenmemiş” olması, garipliği ve yalnızlığı, yapayalnız bir süreyya oluşudur…
Gözlerini, hayatını, hakikat uğrunda feda ederek, nesl-i âti destanlarına bir zafer ve fedakârlık numunesi olacak hakiki bir insan olmaya namzet bir delikanlıyı o yıllarda kim anlayabilirdi ki?
İşte tam da bu sebepten limanına kaçmış, fildişi kulesine sığınmıştır. Orada kendini bulur Cemil Meriç; hatta bazen kaybeder. Daha ortaokulda iken, Tatar Ahmet Efendi’nin zengin kütüphanesinde kaybolan, unutulan gençtir Cemil Meriç.
25 yaşında, şefkate susuz, hayata susuz, koca şehirde yapayalnız; dehasıyla yalnız, kültürüyle yalnız, ıstıraplarıyla yalnız bir gençken ona sükûnetli bir liman olacak Fevziye Hanım’la yollarını birleştirir ve hayatının ikinci perdesi açılır.
Yumuşak, zarif ve içli insanların diyarı olarak hatırlayacakları Elazığ’da ilk misafirlerini, lügatlerden müteşekkil masada ağırlarlar. Cemil Meriç’in fikir dünyasından, sanatın zirvelerinden söz ettiği bu sohbetlerde gençler bazen gözlerinden yaşlar gelene kadar gülerler; Balzaclar, Hugolar, Gideler sanki koğuş arkadaşı imiş gibi senli benli anlatılıp geçer.
Kalıplara karşıdır Cemil Meriç, beylik laflara, harcı âleme tepki için doğmuş gibidir adeta.
Asıl derdi gençleri, “kayıtsız, maksatsız, politikasız, ideolojisiz” olarak düşünmeye tartışmaya alıştırmak ve onlara güzel şeyler okutmaktır. 1940’lı yıllar, öğrencileriyle içtiği su ayrı gitmeyen, eşyasız küçük bir evde harp yıllarının memur sefaletini yaşayan, eşi içeriki odada çocuk düşürürken, soğuk bir salonda, acısını öğrencilerine yaptığı garip nüktelerle teskine çalışan daima şen bir hoca.
Ne var ki talebeleri ile kurduğu dostluk ilişkisi okul idarecilerini rahatsız eder ve Meriç’e yazılı ihtar gelir. İki sene cansiperane hocalık yaptıktan sonra, yardımcı öğretmenliğe layık görülünce istifa edip İstanbul’a döner Cemil Meriç. İstanbul’da kalacak yerleri dahi yoktur. Balzac tercümelerine başlar ve o dönemi “İşim yoktu, param yoktu, dostum yoktu… Kitap bitmeden para vermiyorlardı. Kitap bitmiyordu…” acı cümleleriyle açıklar.
Hayatını kalemiyle kazanmak zorunda olan genç bir adam…
Balzac tercümeleri… Harcadığı emekleri ne okuyucu fark etti ne münekkit!…
1946 Aralık’ı iki yenilik getirir Cemil Meriç’e: Fransızca okutmanlığı fiilen başlarken, ayın16’sında kızı Ümit Meriç dünyaya gözlerini açar.
Dilini unutan nesil, yabancı dili nasıl sevsin? Kızılderililer içinde bir rahip gibi hisseder kendini Cemil Meriç.
Meriçler bu defa, Üsküdar Nacak Sokak yokuşunun sonundaki eski Üsküdar mutasarrıfının evine yerleşirler. Bu iki katlı ahşap köşk, gümrah lavanta çiçeklerinin kokusuyla karşılar misafirlerini. Merdivenin sonunda renkli camlarla süslü kapalı bir taraça vardır. Meriçler yıllarca bu taraçada oturup, gazete kitap okuyacak, kahvaltılarını ve akşam yemeklerini bu ferah mekânda yiyeceklerdir. Şimdi o kocaman ahşap giriş kapısından salona girelim. Bu yüksek tavanlı büyük odada daha sonraki yıllarda dostları olacak olan birçok kişiyi karşılayıp, misafir edeceklerdir. 12 yıllarını geçirecekleri bu köşkte, bana göre kervansarayda, talebe ve dostları eksik olmayacaktır.
