Dini olguların dünya tarihindeki görünümleri üzerine sorular
Dünya tarihi ve din arasında nasıl ilişkiler var? Din tarihinde ortak unsurlara bakıldığında şunları görmek mümkün: Tanrı ve sıfatları, yaratılış ve unsurları, kulluk ve kurban, uyulması geren yasalar, ahlâk, kötülük problemi ve şeytan, ilâhî adalet ve kıyâmet ile bütün bunları Tanrı’dan alarak insanlara bildiren bir peygamber. Bunlardan temel unsur olan tanrı ve sıfatları tarihte tek-tanrılı ve çok-tanrılı formlarda görülebiliyor. Bunlar da sözlü ve bazılarında da hem yazılı hem sözlü kutsal metinlere dayanıyor. Her birinden üretilen mitolojik unsurlardan başka ortaya koydukları mistik hayat da göz ardı edilemez. Ancak şimdilik bu konulardan birçoğunu kenarda tutmak niyetindeyiz. Ayrıca burada konuları birer iman konusu olarak değil, tarihteki görünümleriyle ele almayı deneyeceğiz. Çünkü bu tür konularda inanan inanmakta, inanmayan ve inanmaya niyeti olmayan hiçbir şekilde ikna olmamaktadır.
*
Tanrı inancından başlamak gerekirse, acaba tevhîdin izini tarihte sürmek mümkün olabilir mi? Tüm dînî geleneklerde bir Yüce Varlık anlayışının bulunmakta oluşu acaba tevhîdin tarihteki izini sürmek için bir hareket noktası sayılabilir mi? Tek-tanrıcılığın çok-tanrıcılığa mı, çok-tanrıcılığın mı tek-tanrıcılığa dönüştüğü sorusuna maddî delillere dayalı kesin bir cevap bulunabilir mi? 18. yüzyıl Avrupa’sında Hume ile Voltaire arasında yaşandığı Dinler Tarihi uzmanı Pettazzoni tarafından nakledilen tek-tanrıcılığın mı, yoksa çok-tanrıcılığın mı önce geldiği meselesinin maddî delillere dayalı olarak çözülmesi kolay olmasa gerek. Yoksa bu mesele inanan insanlar için bir îman meselesi olmazdı.
Her şeye rağmen İsrailoğulları özelinde anlatılan putlara meyletme hâdisesi [Ârâf 7/130-140; Tâhâ 20/85-98; Dünya Dinleri, 65-66] tek-tanrıcılıktan sonra gelen çok-tanrıcılık örneklerine rastlandığını gösteriyor. Milattan önce 10. yüzyıllarda kurulan ilk İsrail devletinin Kuzey ve güney diye ayrılmasından sonra kuzey kesimindeki devletin Kenan tanrısı El’i tanrı olarak kabul etmesi dünya tarihlerine girdiğine göre (Marr, 83) bu tip örneklerin varlığından rahatlıkla söz edilebilir.
Hindistan coğrafyasındaki Hindû geleneğinde inek taziminin en eski kutsal metinlerde olmayıp sonradan ortaya çıktığını belirten yaklaşımlar olduğu gibi, İran coğrafyasında yaşayan Zerdüşt’ün temel mesajında ateşe tapmanın bulunmayıp sonradan ortaya çıktığına dair yaklaşımlara da rastlanıyor. Yine Hindû geleneğinde kast sisteminin ve din konusunda şekilciliğin sonradan ortaya çıktığı da Araz’ın editörlüğünü yaptığı dünya tarihinde (1/102-103) vurgulanıyor. Bu hususlar birbiriyle beraber düşünüldüğünde dînî gelenekler üzerinde insan eliyle gerçekleşen bir dönüşüm olgusunun ortaya konulduğu dikkat çekiyor. Bununla beraber Mircea Eliade’nin hocası olan Pettazzoni’nin, çok-tanrıcılığı evrimle gelişen bir eğilim olarak görmesine karşılık, tek-tanrıcılığın çok-tanrıcılığa karşı bir devrim olarak belirme örneklerini tek-tanrıcılığın temel bir karakteristiği olarak görme eğilimi de göz önünde tutulabilir. İlk bakışta bir îman meselesi olarak din olgusuyla telif edilmesinin zor olduğu görülen bu yaklaşımın çok-tanrıcı kültüre tek-tanrıcı bir tepkiyi göstermesi bakımından doğru olduğunu da teslim etmek gerekir.
