tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Yeni yüzyılın Türkiye’sine şovenist bir yaklaşım

Yeni yüzyılın Türkiye’sine şovenist bir yaklaşım
31.01.2023
A+
A-

Yüzyıllarca dünya tarihini belirleyen faktörler olmuştur. Bu faktörler bazen değişiklik arz etse de temelde değişmeyen faktör, tarihi olayların akışında kendine ait yapıları olan toplulukların egemenlik mücadelesi her zaman ön plana çıkmıştır. Bu ortak yapılar, sosyal, siyasal, dini, kültürel veya coğrafi ittifaklar olsa da milli duygu ve birliktelikler lobicilik anlamında diğerlerinden daha baskın olmuştur. Dini kimlikler etrafındaki sosyal birliktelikler tarihte belirleyici gibi gözükse de görünen ve gözlemlenen o ki aslında bu birlikteliklerin sürükleyicisi olan milli bir grup hep var olduğunu görüyoruz. Bunun örneğini tarihteki İslam-Hristiyan mücadelesine bakılırsa İslam’ın ilk üç asrına Araplar yön verip Hristiyanlara karşı mücadeleyi gerçekleştirirken, IV. asırdan itibaren Türkler ağırlığını koymuş ve yaklaşık on asır İslam’ın önder milleti olarak İslam tarihine damgasını vurarak Hristiyan dünyaya karşı mücadelenin timsali olmuştur.
Farklı bir açıdan benzer bir olayda Hristiyan dünyanın ortak temsil makamı olma iddiasını taşıyan Papalık etrafında bütün Avrupalılar tek millet haline gelememiş, milli kültürler etrafında Hristiyanlık şekillenmiştir. Avrupa’nın dışına taşınan Hristiyanlık, taşıyan milletin dilini ve kültürünü de oraya taşımıştır. Amerika kıtasında konuşulan dillere bakıldığında İspanyolca, Portekizce, İngilizce, Fransızcanın varlığını görürüz. Aynı durum Afrika kıtası için de geçerlidir. Afrika’da yaygın olarak üç dil konuşulur: Arapça, Fransızca ve İngilizce. Her üç dil, İslamiyet ve Hristiyanlık temsilcileri tarafından Afrika’ya sokulmuştur.
Bu tespitlilerden maksat, milletler mücadelesi tarihin akışını tayin ederek günümüze taşımıştır. Dolayısı ile dünyanın uluslararası kurallarını belirleyen küresel güçler ve onların kurduğu devletlerdir. Özellikle XVII. yüzyıldan bu yana dünyanın düzeni yaklaşık elli yılda bir, büyük devletlerin çıkarlarına uygun olarak yeniden yapılandırılmıştır. Diplomasi ile çözülemeyen meseleler büyük savaşlar mahiyetinde silahların gölgesinde dayatmalar ile çözüme kavuşturulmuştur.
I. Dünya Savaşı’nın sonunda mağlup imparatorlukların dağıtılmasına sahne olurken Osmanlı şahsında Türk milleti etkisizleştirilmek istenmiştir. Dönemin “Büyük Güçleri” İngiltere, Fransa ve İtalya, sonrasında ABD kendi egemenliklerini pekiştirme ve uygulama aracı olarak kurdukları Milletler Cemiyeti marifeti ile Batı emperyalizmini kurumsallaştırarak yeni bir dünya düzeni kurmaya çalışmışlar, fakat bu düzen ancak 20 yıl kadar sürmüş, dönemin küresel güçleri tarafından cezalandırılan Almanya’nın tepkisi ile yeni ve daha yıkıcı bir savaşa sürüklenmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonunda yeni dünya düzeninin temel anlayışında çok fazla bir değişiklik olmadığını görüyoruz. Düzenin temelinde güçlülerin menfaatlerini koruma düşüncesi ile oluşturulan Birleşmiş Milletler, savaşın galiplerine hizmet eden bir güvenlik konseyi tarafından kontrol edilmektedir. Doğu’nun büyük gücü olarak ortaya çıkan Sovyetler Birliği ile kapitalist dünyanın lideri ABD’nin rekabet ettiği 1945-1991 arasında ikinci derecedeki devletler ve özellikle bu devletlerin müstemleke zayıf devletleri bu rekabetin olumsuz etkilerini yaşamışlardır. Türkiye’de bu süreçten etkilenerek Sovyetler Birliği’nin tehdidi öne sürülerek NATO üyeliğine dâhil olmayı kabul etmiştir. 1989-1991 arasında çöken doğu blokunun etkileri son derece büyük olmakla beraber Doğu Avrupa ülkeleri NATO’nun ya da AB’nin üyesi yapılarak yeni dünya düzeninin ilk adımı atılmış oldu. Takip eden süreçte Glastnost (Açıklık) ve Perestroyka (Yeniden Yapılandırma) sonrası Türkistan devletlerine ve diğer blok ülkelere dönük adımlar atılmış, Türk devletleri Batı ile uyumlu hale getirilmiş veya uyum sürecine sokulmuştur. Bu süreçte Türkiye’nin de katkıları olmuştur. Kendini toparlayan Rusya, ekonomik sistemini Batı ile uyumlu hale getirmiş, ticari ilişkileri Batı’ya bağımlı hale gelmesine sebep olmuştur.
