Bizleri antik kentlere çağıran nedir?
Bir antik kenti ziyaret ettiğimizde ne görmek isteriz?
Asırlar önce yaşamış bir medeniyetin kent anlayışına dair ipuçları veren mimari özelliklerini mi? Antik dünyanın bir şekilde bugünlere uzanan zihin yapısının taşa ve toprağa nakşolmuş izlerini mi?
Bizi şehirlerin kalabalıklarından, sütunlar ve taşlar boyu uzanan bu ıssızlıklara çeken nedir?
Yakın zamanda, termometrelerin kırk dereceyi gösterdiği bir yaz günü, sağında ve solunda hediyelik eşyalar satan turistik dükkanların bulunduğu yılankavi dönemeçlerle yükselen taş döşeli yokuşları aşarak, Assos Antik kentini ziyaret etme fırsatına nail oldum. Athena tapınağını görmek ve Aristotales’in bu kentte hayatının üç yılını geçirmiş olduğunu bilmek, termometrelerdeki kırk dereceyi de, zorlu yokuşları da bir çırpıda unutturdu bana.
Bu kent hakkında kitabî bilgiler vermeyeceğim. Bilgiler günümüzde her yerdeler ne de olsa… Benim burada çizgilerini belirtmeye gayret edeceğim husus, yazımın başında da değindiğim gibi, günümüzde bizi antik kentlere çağıran şeyin ne olduğuna dair kuramsal bir sorgulama yalnızca…
Bir zamanlar üzerlerinde sütunların yükseldiği kaideler, kimi zaman ciddi bir yüzle, kimi zaman girift şekilleriyle öylece duran ve her biri büyük bir zanaatkarlık timsali olan kabartmalar, basamaklarında yabani otların yaşamaya çalıştığı merdivenler, yüzeyindeki oyukları, kavurucu güneş altında parlak derilerine gölgelik arayan kertenkelelerin yuvası haline gelmiş duvar kalıntıları ve bizimle birlikte adeta bir şeyleri ürkütmekten korkarak temkinli adımlarla ve şaşkın çehrelerle çevreyi izleyen ziyaretçiler antik kentlerin manzarasını oluşturur.
Düşünüyorum da, bizleri bu manzaraya çağıran şey, ilkel bir duygunun ayartısı olabilir mi? Bir zaman orada bulunanın, zamana yenik düşerek artık orada olmama hali, günümüzde, geçmişe dönmekte bir hayli zorlanan şuurların içten içe yöneldiği bir hakikat arayışı değil mi sanki?
İnsanlığın en eski duygularından olan terk etmek ve terk edilmek, günümüzde de tüm gücüyle bilinçaltımızda bulunmaktadır… Zaman mevzubahis olduğunda, tarihin her daim geçmişe ait olduğuna ve bizzat bizler tarafından deneyimlenmemişliğine; mekan mevzubahis olduğunda ise tarihi yapıların terk edilmişliğine meylederiz.
Terk ettiğimiz yahut çoktan terk edilmiş bir mekan, bize faniliğimizin dolaylı bir misalini sunmaktadır çünkü. Orada, zamanın kanatlarından süzülerek silinmeye yüz tutan izlerin yarım kalmışlığında ya da bizzat yarım bıraktığımız şeylerin bizden sonraki durağanlığında kendi faniliğimizin yansımasını görürüz.
Çağımızda ekranlardan ve dijital mecralardan imajinasyon fırtınası halinde üzerimize hücum eden sonsuzluk yanılgılarının yanında; sütunsuz kaideler, tozlu mermerler, kabartmalar, merdivenler ve taştan yığınlar, güçlü imgeler halinde bilinçaltımızdaki mahrem bir yere dokunur ve bu dokunuş, içimizde varoluşumuzun bir nişanesi olarak ezelden mevcut, terk etmeyi, terk edilmeyi ve faniliği “harâbât estetiği” vasıtasıyla uyandırır.
Bir başka açıdan bakarsak, Akropollerin, yani antik kentlerdeki tapınakların ve devlet mekanizmasına ait önemli yapıları ihtiva eden kısımların daima yüksek bir mevkide inşa edilmesi de gelenekte, faniliğin ve faniliğin içinde adeta bir imkan şartı olan erişilmezliğin göstergesidir. Nitekim Gotik dönem de, antik dönemden epey sonra bu fanilik ve erişilmezlik duygusunu mimaride “kendinde” büyüklüğe ve yüksekliğe dönüştürmüştür diyebiliriz. Yüksekliğin doğurduğu mutlak kudret hissi karşısında insanın kendi acizliğini bilerek kaderi üzerindeki mesuliyetini terk etmesinin ve erişilmezlik duygusuyla “kutsal” olan tarafından -çetin yollar aşılma pahasına ulaşılana dek- terk edilmesinin bir tezahürüdür bu.
Yaşadığımız kentlerin, aslında gelecekte birer “eski” kent olma ihtimali ve yine gelecekte, şimdiki zamanı kapsayan bir tarih anlayışı içinde varlığımızın sadece bir nesne haline gelmesine dair duyulan evham bizi ürpertir. Çağımızda, akıl sır erdirmemizin mümkün olmadığı ilkel duygularımızın yüzeye çıkmasıyla yaşadığımız şaşkınlıktır bu…
Antik kentlerde bu ürperti ve şaşkınlığımıza karşı geçmişe ait olduğunu bildiğimiz emniyetli bir hiçlik duygusuyla yüzleşir, kültürel bir eylemin konforu sayesinde gönül rahatlığıyla kapılırız bu duyguya.
Bir zamanlar yaşamış olan bizim gibilerin asırlar aşarak günümüze ulaşan nabzı, terk etmekten ve terk edilmişlikten yorgun olsa da, ezelî ve ilkel bir cezbeyle ağır ağır atar ve bizleri de çağırır kendisine.
İşte ben de zihnimde bu düşünceler ve az önce duyduğum o kadim nabzın cezbesiyle Assos antik kentinin yokuşlarından iniyorken, yokuşları bir bir tırmanmaktan kan ter içinde kalmış bir ihtiyarın yolumu keserek bana antik kente daha ne kadar kaldığını soruyor olmasına doğrusu hiç şaşırmadım. Yaşı kaç olursa olsun, insanın bilinçaltında saklı olan hislerinin çağrısına kapılıp, bu kadim nabzı duymak arzusuyla bir antik kentin o terk edilmiş dünyasına ulaşmaya gayret etmesinde şaşılacak ne var?
SELİMCAN YELSELİ
Fotoğraf: Selimcan Yelseli