Balkan Türkiye’si ve Haluk Dursun Hoca
Ahmet Haluk Dursun Hoca ile elim bir trafik kazasında vefat ettiği gün tanıştım. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Malazgirt’te düzenlenen Malazgirt ile ilgili bir sempozyumda. 19 Ağustos 2019’da. Sempozyumun açılış konuşmasını yaptı, kürsüden indikten sonra ben ve arkadaşlarımla ayaküstü sohbet etti ve acelesi olduğu için toplantıdan ayrıldı. Aceleyle gittiği eceliymiş. İki buçuk saat sonra ajanslara düşen haberlerden, otomobilinin Erciş dolaylarında kontrolden çıkarak trafik kazası yaptığını ve hocanın vefat ettiğini öğrendik. Şok edici bir deneyimdi.
Haluk Hoca, konuşmasında, geçirdiği fikrî tahavvülü anlatmıştı biraz. Uzun yıllar boyunca Balkanlar ve Ortadoğu tarihi ile ilgilendiğini, dünyanın çeşitli yerlerinde Türk izlerinin peşine düştüğünü ifade etmiş, öte yandan söz konusu yönelimiyle de Anadolu coğrafyasını ihmal ettiğini ima etmişti. Evin bahçesindeki tarhlar ile meşgul olup solmuş çiçeklere ağıt yakarken ve nostaljik özlem duyguları ile Türk’ün kara talihine kederlenirken içeride yangın çıkmıştı. Kendisi bunu Dicle Üniversitesi’nde verdiği bir konferans sırasında “sizin burada ne işiniz var, siz Nil ve Tuna’ya gidin” diyen bir kız öğrencinin öfkeli ve sitemkâr bakışlarıyla fark etmiş ve o günden sonra âleme başka bir zaviyeden bakmaya başlamıştı. Son yıllarda hep Anadolu’daydı artık. Hakkâri’nin sokaklarında, Bingöl’ün dağlarında, Muş’un düzlüklerinde, Şırnak’ın mezralarında, Bitlis’in bahçelerinde. Dinliyor, konuşuyor, çay içiyor ve gülümsüyordu. Evet, biraz geç kaldığı doğruydu, ama Dicle’nin kuzularını artık çakallara kaptırmayacaktı.
Haluk Hoca’nın hissettiklerini biliyordum. Ne için koştuğunu, neye geç kaldığını düşündüğünü ve neden bu kadar acele ettiğini. Omuzlarına aldığı sorumluluk yükünü, kalbine doldurduğu şefkat ve merhamet duygusunu, Anadolu’ya baktığında gördüğü şeyi biliyordum. Bundan sebep ardında bıraktığı ruhu da gördüm. Aşkında divane olduğu Anadolu’nun toprağına geride devasa bir sevda bırakarak düşmek her yiğidin harcı değildi. Üstelik herkese nasip de olmazdı. Nasıl hakiki bir sevdaya tutulmuştu ki, Allah ona dünyayı idrak ettiği pencereden yükseldiği bir kutlu şehadeti, Anadolu’nun remzettiği cennete kanatlanmayı payına düşüren mübarek bir saadeti bahşetmişti.
Haluk Hoca’yı anlatırken Anadolu’ya yaptığım atıf, Anadolu ötesinin gözardı edilmesi gerektiğini düşündüğüm anlamına gelmesin. Kuşkusuz bunu amaçlamıyorum. Bilakis bunun tam tersini amaçlıyorum. Anadolu Balkanlardan, Anadolu Akdeniz’den, Anadolu Kafkaslardan, Anadolu Deşt-i Kıpçak’tan başlar. Anadolu bizim elimize kalem alarak harita üzerinde sınırlarını çizebileceğimiz bir yer değil, uzun yüzyılların kurduğu köklü bir fikir ve bu fikri yansıtan ebedî bir tablodur. Öte yandan bu metin de zaten Haluk Dursun Hoca’nın Nil’den Tuna’ya Osmanlı kitabından hareketle özellikle Balkanlara dikkat çekmek için kaleme alındı.
Haluk Dursun Hoca’nın bir çeşit seyahatname olarak değerlendirebileceğimiz eseri, ağırlıklı olarak Balkanlar ve biraz da Ortadoğu ile ilgili seyahat yazılarından meydana getirilmiş. Merhum, Osmanlı coğrafyasını gezerek adım adım Türk’ün ve İslâm’ın izlerini sürmüş. Artık neredeyse adlarını bile hatırlamaz olduğumuz uzak coğrafyalardaki Türkleri, Türkçe konuşan soydaş ve dindaşlarımızı, camilerimizi, medreselerimizi, tekkelerimizi, dergâhlarımızı arayıp bulmuş ve onlara bakarak Türk’ün talihsiz çağına hüzünlü ağıtlar yakmış.
Kederli ve hicran dolu bir kitap olan Nil’den Tuna’ya Osmanlı, okuyucuda derin izler bırakabilecek bir kitap. Bulgaristan’ın, Yunanistan’ın, Makedonya’nın, Kosova’nın, Arnavutluk’un, Romanya ve Macaristan’ın, Moldova ve Ukrayna’nın, kısaca devasa Tuna hattının çok değil, bir asır önce Türk ve İslâm coğrafyaları olduğunu maddî kalıntılar üzerinden gösteren metin, okurun gözlerinde yaşların birikmesine neden oluyor. Bu bakımdan metin, Türk’ün ve Türklüğün mahiyetine ilişkin somut dayanakları açık ediyor ve uzun zaman önce unuttuğumuz “Balkan Türkiye”sini resmediyor. Doğrusu adı geçen ülkelerdeki örneğin Osmanlı çınarları bile benim içime derin bir hicran duygusu doldurdu.