NATO’nun kurulmasına ana sebep Varşova Paktı iken, dağılan Varşova Paktı’na paralel olarak dağılması gerekirken NATO yeni bir tehdit oluşturularak varlığı korundu. Kızıl tehdidin yerini alan yeşil tehdit “İslami Fundamentalizm” adıyla dünyada yaygınlaştırılarak önemli başkentlerde patlatılan bombalar NATO’nun varlığını tartışanların susmasına sebep oldu. Dolayısı ile “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”ni uygulamaya sokan ABD, NATO üzerinden liderliğini korumuş ve bu arada Afganistan ve Irak’a aynı tehlike iddiasını kullanarak yerleşmiş oldu. Kısa vadede amaçlarına ulaşan ABD, fundamentalizm kavramını bir tarafa bırakarak “Ilımlı İslam” kavramı üzerinden Arap dünyasındaki Amerikan karşıtı İslami hareketlerin etkisini kırmak ve İngiliz-Fransız yapımı Orta Doğu düzeni olan Sykes-Picot yerine ABD yapımı yeni Orta Doğu ve kuzey Afrika da Arap baharını hayata geçirmeye başladı. Tunus, Libya, Mısır, Yemen, Suriye ve diğer Arap ülkelerindeki eylemleri tek tek uygulamada başarı sağlarken aynı ABD Suriye’de frene basmak zorunda kaldı. Bunun birden fazla sebebi vardır, fakat bu sebeplere geçmeden Orta Doğu’nun bazı genel özelliklerine kısaca temas etmek burada gereklidir.
Orta Doğu denilen coğrafya aslında coğrafi bir terim olmaktan çıkmıştır. Orta Doğu üç halkadan oluşmaktadır: Birinci halka Türkiye, İran, Arap Yarımadası ve Mısır’dan oluşur. İkinci halka kuzey Afrika ülkeleridir. Üçüncü halkayı ise Kafkaslar ve Orta Asya oluşturur. Bu tanımın içine giren genel özelliklere bakıldığında Müslüman milletlerin yaşadığı, Türkiye ve İran hariç İngiltere-Fransa-Rusya yapımı yapay devletlerin yer aldığı, rejim olarak Türkiye hariç otoriter rejimlerin hüküm sürdüğü, petrol ve doğal gaz zengini ama Batı kontrollü ekonomilerin yaygın olduğu bir bölge olduğunu görürüz. Stratejik önem ve değeri de bir o kadar büyük olan bölgenin üzerinde hâkimiyet mücadelesi yapan Küresel Güçler gerçekleştirmiş olduğu eylem planlarında Türkiye’ye de kendi denklemleri içinde rol biçmektedir.