*
Meseleyi Yaratıcı’nın sıfatları olarak ele almak gerekirse şu hususlara işaret edilebilir: Büyük âlimlerimizden Bîrûnî (ö. 453/1061 [?]), her millette havas ve avamın inançlarının birbirinden farklı olduğunu ifade eder. Havassın, akılla kavranan şeylere meylederek araştırmaya yöneldiklerini, avamın ise araştırma ve incelemeye yanaşmadığını kaydeder. İbn Arabî’nin sistemli hale getirdiği entelektüel tasavvuf anlayışı sadece akılcılıkla yetinmediği için bu tasnifte bir tadilâta ihtiyaç varsa da Bîrûnî’nin bu yaklaşımında haklı taraflar yok değildir. Bîrûnî’nin tespitlerine devam edecek olursak o, Hintli aydınlara göre Tanrı’nın bir olduğunu, başlangıcı ve sonu olmadığını, onların ezelî, işinde muhtar, kādir, hüküm ve hikmet sahibi, diri, bütün kâinatı idare eden ve sonu olmayan, hükümranlığında tek başına, benzeri ve zıddı olmayan, kendisi hiçbir şeye benzemediği gibi hiçbir şeyin de kendisine benzemediği bir varlık olduğuna inandıklarını kaydeder. Bu tanrı anlayışının Kur’ân’daki çeşitli âyetlerde yer alan Allah anlayışıyla -meselâ “Âyet el-Kürsî” olarak bilinen âyetle [Bakara 2/255]- dikkate değer benzerlikler taşıdığı gözden uzak değildir.
Gerçekten de Rig-Veda’daki şu ifâde Hindû geleneğindeki tanrı anlayışının çok isimle çağrılan hakîkatin tekliği (buna Dinler Tarihi uzmanları kathenoteizm derler) anlayışı olduğu şeklinde yorumlanır: “İnsanlar onu İndra, Mitra, Varuna ve Agni, hatta güzel Garutman diye isimlendirdiler. Halbuki hakîkat tektir, azizler onu farklı isimlerle çağırırlar.” Benzer bir inanış Joseph Campbell tarafından Dakota Kızılderilileri ile ilgili olarak Paul Radin’den nakledilir, onların sekiz ilahın varlığını kabul ettikleri, fakat rahip ve düşünürlerin bunları tek ve aynı ilahın çeşitli yönleri olarak kavradıkları belirtilir.
Daha ileri giderek şunu da söyleyebiliriz: Salih kişilerden bazılarının putlaştırılması örnekleri doğru kabul edilirse, bazı peygamberlerin sonradan tanrılaştırılmış olması muhtemeldir. Nitekim İbnü’l-Kelbî Putlar kitabı adıyla dilimize çevrilen eserinde (96, metin 25) Vedd, Süvâ, Yegûs, Ye‘ûk ve Nesr adında beş dindar ve sâlih kişinin vefât ettiklerini, üzülen yakınlarını rahatlatmak için bunların putlarının yapıldığını ve daha sonra bu putperestliğin yayıldığını naklettiği görülüyor. Melekler için de putlaştırma sürecinin yaşandığı söylenebilir. Hıristiyanlık tarihine bakıldığında Hz. Îsâ’nın şahsı etrafında gözlemlenen bu hususun daha önceki tarihlerde olmadığını iddia etmek kolay olmasa gerek.