Bu köşkte yetişecek beyinlere, kafasını ve kütüphanesini sunar. Tabii onunla çalışabilmek için güçlü bir bünyeye sahip olmak gerekir. Saatlerce okuyacaksınız. Bir kelime için bütün lügatleri aşağı indireceksiniz.
Öğretmen ve öğrenci arasında akrabalıktan çok daha ileri düzeyde bir yakınlık vardır Cemil Meriç’ e göre. Kurduğu bu bağ sebebiyledir ki, okulun en haylaz öğrencisi Tophane’de barbut oynayan bir insan iken hocası ile ilim aşkını tatmış, kendini ilme adayarak ülkemizin dünya çapında yetiştirdiği bir dil- bilim profesörü olmuştur.
Yine aynı sebep dolayısıyladır ki, Berke Vardar, Tapduk’a odun taşıyan Yunus misali, bir kış günü hocasının evine sırtına vurduğu kömür çuvallarını bahçeden taşıyıp getirerek, teslimiyetin ve ilme saygının en güzel örneklerinden birini vermiştir.
Hoşgörülü bu öğretmen yalnız kendine hoşgörü göstermez. Yazdıklarını hiçbir zaman beğenmez bazen bir sayfayı 15 defa yazdırabilir. Yazılarını hep bir vicdan azabı ile matbaaya yollar.
“Düşünebilme ve düşünme zevkini ona borçluyum” der Fuat Andıç ve devam eder: ‘Oku bana biraz’ derdi. İngilizce, Fransızca, Türkçe… Ne isterse saatlerce okurdum. Gözlerim yorulur boğazım kururdu. O bile bana bir zevkti, okkalarca irfan aldığım insana, dirhemle bile olsa bir şeyler verebilme zevki.
“Karabetlerin en mukaddesi, şakirtle üstad arasındaki bağ.” Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz ne çirkin bir kelime. Hoca öğretmez yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir, isteyen arayan, susayan.”
Lakin fakülte derslerinde talebe değil öğrenci vardır ve büyük çoğunluğu ruhunu kanatlandırmaz Cemil Meriç’in. O günlerin küskünlüğünü Jurnal’e döker önce, sonra Bu Ülke’nin “Asaletini kaybeden irfan” yazısı ortaya çıkar.
Fakülte çıkışı ibadet eder gibi sahaflara uğrar Cemil Meriç, en çok da Nizamettin’in dükkânına.” Kütüphanemden çok memnunum, beni tatmin ediyor” dediği kütüphanesinin yarıdan fazlasını Nizam’ın bu dostluğu sayesinde ve memur maaşıyla yaptırmıştır.
Meriç’in kütüphanesi “oğul vermiş olan bir kovandır”. O daha iyi bir nüshasını bulduğu eserin ilk nüshasını ya mahcup olmasınlar diye çok ucuz bir paraya talebelerine verir ya da ısrarla hediye eder.
Elazığ’da dostları Ekrem Uzel’in tarifiyle “Üsküdar’ın korulukları içinde ışıklar saçan bir çiftin etrafında, uçuşan kelebekler gibi misafirler gece gündüz eksik olmaz; özlemle o eve koşan ve her defasında gönlü ve midesi doyarak ayrılan konuklar.
Tatlı dil güler yüz, dervişane kanaat, bol bol gönül zenginliği. Her hali ve halleri orijinal. Gülüşü, nüktesi, coşuşu. İsmini Meriç’ten alması tesadüf değil benzeri. Şiir okuduğu zaman şelale olur, fikir saçtığı zaman kasırga. Ve başları aynı kitaplara eğilen kimseler yani en yakın akrabalar etrafında.
Masanın üstüne iskemle koyup çıplak ampule yaklaşarak okuma aşkına mukabil azalan görme yetisi. Büyük lügatin gözlerini yiyip bitiren harfleri…
1954, yaş 38 ve aydınlık dünyasını sarar karabulutlar… Çatalca’da, Ahmet Çipe’nin evinden dönerken dipsiz bir kuyuya iner bu defa merdivenler.. Fevziye Hanım’ın dünyasını karartacak o söz, sağır eder kulakları bir anda…
“Fevziye, hiçbir şey görmüyorum. Elektrikler mi kesik?”
