Elektrik medeniyetsizlikmiş!
“Müjgan!!! Müjgan! Gaz gelmiş, doğru mu?”
“Aa! Bilmem ki…”
Müjgan uzun boynunu balkondan petrol istasyonuna doğru uzattı, gözlerini hassas dürbün ayarlar edasıyla kıstı “Iıhh, kimsecikler yok,” diye mırıldandı. Geriye doğru bir hamle yapıp “Alii!!!, Alii!!!” diye seslenir seslenmez, Ali ânında yanında bitiverdi.
Alamancı bir çiftti Müjgan ve Ali.
Yıllar yılı Alamanya’da çalışıp emekli olmuş, sonrasında yurda geri dönmüşlerdi. Devrin efsanesi Magirus minibüs ve renkli televizyonu mahalleli onlarda görmüştü. Hafta sonları benzini bulduğu gibi depoyu fuller, tıka basa dolan minibüslerine hiç acımaz, tüm sokağı pikniğe götürürlerdi. Takvimler 29 temmuz 1981’i gösterdiğinde evlerinde iğne atsan yere düşmez bir kalabalık. Türkiye tarihinin ilk canlı ve renkli yayını; Prens Charles ve Lady Diana’nın düğününü izlemek için toplanmıştı. Sonrasında patlayan renkli yayın furyasında renkli televizyon ve videolar piyasaya çıkıp yaygınlaşıncaya kadar mahalleli onlarda kamp kurmuştu.
Almanya gibi ruhu soğuk bir memlekette yaşamış olmaları onların kültür kodlarını bozmamış, insana hürmetin Allah’a hürmet olduğu bilinci zedelenmemişti.
O ev akşam sabah dolar, boşalır ne Ali, ne Müjgan “Aman yine mi siz” edasına bürünmez, asla bıkkınlık emaresi göstermez, şikâyetçi olmazlardı.
“Sevim gaz gelmiş diyor, benzin aldın mı?”
“Aldım,” dedi Ali umursamaz bir tavırla: “ Gelse ne olacak! Bitmeyecek mi sanki!” diyordu beden dili.
“Be adam, söylesene, deli misin sen!”
O anda iki kadın da hışım gibi içeri dalıverdi. Sokağa alelacele dökülüşleri işaret fişeği olmuş, arkalarından bidonunu kapan soluğu istasyonda almıştı.
İstasyon kasabanın orta yerindeki câminin, kasaba hamamının karşısında beş katlı bir binanın altında konuşlanmıştı. Evet… Şaşırmayın eskiden benzinliklerin havaya uçma, yangına maruz kalma gibi bir tehlikesi yoktu. Çünkü eskiden kadınlar on çocuk doğurur, anca dördünü beşini kurtarabilirdi toprağın kucağından. Bu yüzden insan ucuz, ölüm çok olağandı. İş kazası deyimi henüz hiç düşmemişti gündemlere. Benzinlik patlaması… Bilmem kaç ölü, kaç yaralı… denilince akla ilk gelen maddi zarar olur, “Eyvah eyvah, yandı adamların evi ocağı, Allah kimsenin başına vermesin, mal canın yongası” denirdi.
Bugün hemen hiç kimsenin yüzüne bakmadığı gazyağı, devrin en temel, ancak alabildiğine lüks ihtiyaçları arasındaydı. Çünkü gazyağı bir aydınlanma aracıydı. Başka işlevleri de vardı elbet mesela muhteşem bir bit savardı. Bitlenen çocuğa “Gözünü yum, ağzını, burnunu kapa,” emri verilir, kafasına, saçlarına gazyağı boca edilir, bitler ölsün diye bir müddet beklenir, sonrasında sık dişli tarakla ölenler temizlenirdi. Bu temizleme işleminden sonra bir banyo faslı olurdu ki evlere şenlik. Duş başlıklarının, plastik banyo taslarının evlere icabetinden hayli zaman önceydi. Metal taslarla su kovalardan tekne içine oturtulmuş çocuğa boca edilirken, o ağır tas muhakkak “Bir daha bitlenecek misin, gebermeyesice,” diye kafalara indirilir, kaldırılırdı.
Cilalı taş devrinden sonra takvim hızlanmış insanlık bilimi keşfetmiş, medeniyet diye bir salgına yakalanmış, ölümle pençeleşirken biz tatlı bir rehavete kıblemizi dönmüş, sıcak yatağımızda gerinmeyi tercih etmiştik.
Elektrik milli üretim kalemine girememişti, gariban halk vergi verecek de devlet vergiyi toplarken suya sele kaptırmadan alıp ithalata yatıracak da elektrik de bizim eski, tıfıl kızan Bulgarya’dan gelecek! Vay anam vay!
Sürekli yaşanan kesintiler dededen kalma yöntemleri terk ettirmiyor böylece Türk milleti ananesine töresine sıkı sıkıya bağlanıyor, kültüründen kopmuyordu.
Evlerde merdaneli makina bile nadirattandı. Rezistanslı radyolar her evin başköşesinde, altın gümüş işlemeli entarileri sırtında, geleni gideni beklerdi. Evin büyüğü emir vermeden kulağı bükülemez, dolayısıyla el sürülemezdi. Ütü yaygın bir araçtı ama birçok evde kömür ütüleri yedekte muhafaza edilir, bunları saklayan kadınlar elektrik kesildiğinde ortaya çıkartınca, eşleri gerine gerine “Helâl benim karıya ya, karıdır karıı!!! atmamış bak herkesin ki gibi…” diye kadınlarıyla gurur duyarlardı.
Benim bildiğim dört çeşit aydınlanma yaşanırdı…
Mumla, gaz lambasıyla, lüksle ve tüm gevur muhtevası gibi, geldiği gibi gitmezse, ki giderdi, elektrikle.