*
Yaşadığı yıl aralığı hakkındaki bilgilerde netlik olmadığı ifade edilen Thales (M.Ö. 640-526) felsefe tarihinde genellikle ilk filozof olarak gösterilir ve yaratılışın temelinin su olduğu kanaatinde olduğu vurgulanır. Ancak Thales’in tanrı anlayışı felsefe kitaplarına son zamanlarda girmeye başlamış gözüküyor. Thales konusunda hangi kaynağa dayandığını açıkça ifade etmeyen Şehristânî (ö. 548/1153), Thales’in tanrı inancını şöyle vasfediyor: “Thales’e göre reddedilmeyecek olan söz ‘O yaratıcı varken, yaratılmış olan hiçbir şey yoktu, daha sonra yarattığını yarattığında, o şeylerin sûretleri kendi zatında mevcut değildi, zira yaratmadan önce de sadece o vardı’ sözüdür.” Bu misâl de Eş’arî mezhebine mensubiyeti bilinen Ehl-i Sünnet bir Müslüman âlimin antik bir filozofa bakışını göstermesi açısından değer ifade ediyor.
Şehristânî (ö. 548/1153), peygamberlere mensup olan milletleri sıralarken, İslâm milleti ve mezheplerini öncelikle zikrettikten sonra, Ehl-i Kitâb olarak Yahudi ve Hıristiyanlarla onların mezheplerini anlatır. Bunun ardından üçüncü bölümde Ehl-i Kitâb’dan olma ihtimali bulunanlar başlığı altında Zerdüştîlik, Sabiîlik ve Hanifleri sıralar. Hatta Zerdüşt’ün bir peygamber olduğunu ihsâs ettirecek ifadelerle Zerdüştîlik’te Ahuramazda adıyla bilinen Tanrı’yla Zerdüşt’ün konuşmalarından ve bu konuşmalara aracı olan meleklerden söz eder. Seneviyye (düalistler) adıyla verdiği grupların daha sonra kötülük ilkesi olan şeytanı tanrılaştırarak tanrı sayısını ikiye çıkardıklarını belirtir. Babil, Mısır ve Hind toplumlarındaki dînî deformasyona ondan çok çok önce İbnü’n-Nedîm de işaret etmiş, Câmasb’dan başka Zerdüşt’ün de bir peygamber olduğunu (774-779) ifade etmiştir. Zerdüştîliğin tek-tanrıcılığına Dinler Tarihi uzmanları yanında (Pettazonni, 21), belki onlardan mülhem olarak dünya tarihçileri tarafından da (Marr, 86) işaret edilmiştir. Tabiî yapılan tüm bu tespitler, Zerdüştîliğin sonraki formunun tevhid dîni olduğu inancına sahip oldukları anlamına gelmiyor.
Sayılan hususlar ne anlama gelir? Ehl-i Kitâb kavramının sadece Yahudi ve Hıristiyanlarla sınırlı görülmeyip köklü dînî gelenekleri de içine aldığı şeklinde yorumlanabilir mi? Bu bakış açısı Pettazonni’nin -her ne kadar tek-tanrıcılığı daha iyi anlamak için pratik bir yol olarak sunulmuş olsa da- tarihteki büyük ve temel tek-tanrıcı gelenekleri başlangıç noktası olarak alma yöntemine göre daha geniş bir bakış açısı sunduğu ileri sürülebilir. Buradan hareketle eski âlimlerimizden bir kısmının çoğu şekli bozulmuş olarak kabul edilse bile tevhid geleneğini bizim bugün gördüğümüzden daha geniş perspektiften ele aldıklarını söyleyebiliriz. Kur’ân’da peygamberlerden bir kısmının haberlerinin nakledildiği, bir kısmının da nakledilmediği [4/164; 40/78] belirtilmiş olduğuna göre bazı âlimlerimizin bu tür âyetleri referans alarak Ehl-i Kitâb kavramını geniş tutmaları normal karşılanabilir.
DEVAMI GERÇEK TARİH AĞUSTOS 2022 SAYISINDA