Türk dış politikası 18.şubat 1952 tarihinde NATO’ya girdikten sonraki yaklaşık son 60 yılda politikasının merkezine Washington kriterlerini yerleştirmiştir, adeta bunu gelenekselleşmiş olsa da aslında bu olay kanaatimce 4 Şubat 1945 – 11 Şubat 1945 tarihleri arasında Yalta Konferansı sonrası dönemin üç büyük küresel gücünün (ABD, İNGİLTERE, RUSYA) Dünyayı paylaşmasına dayanır. Bu konferans sonrası anlaşmaya göre Türkiye batıda kaldı ve halen Washington uygulamalar konusunda dış politikamızın ana ekseni olmaya devam etmektedir.
1980’lerin sonuna doğru Sovyetlerin çökebileceğini ön gören Batı, Türkiye üzerinde farklı oyunlar kurarak 1920 de kısır kalan “Sevr” projesini tekrar uygulamak istemişti. Çünkü Batı’nın sosyal mühendisleri Sovyet tehlikesi ortadan kalktığı taktirde küresel güçlerin Doğu’dan gelebilecek her türlü tehdide karşı tampon ve üs bir ülke olarak düşündükleri “Büyük Türkiye”ye ihtiyacı kalmayacağı gibi mevcut sınırlardaki Türkiye, Batı için tehlike arz etmeye başlayacaktı. Çünkü Türkiye jeopolitik konumu itibarıyla Sovyetlerin dağlaması sonrası yeni bağımsız olabilecek Türk devletleri ile iş birliği yapıp bütünleşebilirdi. Yer altı kaynakları Araplarınkinden aşağı olamayan Hazar Türklüğünün Türkiye ile sadece ekonomik iş birliğine gitmesi Batı’nın korkulu rüyası olacaktı. Bunun yanında Arap ülkeleri ile iş birliği yapabilecek bir Türkiye, İslam Birliği’ni de sürükleyebilecek güce sahip olabilirdi. Dolayısı ile Türkiye’nin sınırları, Batı merkezli “Yeni Dünya Düzeni” için kabul edilebilir değildi.
Bundan dolayı Türkiye’yi kendi içinden vuracak enstrümanlara ihtiyaç vardı. Bunlardan en önemlilerinden biri PKK terör örgütünün oluşturulması ve yönlendirilmesi idi, böylece hem Güney Doğu üzerinden ipek yolu kullanılarak tüm gayri meşru ticaretlerini gerçekleştirebilecek hem de şayet Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı başta PKK dahil tüm terör örgütleri üzerinden yıkıcı tahripler meydana getirilerek doğuda “Büyük Ermenistan Projesi” ve güneyinde sözde “Küçük Kürdistan” hayata geçirilecekti. Böylece 1917-18’de düşündükleri Anadolu Türklüğü Hazar Türklüğünden ve Araplardan kopartılmış olacaktır.
Suriye konusuna dönecek olursak ABD’nin frene basmasının Rusya’nın Çin ile birlikte ortaya koyduğu karşıt tavırdır. Artık Rusya karnı tok sırtı pek konumdadır ve yeni düzende varlığını kabul ettirme iddiası ile hareket etmektedir. Tabii İran ile stratejik ittifak ruhunu da koruyan Rusya, Suriye üzerinden Orta Doğu’da etki alanını tamamen kaybetmek istememektedir. Bunun yanında, Suriye’de Esad rejimi sonrası kim egemen olacaktır sorusuna net bir cevap bulunamamıştır. Müslüman Kardeşlerin bölgedeki etkinliği Batı’yı rahatlatmamaktadır. Mısır’da bulunan Müslüman Kardeşler Teşkilatı Suriye’de de iktidar olursa ve Batı karşıtı bir politika izlerse bu durum, Batılı devletler için son derece rahatsızlık vericidir. Müslüman Kardeşler radikal Batı karşıtı olmasa bile radikal İsrail karşıtıdır ki, bu hal başta ABD olmak üzere Batılı devletleri tedirgin etmektedir. Bu arada bölgede meydana getirilen kaos sonrası Kuzey Irak ve Suriye’nin Enerji kaynaklarını başta ABD olmak üzere % 70 küresel güçlerin elinde olduğunu da atlamayalım.