Tarihi kimlik inşa etme aracı olarak gören biri değilim. Çünkü tarihin çerçevesini büsbütün “bakanın gözüne” borçlu olduğunu bilirim. Fakat geçmişin bize dair birikimlerini temellük etmenin bakanın gözünü biçimlendirdiğini de bilirim. Kültürel aidiyeti meydana getiren en önemli motivasyon kaynaklarından birinin toplumların kendilerine ait olanı tanıyabilmesi ile alakalı olduğunu da bilirim. Sürünün, dünyanın şurasında burasında gurbette unutulmuş koyunlarının hiç bitmeyen bir sızı ve vicdan yaralayan bir öğe olmayı hep sürdüreceğini de aklımdan çıkarmam. Yine dünyanın neresinde olursa olsun, Türk’e, Türklüğe ve İslâm’a ilişkin en küçük bir unsurun bile bana emanet olduğunu ve bilincimi olduğu kadar bilinçdışımı da büyük ölçüde şekillendirdiğini hiç unutmam. Öte yandan kendime dâir bilmediğim, unuttuğum, terk ettiğim ve kaybettiğim şeylerin, benim üzerimde, hâlihazırda benimle olanlardan çok daha güçlü bir etkiye sahip olduklarını da gözardı etmem. Dolayısıyla Haluk Dursun’un kitabının bizi biz yapan şeylerin keşfi açısından mühim olduğunu belirteyim. Keşfetmeseniz nasıl yürüyecek, anlayacak, bilecek ve dünya kuracaksınız? Hiç mümkün mü?
İtiraf etmek gerekir ki, Balkanların bu kadar Anadolu olduğunu bilmiyordum. Geçmişin ihtişamına duyulan bir çeşit özlem duygusuyla Balkanlara hüzünle karışık bir sevgi duyuyordum elbette, fakat Nil’den Tuna’ya Osmanlı ile birlikte hissiyatım sevginin çok ötesine geçti. Uzun yıllar önce evini terk eden ve hafızasını kaybeden birinin bir şekilde geri döndüğünde nasıl özlemle, korkuyla ve biraz da sitemle beklendiğini doğrusu biraz da vicdan azabıyla idrak ettim. Gündelik uğraşlarımızın, düşünce geleneğimizin ve gelecek planlarımızın esas menzilinden ne kadar uzaklarda olduğunu anladım. Yine Anadolu’nun tahkimatında Balkanların nasıl da önemli bir duvar olduğunu ve onun yıkılmasından dolayı daha fazla kötülükle karşı karşıya geldiğimizi kavradım.
Haluk Dursun merhumun kitabının en önemli özelliği, daha önce de işaret etmiş olduğum Anadolu idealine dönüşün yol haritasını meydana getiren Arnavut kaldırımlarından oluşması. Hoca’nın kendisini de en sonunda Anadolu’ya getiren bir yolun duraklarından olan Balkanları, nihayet Anadolu’yu kuran fikirlerin hammaddeleri arasında ortaya koyması. Ve Balkanlar Türkiye’sinin bugün için iç kıyan, fakat geçmiş ve özellikle de gelecek için büyük bir umut kaynağı olan “bizliği”ni kelimelerden yaptığı resimlerle canlı bir biçimde tasvir etmesi.
On yılı aşan bir süreden beri Anadolu’da yaşayan, kendisini Anadolu’nun sevdalısı ve tıpkı Haluk Dursun gibi “Dicle’nin kuzularını çakallara kaptırmama” misyonunun muvazzafı gören biri olarak daha önce kitaptaki bilgilerin büyük bir bölümünden haberdar olmadığımı, kitabı okurken yer yer heyecandan, yer yer özlemden, yer yer hicrandan, yer yer kederden ve yer yer öfkeden titrediğimi, daha yürünecek ne kadar çok yolumuz olduğunu düşünerek bazı bazı umutsuzluğa kapılıp bazı bazı göğsümden adeta bir volkan gibi fışkıran güçlü bir görev duygusuyla dolduğumu özellikle belirtmek isterim. İmkânım olsa da bütün lise ve üniversite öğrencilerimize Haluk Hoca’nın hem Nil’den Tuna’ya Osmanlı’sını hem de aynı seride yer alan diğer kitaplarını okumayı zorunlu kılabilseydim!
Abarttığım düşünülmesin lütfen, kendimizle ve “biz” dediğimiz şeyi meydana getiren parçalarla ilgili o kadar az şey biliyoruz ki! Bu bizim hem kendimizi hem de kendimizden olmayanları doğru bir biçimde tanıyabilmemizi ve anlayabilmemizi hep eksik, dolayısıyla da yanlış kılıyor ve bizi, kendisini bilmeyen, kendisini bilmediği için kendisinin gayrını da bilme imkânlarını kaybeden bilinçsiz bir çocuk haline getiriyor.
Rahmetli Haluk Dursun Hoca, Balkanlardan başlayarak çıktığı kutlu yolculukta Anadolu’yu ağır uykusundan bir şekilde uyandırmaya çalışırken rahmete gitti. Bütün uyuyanları uyandırmak için tek bir uyanığın yeterli olacağını biliyordu. Derdini güttüğü davanın sevdalılarına komşu olsun!