Yapılar kitabesiz kaldı
(Şeyhülislâm Azîz-i âlem / Etti ma’mûr bir nice vîrâne / Çok eser etti Hudâ ede kabûl / Hayrdır çün kalacak insâne / Kıldı bu âbı revan hem tâ kim / Teşneler nûş ede kane kane / Hâtif-i gayb dedi târîhin / Nûş-ı cân olsun içen atşâne / H.106216-M.1652 / Bursa Abdal Çeşmesi Kitabesi)
(Şeyhülislâm Azîz-i âlem / Etti ma’mûr bir nice vîrâne / Çok eser etti Hudâ ede kabûl / Hayrdır çün kalacak insâne / Kıldı bu âbı revan hem tâ kim / Teşneler nûş ede kane kane / Hâtif-i gayb dedi târîhin / Nûş-ı cân olsun içen atşâne / H.106216-M.1652 / Bursa Abdal Çeşmesi Kitabesi)
Eylül ayının ipince bir tül gibi Bursa’ya yayıldığı bir akşam vakti bir kaç dostla günümüz mimarisi üzerine sohbet ediyoruz… Birbirini peşi sıra takip eden mimarî akımların gittikçe yavanlaşan üslupları, günümüzdeki konut kavramının söyledikleri ve tarihi eserler üzerine hararetli bir sohbet sürdürüyoruz. Bir ara şöyle bir cümle sarf ediyorum; “Yapılar kitabesiz kaldı.”
Epeydir yeni bir yapının kimliğini, kendi kalbine açılan bir kapının üzerinden okumuyorum. Hep belli bir döneme ait, malum yapılar… İnsanın sorası geliyor, şairinin mısra mısra kafiye düşürdüğü, hakkakının nokta nokta zamana iz düştüğü kitabeler nerede? Artık neden ihtiyaç duyulmuyor? Bu suallere ilk tahlilde verilecek cevap; “Çağımız insanı göz zevkini dijital nazarlarda buluyor.” gibi kolaycı bir hüküm olabilir. Ama mesele daha girift…
Biz zanaat ve sanatı aynı potada eritip, bu iki kavrama hayatın pratiğinde de işlevsellik kazandıran bir medeniyetin nesliyiz. Biraz bahsedelim… Bir kitabe düşünelim, ikindi güneşleri altında, gelenin geçenin anlamaz nazarlarıyla melûl, bulunduğu kapının altından yüzlerce kişiyi kabul ediyor sinesine… Evvel zamanda bu kitabenin serencamı, şairin, yapının özelliklerini kafiye kafiye işlemesi, yapılış tarihine göre de “ebced” gibi özel hesaplarla tarih düşürmesiyle başlamış, tabiri caizse şair kitabeye, kelime kelime bir ruh, bir tavır kazandırmıştır. Sonra hattat bu ruhun kıvrımlarını göz nuru ve nokta hesabıyla işlemiş, hakkak ise sabırla, emekle mermere kazımıştır… Şairin kitâbede kelimelerle imar ettiği ruh, kafiyesi ve içinde gizlenmiş hesabıyla bulunduğu yapının da manasını kendinde böyle muhafaza etmiş ve bu serencam nesilden nesile böyle esmiştir.
Günümüzde bu serencamın yerini, göğü delme gayretiyle uzanan betonarme kütlelerin metalik, kimliksiz ve soğuk kapıları aldı ne yazık ki… Konakların en gürbüz ve sağlam ağaçlardan mamul kapılarının üzerinde tatlı bir esintiyle sermestmiş vehmi uyandıran ta’lik hatların yerine kronolojik bilgilerin yavan tabelaları tercih ediliyor… Çeşmelerde ise birkaç kelimelik bir dua talebi… Evet, yapılar kitabesiz kaldı… Öyleyse çare nedir?
Bizde bir yapının mimarî özellikleri kadar o yapının kimliği de mühimdir… Hiç değilse eskiye öykünerek, daha hafif, çağa daha uygun, eski Türkçe’nin estetiğe daha yatkın çizgilerinden mülhem, kaligrafi sanatının incelikleri ile yapılara özel kitabeler yazılsa… Hem sanatçısı sanatını, hem ustası maharetini ortaya koysa, halkın şuurunda da tarih kavramı böyle canlı tutulsa, hoş olmaz mı? Hem yeni yapılan bir yapıda olması da şart değil üstelik. Restoresi tamamlanan tarihî bir yapıda da olsa olur bu “yeni nesil” kitabeler… Yeter ki tarih ve estetik bilincini birbirinde eritip pratiğe dökmek, zanaat ve sanata da eski işlevselliğini kazandırmak isteyelim… Zor değil… İşte o zaman nice yapı, çeşme, kapı, eser, gittikçe daha da yavan bir hal alan şehirlerin ortasında hakiki ruhuna ve tarih kavramı, zamanın seyrinde nasıl asli manasına kavuşacak, görelim…
canyelseli@gmail.com