Türkiye açısından bakıldığında Suriye konusu çıkmazlarla doludur. Türkiye en baştan beri sınır güvenliği çatısı altında bir tampon bölgenin oluşması için büyük gayret göstermiş, fakat hala bu konuda ABD ve RUSYA gerekli hiçbir adımı atmamıştır. Ayrıca stratejik açıdan bakıldığında ABD eski dışişleri bakanı Lozan anlaşmasının kendilerince imza altına almadıklarını, bu yüzden Misakı milli sınırlarını tanımadıklarını ve Arap baharı denilen halk hareketini Türkiye’den de devam ettirebileceklerini söylemesi üzerine Türkiye gerekli adımları atarak sınır savunması yerine terörün kaynağında mücadeleyi vermek adına çeşitli bölgelere girerek tehlikeyi giderme çabasına girmiştir. Ayrıca bölgede yaşayan Türkmenlerinde hamisi olmaya devam etmekledir.
Türkiye’nin diğer önemli iki komşusu Irak ve İran’ın geleceğinin nasıl şekilleneceği de hayati önemi haizdir. Parçalanmış Irak, parçalanmış İran ve parçalanmış Suriye haritaları ortalıkta dolaşmaktadır. Türkiye’nin güneyinin tamamen parçalanmasını arzu eden küresel güçlerin, bunu Türkiye’ye yansıtmak istemeleri yukarıda bahsettiğimiz Sevr ruhu ile gayet mümkün olabileceğini düşünmektedirler.
Fotoğrafın bütününe baktığımızda dünya ülkeleri sistemlerinde görünen o ki Türkiye’nin yapması gereken nedir sorusuna verilecek ilk cevap öncelikle NATO ruhuyla düşünmekten arınmak gerekir denilebilir. Küresel güçlerin talepleri ve yapabileceklerini göz ardı etmeden kendi menfaatlerimizin neler olduğu, Ankara perspektifli gözden geçirilmelidir. “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nin alt basamağı olan “Büyük Orta Doğu Projesi”ndeki rolümüzü terk etmeli, “Büyük Türk ve İslam Birliği Projesi”ni hayata geçirmenin derdine düşmeliyiz. Eğer komşularımızın parçalanması kaçınılmaz olursa Irak ve Suriye’de sayıları 5 milyonu aşan Türkmenlerin hamiliğini üstlenmeli, İran’ın parçalanması kaçınılmaz olursa 30 milyonu aşan soydaşlarımızla ilişkimizi geliştirecek bir anlayışı icraya dökmeliyiz. Bu politika sadece bizim menfaatimize değil aynı zamanda Suriye, Irak ve İran’ın da menfaatine olacaktır. Çünkü egemen güçler, Türkiye’nin liderliğinde “Büyük Türk ve İslam Birliği”ni düşüncecisinin hayata geçmesindense bu ülkelerin bütünlüğünü korumalarına destek verecektir. Bununla ilgili sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan ilk adımları atarak Orta Asya ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde bulunan dostlarımızın liderlerini bir araya getirerek ekonomik, sosyal, kültürel iş birliği zeminini oluşturmaya başlamıştır. Diğer bir açıdan 21. yüzyılda Türk Devletleri’nin, siyasalın ve devletin geçirmekte olduğu değişim ve dönüşümü dikkate alarak bakmak gerek. Yani geçtiğimiz yüzyılın kodlarıyla Türk dünyasını anlamak, anlamlandırmak kolay olmayacaktır. Türk dünyası kavramı ulusallık anlatısının politik söyleme hakim olduğu dönemin çıktısı olarak görülebilir. Schmittyen perspektiften bakacak olursak insanın mekana ilişkin modern hakimiyetinden doğan egemenlik meselesidir. Türk dünyasının ulus-devletle bir anlam ifade ettiği aşikar. Zira ulusallığa evrilen modern devlet mekana ilişkin kavrayışını ulus bağlamında kurgulamıştır. Geçtiğimiz yüzyılın başında doğan Türk Devletleri kavramının dinsel olandan ayrı düşünül(e)mediği dikkate alındığında Schmitt’in siyasala/egemenliğe ilişkin teolojik çıkarımının yabana atılmaması gerektiğini anlıyoruz. Türk dünyası 20. yüzyılın başlarında politik iddiadan ari bir mesele olarak doğmuş olmasına karşın ancak yüzyılın sonlarında politik bir nitelik kazandırılması mümkün olmuştur.
