tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Zafer Erginli

Prof. Dr. Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Temel İslam Bilimleri Bölümü.

Türklerde İslâmlaşma ve tasavvuf üzerine

14.09.2022
A+
A-

Türklerin İslâmlaşması ile tasavvuf arasında nasıl ilişkiler vardır? Türklerin İslâm algısında tasavvuf nasıl tesirlere sahiptir?
Mezhepler Tarihi uzmanı Sönmez Kutlu’ya göre Türklerin İslâmlaşmasında üç temel unsur vardır: İtikadda Mâtürîdîlik, fıkıhta Hanefîlik, tasavvufta ise Yesevîlik. İlk bakışta bu üçlü tasnif kulağa hayli hoş geliyor. Peki bu tasnifin gerçeği tam olarak yansıttığı iddia edilebilir mi? Hicrî altıncı, milâdî on ikinci asırda zuhûr eden Yesevîlik’ten önce Türklerin tasavvufla herhangi bir alışverişi olmamış mıdır? Eğer bu tespit doğru değilse, İslâm kültür ve medeniyetinin bir boyutu olarak tasavvuf Türk kültürüne ne zaman tesir etmeye başlamıştır?
Her şeyden önce herhangi bir toplumun yekpâre bir düşünce sistemine sahip olmadığını, nassî, aklî ve hissî argümanlara ilgi duyabilecek çok farklı nitelikte fertlerden oluştuğunu kabul ederek yola çıkmak en doğrusu olsa gerektir. Aksi takdirde tüm bir toplumu aynı argümanlarla hareket eden yeknesak bir yığın gibi görme riskiyle karşı karşıya kalınması kaçınılmazdır. Her toplum içinde olduğu gibi Türk toplumunda da dînî metinlerin zâhirinden dışarı çıkmamayı tercih eden yaklaşımlara rastlanabilir. Bunun yanında aklî ve nazarî yaklaşımlar ve hissî-mistik yaklaşımlarla karşılaşmak da mümkün, hatta zorunludur. Çünkü hiçbir toplum tek tip bir düşünceyle sınırlı kalmaz. Hatta bu farklı düşüncelerin zaman zaman çatıştığı durumlarla da karşılaşılabilmektedir. Daha önce muhtelif yazarlarca pek çok defa ele alınmış bir konu üzerinde yeniden yazmanın zorluğunu göğüslemek pahasına da olsa bu konuyu yeniden ele almak, hakkında ne kadar çok yazılsa da bâkir tarafları kalabilecek konulardan birini yeniden gündeme taşımak anlamına gelecektir ve esasen bu konu gündemden düşmeyecek konulardan biridir.
*
Konuya öncelikle İslâmlaşma açısından bakılırsa Türklerin İslâm’la ilk karşılaşmaları hayli eski zamanlara götürülebilir. Hatta Hz. Peygamber’in Sahâbe’si arasındaki Türklerden söz edilir. Bu tür figürlere Dede Korkut hikâyelerinde bile rastlanır. Ancak Müslümanlarla Türkler arasındaki kitle halinde ilk karşılaşmanın 133/751 yılında Abbâsîler yeni iktidara geldiklerinde Çinlilerle yaptıkları Talas Savaşı sırasında gerçekleştiği genel bir kabuldür. Emevîler zamanında devlet politikalarına zaman zaman hâkim olan ırkçı yaklaşımlar sebebiyle Müslüman olma konusunda pek istekli olmayan Türklerin, Abbâsîler devrinde İslâmlaşmaya daha meyilli bir görüntü verdikleri kaydedilir. Emevîlerin yıkılması yolunda Abbâsîlere mühim katkılar sağlayan Ebû Müslim el-Horasânî (ö. 137/755) Abbâsî iktidarı için tehlikeli görülüp ortadan kaldırılmasına rağmen Türkler arasında çok sevilen bir isim olarak öne çıkar. Öyle ki belki de Ali evlâdına zulmetme konusunda kötü bir sicili olan Emevî devletini yıkmaktaki hatırı sayılır payına bağlı olarak Anadolu’daki Alevî kesimler arasında bile hakkında efsaneler üretilen bir isim haline gelmiştir.
Halife Me’mun (ö. 218/833) devrinde Bağdat’ta Türk askerlerinin varlığı bilinmektedir. Ondan sonraki yıllarda Halîfe Mu‘tasım (ö. 227/842) sayesinde ise Türkler için Bağdat’ta kurulan yerleşim merkezinden adını alan ve Samarra Devri (836-892) denilen bir devrin başladığı bilinmektedir.
Bağdatlı sûfîlerden Hallâc-ı Mansûr’un görünürde “Ene’l-Hakk” sözü, gerçekte siyâsî faaliyetlere bulaştığı gerekçesiyle idam edildiği yıl (309/922), bir Türk devleti olan İdil Bulgar Hanlığı İslâm’ı resmî din olarak kabul etmiş ve halîfeden bu konuda destek istemişti. Bilinen ilk Müslüman Türk devleti bu devlettir. Bu devletin kuruluşu eski, İslâmlaşması ise Mâtürîdî’nin yaşadığı döneme denk gelmekle birlikte Ahmed Yesevî’den çok öncedir. İdil Bulgar Hanlığı’ndan çok kısa bir zaman sonra bir başka Türk devleti olan Karahanlıların hükümdarı Abdülkerim Satuk Buğra Han (ö. 344/955), hakkında menkıbe yazılan ilk Türk olmuştu. Menkıbenin tasavvuf kitapları arasında velîlerin üstün vasıflarını anlatan bir tür haline geldiği dikkate alındığında şu tespit rahatlıkla ileri sürülebilir: Ebû Müslim Horasânî hakkında çok sonraları kaleme alınan menkıbeler bir kenara bırakılacak olursa Türkler arasında menkıbesi yazılan ilk insan bir devlet başkanıdır ve bu durum devlet tecrübesi bakımından öne çıkan Türkler açısından dikkate değer bir durumdur. Üstelik Ahmed Yesevî’nin (ö. 561/1166) zuhûru ondan yaklaşık iki yüz yıl sonradır!