Kitap, kitap, kitap. Her şeyini kitaba veren bu insan, nihayet gözlerini de kitap uğrunda eritmiştir. Tek bir ümidi var geride, nur-u ayn, ona göz, ona dayanak olacak, küçücük bir omuz. Baba Meriç’in, doğduğu gün “Ümit” adını vermesi basiretinin tezahürü değil de neydi?
Nasıl ağır yüktür o küçücük omuzlara yüklenen, Ümit’i Ümit yapan, babasının en güzel eseri olarak inşa eden o ağır yük…
21 Ocak 1955, bir elinde baston, öbüründe bavul, meçhule giden gemide yapayalnız bir “Paris” yolcusu…”Paris, okuduğum romanların en tatsızı, en namussuzu, en kahpesi… “ Cemil Meriç, Paris’ tedir lakin “Paris evde yoktur” ki…
Çarnaçar ümitlerini Paris’te bırakıp dönen Meriç, herkes uyuduğunda, etrafa çarpa çarpa kütüphanesine yönelir. Kitapları parmaklarıyla okşar, içini açar ve başını sayfalara gömerek, hüngür hüngür ağlar.
Güliver cücelere değil karanlığa mağlup olmuştur. Oysa gözlerine kavuşabilseydi yeniden, 7 zeytin tanesiyle iktifa edip kütüphanesinde okumaya razıydı bir ömür.
Kelimeler dünyasının sultanı olmak, zindanında, fildişi kulesinde, sanatın ve düşüncenin gökdelenlerini inşa etmek varmış kaderde… Victor Hugo’nun değişiyle “ yeryüzü için kapanan gözler, gökyüzü için açılır”, gözler irfana açılır…
Göztepe’de, 3 katlı evin zemin katı, Cemil Meriç’in dolayısıyla bizim nihai durağımız.
Tavana kadar bütün duvarları kitaplarla kaplı olan bu salondaki gülkurusu berjerlerden birine oturup, derin bir soluk alabilirsiniz. Biraz sonra evin arka kısmına giden koridorun kapısı açılacak, içeriye üzerinde pijaması ve bordo ropdöşambırı ile Cemil Meriç girecektir. Dudaklarında en sakin tebessümü ile sağ elini boşluğa doğru uzatarak size “Hoş geldiniz evladım” diyecektir. Değişmez yeri, L salonun sağ tarafındaki yazıhanenin önünde yer alan koltuğudur. Karşınızda size göre bir düşünce devi, ona göre ise mütevazı bir fikir işçisi var.
Lakin ümitsizdir Cemil Meriç. “Mezar taşlarına şiir okumakta, çölde vaaz etmektedir.” Okutmanlık görevi onu tatmin etmez. 3-5 meraklı talebe haricindeki ilgisizlik onu kahreder.
Gelin şimdi, 27 Kasım 1968’deki ilk dersine katılalım ve üstat Cemil Meriç’e kulak verelim:
“Avrupa köksüz bir yarı aydın yaratmış, onu tarihinden utandırmıştır.
1908’den beri bütün Türk aydınları memleketi batırmışlardır ve bütün aydınlar Türk olduklarından utanmaktadırlar. Kendisinden utanan bir intelijansiya ne getirebilir?
Tanzimattan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete… Tefekkür kılıçla fethedilmez, bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar güç…”
1967, bu yıl Cemil Meriç’in kütüphane rafları, alınan kitaplara dar gelir ve kütüphanesi secdeye kapanır. Yeni yapılan kütüphanede Cemil Meriç, arada bir, bir kitabı raftan çeker, orta yerinden açar, kutsal bir emanetmiş gibi başına yaklaştırır ve yüzünü içine gömerek bir sevgiliyi öper gibi onu öper ve koklar. Başkaları ona kitabı okuyabilirler ama o buna yetmez, o mutlaka sevgililerine dokunmak, onları kucaklayıp bağrına basma iştiyakı içindedir.