Moder yüzyılın sonuçları açısından baktığımızda, son 150 yıl içerisinde insanoğlunun Anglo-Sakson’lar öncülüğünde yaşanan sanayileşme, paylaşım savaşları, çevre tahribatları, sınırsız sahip olma egosunun kontrolden çıkması sonucu yıkım aşamasına gelmiş ve “great reset” (büyük sıfırlama) adı altında yeniden yapılandırılma sürecine girmiş bulunmaktadır.
2022 yılına damga vuran gelişme Doğu-Batı olarak sembolleşen süper eksenler üzerindeki büyük mücadelenin hamle oyunlarının üzerindeki yansıması olan Ukrayna savaşı olmuştur. Rusya’nın, Ukrayna üzerinden başatmış olduğu bu savaşta Rusya açısından her ne kadar haklı sebepler sıralasak ta, bu büyük oyunda pragmatist İngiliz felsefesine dayalı stratejinin hareket noktası Sovyet ve “novorossiya” gibi Çarlık dönemlerinden kalma söylemler Rus İmparatorluğu rüyasına girmiş ve güç zehirlenmesine uğramış Putin rejiminin zaaflarıdır denilebilir. Bu rüyanın tipik göstergelerinden birisi de 2019 yılında çıkarılan dil yasası ile çoğu Türkçe kökenli 30’dan fazla resmi dil okullarda haftalık 2 saatlik seçmeli derse dönüştürülerek Rusça dilinin tek dil olarak önünün açılıp, asimilasyon politikasının çerçevesinin çizilmiş olmasıdır. Rusya Ukrayna savaşı sonrası gardı düşecek Rusya’nın çizilen yeni haritaları internete düşmüş vaziyettedir. 2030’lu yıllarda dünya hakimiyetinin özellikle pasifik ekseninde ABD ve Çin üzerinden büyük mücadele gerekirse büyük bir paylaşım savaşı sonrası şekilleneceği öngörülmektedir. Batı’nın Ukrayna hamlesinde dahi nihai hedef aslında Çin olup, Tayvan üzerinden yaratılan suni kriz ile Çin’in Pasifik ekseni üzerinde refleksleri ölçülme yoluna gidilmiştir.
Diğer taraftan Ukrayna savaşının; küreselleşme yoluyla dünya çapında ciddi kazanımlar sağlamış olan Wall Street’in şişman kedilerinin uzun uğraşlar içerisinde bulunduğu tek dünya hükümeti, parlamentosu, ordusu, ulusal yapıların tasfiyesi ve iflasa uğrayan neo-liberal yapıya alternatif “Büyük Sıfırlama” gibi hedeflere ulaşma yolunda eşik teşkil ettiğini de söylemek mümkündür. Gıda ve enerji için kritik öneme sahip Ukrayna üzerinden Avrupa’nın ve özellikle Almanya’nın ulusal yapılarının ıslah edilme yoluna girilmesi ve İngiltere’nin Avrupa’da Brexit sürecini tamamlamış olması tesadüf değildir.
Bunun yanında Solculuk, İslamcılık, Amerikancılık adı altında dünyada 3 akım özellikle ağırlık kazanmıştır. Ancak bu aktüel 3 ana akım ötesi dünyada çökme sürecinde olan neo-liberal kapitalizme karşı yeniden tasarlanan ve “great reset” ismi altında hayata geçirilmeye çalışılan “yeni dünya ekonomik düzeninde” hızla gelişen teknolojiler yardımıyla insanlara “İnsan 2.0” ismi altında yeni bir format atılmaya çalışılması yanında dünya nüfusunun da indirgenmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Hissedar kapitalizm olarak dile getirilen yeni ekonomik formatın dünyada 19’uncu ve 20’inci yüzyıldaki komünist ve kapitalist düzenlerin sentezi olma özellikleri taşıdığı anlaşılmaktadır. City of London ve Wall-Street ile sembolleşen şişman kedilerin sermayelerini Vanguard, Black Rock, Geode Capital gibi devasa fonlarda toplayarak dünyada “ülkeler dahil” satın alınması gereken her şeyi satın alma sürecinde olmaları bu stratejilerin parçası olduğu bilinmektedir.