*
Türklerin Müslüman olması çok cepheli bir meseledir. Türklerin eski inançları ve Türkistan’dan gelen Îrânî dînî akımlar da dâhil olmak üzere İslâm dışında görülen unsurların da bu süreçte ekili olduğu söylenebilir. Ama İslâmlaşma’nın İslâm kültürü içindeki unsurlarına bakıldığında inanç, amel ve tasavvufun dâhil olduğu pek çok unsurdan söz etmek mümkündür. Ancak İslâmlaşma’nın bütününde olmasa bile İslâm algısının oluşmasında tasavvufun bu konuda özel bir yeri olduğunu göz ardı etmek imkânsızdır. Türkler ve tasavvuf arasında nasıl bir ilişki vardır? Jean Paul Roux, Türklerin Tarihi adlı eserinde Türklerin yirmi kadar özelliğini sıralarken “tasavvuf merakı”nı da zikreder. Sûfîler arasında Allah’a dost olarak bakılır ve tasavvufta velî kavramı bu yakınlığı ifade eder. Eski Türklerin inançlarında Tanrıyla kardeşlik ilişkisinden söz edilir. Alev Alatlı da bu konuya Or’da Kimse Var mı serisinin ilk kitabı olan Viva La Muerte kitabında yer verir. Acaba Türkler arasında tasavvufa duyulan merakın fazlaca olmasında bu durumun bir tesiri olabilir mi? Bu sorunun cevaplanmasının mukayeseli araştırmalarla mümkün olabileceğine işaret ederek eldeki bilgilerden hareketle Türklerin İslâmlaşma’sındaki îtikadî ve amelî diğer faktörlerle birlikte tasavvufun rolünü de gözden geçirmeye çalışalım.
*
İnanç açısından bakıldığında, ameli îmanın bir cüzü olarak görmeyen ve bazı kaynaklarda İmâm-ı Âzam’la özdeşleştirilen Mürcie ile onun devamı olarak kabul edilen Kerrâmiyye Türklerin İslâmlaşmasında önemli paylara sahiptir. Ameli, dolayısıyla ibadetleri zorunlu görmeyip kalp ile îmânı ve îmânın dil ile ifâde edilmesini (Kerrâmîlik’te sadece dille ifâde) yeterli saymaları sebebiyle Türkler arasında bu kanaldan gelen İslâmlaşma tekliflerine olumlu karşılık verdikleri kaydedilir. Ayrıca belli bir zamandan sonra Mâtürîdîlik kadar Eş’arîliğin de Türklerin İslâmlaşmasında pay sahibi olduğu da göz ardı edilemez. Diğer taraftan Hz. Ali sevgisi ve Ehl-i Beyt taraftarlığı yanında bunun uç noktası olan Şiîliğin bazı kolları da Türklerin İslâmlığında birer renk olarak gözüküyor. Bunlar îtikadî mezhepler olarak Türklere etki etmiş mezheplerdir. 15. yüzyılda Sünnîlik’ten Şiîliğe geçerek Safevî tarikatını devlete dönüştüren grupları saymazsak Türkler belki mezhep olarak toplum halinde Şiîliği benimsememişlerdir ama Ehl-i Beyt sevgisi karşısında da kayıtsız kalmamışlardır. Anadolu insanının isim tercihlerinde bunu görmek mümkündür. Ahmet, Mehmet, Ali, Hasan, Hüseyin gibi erkek isimleri yanında Ayşe, Fatma gibi kadın isimlerinin yaygınlığı bunu gösterir. Hz. Hüseyin’in şehâdetine sebebiyet veren Yezid’in Arapça’da kötü bir mânâsı olmamakla beraber yezit kelimesinin Anadolu’da bir hakaret ifadesi olarak kullanılması da aynı duruma işaret eder. Amelî mezheplere bakıldığında ise Hanefîlik yanında Şâfiîliğin Türklerin İslâm anlayışında etkili olduğu kesindir. Ayrıca büyük hadis kitaplarına imza atan Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd Sicistânî, Neseî, Tirmizî gibi muhaddislerin Türk coğrafyasıyla iç içe olması dikkat çekicidir. Bu musannıfların Türkler arasında hadis temelli bir İslâm anlayışının yaygınlaşması noktasında herhangi bir payı olmadığı söylenebilir mi? Öte yandan Fârâbî (ö. 339/950) ve İbn Sînâ (ö. 428/1037) gibi filozofların da aynı bölgede yaşamış olması felsefî yaklaşımların da bölgede etkili olmasına katkı sağlamıştır. Özellikle İbn Sînâ’da bir mâneviyat damarının bulunması ve kendisinin Ebû Saîd Ebü’l-Hayr’la (ö. 440/1049) irtibâtı hem felsefe hem de tasavvuf tesirinin Türkler arasında var olduğunu göstermesi açısından göz ardı edilemeyecek bir husustur. Ebû Saîd Ebü’l-Hayr aşk merkezli bir tasavvufun sistemleşmesinde önemli bir isimdir ve tesirleri Anadolu’da Mevlânâ ve Yunus’a kadar uzanır.

DEVAMI GERÇEK TARİH DERGİSİ EYLÜL 2022 SAYISINDA

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.