Sonunda 11000 cilt olan Cemil Meriç kütüphanesinin bir kusuru vardır; fazla batılı olmak. Evine gelen bir Fransız romancısı “Beyefendi, bu mükemmel bir Fransız kütüphanesi ama siz Türk’sünüz. Sizin kütüphaneniz nerede?” İşte bu sorunun çengelinin Cemil Meriç’in beynine takıldığı sıralarda Cemil Meriç bir Konya yolculuğuna çıkar.
“Konya yolculuklarında (1966-67) ilk defa başkası ile temas ettim. Başkası yani kendi insanım.”
Adile Ayda’nın gerek Batıyı gerek Doğuyu “iyi bilen insan” olarak vasıflandırdığı Cemil Meriç, bundan sonra bütün gücü ile eserleri üzerinde çalışmaya başlayacaktır. Çalışmazsa mutsuzdur Cemil Meriç, çalışırsa keyifli. Başka bir ölçüsü yoktur hayatının.
Baba- kız sabahtan otururlar yazıhanenin başına. Kızı ona “ Başımın tacı, gözümün nuru, gönlümün sultanı” der, o da kızına “Sertâc-ı ibtihacım, Malazgirt’im, Mohaç’ım.” Bir baba, arkadaş lakin biraz asabi. Mesai arkadaşıdırlar artık. Cemil Meriç sigarasının dumanını savurup, kızına yeni bir cümleyi yazdırmaya başlar; saatlerce, günlerce, aylarca yıllarca çalışır. Yazı bitince yüzü aydınlanır. Artık gelecek ilk dosta mutlaka okutulacaktır son yazı. Kendisini dinlemeye bayılır Cemil Meriç; yazdıklarının okunmasından hiç mi hiç bıkmaz.
Ve “Bu Ülke” 70- 80 Türkiye’sinin en çok okunan ve sevilen kitaplarından biridir. Bu Ülke, bir mesaj, daha doğrusu bir çığlık… Kesif, dertli, derbeder… Cemil Meriç, “Hayat denen bu mülakata bu kitabı yazmak için geldim” der.
Fevziye Hanım, 41 yıl kendisini eşine adayan fedakâr refika… Cemil Meriç, bir çalışması bittikten sonra, onu Fevziye Hanım’a mutlaka dinletir, onun takdir nidalarını memnuniyetle dinler. Fevziye Hanım bazen yazıyı o kadar beğenir ki, bu hayranlık kendini gözyaşlarıyla ifade eder. Özellikle eşinin coşkun hitabeti, Fevziye Hanım’ı adeta eritirdi.
41 yıllık aşk, 7 Mart 1983’te sona erer… Cemil Meriç çok üzgündür. Elini, ayağını, gözünü, her şeyini kaybetmiştir.
Çöken gökkubbenin ardından, Jurnallerde tanıştığımız o özel insan Lamia Hanım, Meriç’in karanlık dünyasını, güneşinin son huzmeleriyle ısıtmaya çalışır; bu yorgun savaşçıyı hayata bağlamak için her türlü gayreti gösterir fakat nafile…
Cemil Meriç 12 Haziran’ı 13 Haziran’a bağlayan gece, saat yarıma beş kala, 32 yıldır kapalı gözlerini yeni bir dünyaya açmak üzere bu dünyaya kapamıştır.
O gün kalabalık bir cemaat, Cemil Meriç’in senelerce önce gözünü ilk kaybettiği zaman eşi Fevziye Hanım’ın kolunda ağlayarak dolaştığı Yeni Valide Camii’nde toplanır ve Rabia Gülnuş Emetullah Sultan’ın kabrinin arkasındaki yoldan kendisini 4 yıldır bekleyen eşi Fevziye Hanım’ın yanına yatırılır.
Hayatını kendi ifadesiyle iki kelime hülasa eder “Öğrenmek ve Öğretmek” yani beşikten mezara kadar ilim.
AYDANUR ÇAKIR YILDIZ
Gerçek Tarih Ocak 2023 sayısında yayınlanmıştır.