Sonuç olarak Covid-19 sonrası Ukrayna’daki savaşın neden olduğu türbülans 2023’de dünyada; sermayenin ve gücün dünyada belli merkezlerde koordineli toplanmaya devam ettiklerinden, silahlanmanın artmasına, uzay, siber, yapay zeka, bilgisayar, robot (İHA) ve 5’inci, 6’ıncı hatta 7’inci nesil silah teknolojilerinin devamına, enerji, gıda, iklim krizinin derinleşmesine, kaos ortamının artmasına, küresel bazda iflasların artmasına, tüketim güveninin azalmasına, başta Avrupa olmak üzere ekonominin (GSYH) küçülmesine, toplam talebin azalmasına, üretimin azalmasına, işsizliğin artmasına, maliyetlerin dolayısıyla fiyatların -enflasyonun artmasına, enflasyonu kontrol silahı olan faizlerin artırılmaya devam etmesine, ulusal yapıların tasfiye girişimlerinin devamına, gıdada yaşanacak daralmanın Afrika’da açlık- kıtlık felaketinin genişlemesine ve dolaysıyla özellikle Afrika’dan iltica, insan kaçakçılığı hareketlerinin daha da artmasına, yapay gıda üretim şartlarına hız verilmesine, aşı kampanyalarının devamına, dijitalleşmenin genişlemesine, başta insan faktörü olmak üzere teknolojik devrimin yol açacağı şartların daha da olgunlaşmasına yol açacağını unutmamak gerekir.
Türkiye’de ise; mevcut hükümet elinde bulundurduğu enstrümanları doğru kullandığında bugünün Türkiye’sinden daha güçlü bir Türkiye oluşturacağı muhtemeldir, fakat 2023 seçimlerinin vermiş olduğu atmosferinde bol vaat ve popülizmin artmasına, tasarrufların azalmasına ve fazladan harcanacak paraları finanse etme ile ilgili önlemler neticesi kamu borçlarının artmasına, vergilerin, ötv vs.. Artırılma zorunda kalınmasına, faizlerin düşük seviyede tutulmaya çalışılması neticesi kredi, tüketim ve yatırım imkanlarına alan yaratılmasına, Türkiye’ye güven endeksinin, ülke derecelendirmelerinin düşük olması ve CDS’in yüksek olması dolayısıyla yabancı sermaye girişlerinin sınırlı ve net hata noksanın muhtemelen yüksek seviyede seyir izlemeye devam etmesi neticesi döviz hareketlerinde türbülansın az olmasına yol açacağından buna dikkat edilmesine. İflas sonrası Batı’nın askeri bir üssüne ve silah deposuna dönüşen Yunanistan ile provokasyonlara gelmeden Rusya, Ukrayna ve Akdeniz dahil sınır ülkelerle denge politikaları izlenmeye devam edilmelidir. Caydırıcı bir güç olarak savunma sanayisinin, uzay, siber, yapay zeka, bilgisayar, robot (İHA) ve 5’inci , 6’ıncı hatta 7’inci nesil silah teknolojilerinin ve savunma sanayisi ve diğer mikro ve ağır sanayi açısından yazılımların desteklenmesine, “Millî Eğitim” politikalarının kadim geçmişimizi, nereden geldiğimizi ve kim olduğumuzu unutmadan sosyal, siyasal, kültürel ve sanatsal açıdan tamamı süzgeçten geçirilerek ülke gençliği üzerinde oynanan oyunların farkındalığında yeniden millileşme hareketine başlayarak revizyon edilmesine katkıda bulunmalı, tarım ve hayvancılığın kendi kendine yetebilen ülkeler açısından ne derece öneme haiz olduğunun farkında olan bir TÜRKİYE geleceğin insanlık tarihi açısından sosyal barış ve adaletin teminatı olacaktır… VESSELAM

DR. (phd) MURAT ONARAN

Gerçek Tarih Ocak 2023 sayısında yayınlanmıştır.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.