Mum dediğim uzunca, beyaz, şeffaf mum. Onu da mumla buluyorsun ama buluyorsun yine de. Seksenlerde Özal gelip elimizden tuttu, çağ atladık da ancak o zaman gördük şimdiki gibi renkli renkli, yanınca binbir koku salan, güllü çiçekli figürlü mumları. O yanar sen bakarsın, o erir, sen erirsin… Yandığında tuhaf bir yağlı yanık kokusu yayılır, cılızca bir ışık odayı kaplar ama önce ve özenle dibini aydınlatırdı. Aydınlanma dışında bir zaman birimiydi de mum. Öyle saati, dakikayı falan biz okula gidince öğrendik. Her akşam karanlık çökünce yakılır, eriyip sönmeye yüz tutunca “Haydi mum bitti, uykuya,” denirdi. “Mum bitinceye kadar,” önemli bir birimdi bizim zamanlarımızda.
Gazyağını bulunca konfor artardı. Gaz lambalarının ışığı mumdan ziyadeydi, sâdece masal anlatımına değil, “Yüzük kimde, isim-şehir” gibi oyunların oynanmasına da müsaade ederdi. İdare lambalarının çocuğu mu desem, yoksa güngörmüşü mü desem, bilemediğim gaz lambalarına o yağın lıkır lıkır dolduruluşunu hevesle izlerdik. Cam fanusun içine salınan fitil sıkıştırıldığı mekanizmanın ucundan çıkartılıp yakılırdı. O ilk yakıştaki hafif uzun siyah duman sönmesin, ışık dağılmasın diye üstüne borusu oturtulurdu. Bir dolu gaz lambası bir hafta yeterdi. Fitil hep kısığa alınır, gaz idareli kullanılırdı. Tabiatın; ağaçların, derelerin, evlerin bahçelerinin gölgesi üstüne betonların henüz düşmediği zamanlardı. Ay hâkimdi gecelere. Ay aydınlatırdı sokaklarda yollarımızı ama tek katlı da olsa barınaklarımızın beton duvarları içinde hükmü geçmezdi. Hane halkı ışığın etrafında toplanır, ruhen birbirine kenetlenirdi. Anneler babalar hikâyeler anlatır, şarkılar türküler söylenir, gam da neşe de pay edilirdi. Bir hikâye bitti mi yalvarırdık; “bir daha, bir daha…”
Mumun alevi önce tavana, sonra eşyaya düşer, renk hâreleri aklımızı başımızdan alırdı. Kış akşamlarında yanan sobadan çıkan hışırtılar, soba deliklerinden sızan ışıklar hayatımızın en eşsiz renkleriydi. Her duvar yansımalarla dolu bir keşif yolculuğuydu. Anlatılan hikâyelerin kahramanları beynimizden oraya yansır, hikâyenin durumuna göre kâh sevgiyle, kâh korkuyla ana baba kucağına sızar, öylece kalakalırdık. Mum zaman birimleri hiç bitmesin isterdik hiç de bitmedi. Hepimizin aklı o zamanlarda asılı kaldı.
Kapitalizm günah ve sevap kavramlarını dimağımızdan söküp atamamıştı henüz. Maddenin içi boş bir çuval, mananın ise genel geçer tek hakikat olduğu zamanlardı. İnsanlar her şeye rağmen birbirlerini sever, birbirlerine saygı duyardı. Egoizm henüz sözlüklere girmemişti.
Gün geldi hasretini çektiğimiz gelecek kapımızdan içeri pat diye atlayıverdi. Elektrik artık kesilmiyordu. Barajlar, santraller birbiri ardına kuruluyor, gazyağı kuyrukları kısalıp, yok oluyor, Sevim’le Müjgan Ali’nin yakasından yavaş yavaş düşüyordu. Renkli televizyonlar bayramlarda el öptürmeseler de evlerin başköşesinde hane büyüklüğüne terfi etmiş, rengiyle, sesiyle ortamın hâkimi olmuş, diğer tüm sesler susmuş, tüm renkler solmuştu.
Babalar masal anlatacak vakit bulamıyordu. Zaten anlatsalar da kimsenin ilgisini çekmiyordu. Arthur’un kılıcı dünyaya adâlet dağıtmaya yetecek kadar güçlüydü, beş canlı aslandan bir robot Voltran oluşuyor, Voltran ölmüyor, yaralanmıyor ve karşısına kim çıkarsa ezip geçiyordu. Keloğlan keleş oğlan gibi sırıtıp durmuyor, heybetli, vakur, ciddî takılıyor, “İlle de padişahın kızı,” diye tutturmuyordu.
Ali’nin Magirus’u demode olmuş, ithal arabalar yakıt tasarrufları, sürüş konforları, modern dizaynları ile göz doldurmuştu. Zaten mahallelinin o minibüse binip gittiği piknik yeri bir fabrikaya satılmış, kasabalı tarlasından çıkıp işçi olmuştu. Fabrika her ay maaşa ilaveten yemek fişi veriyordu bakkal alışverişi için, senede iki kez ayakkabı, havlu, sabun… Kandillerde komşuların birbirine tabak tabak dağıttığı helvalar, çörekler isim değiştirmiş fabrikanın yılbaşı hediye sepetine girmişti.
Cep telefonları yokken biz çocuklar akraba ve ahbaplara gönderilip “Müsaitseniz annemler bu akşam size oturmaya gelecekler,” sorusu ve verilen cevapların ulaklarıydık. Mobil ağlar kuruldu, iletişim zahmetsizleşti, gelenek bozuldu, çocuklarımız ulaklıktan yarış atlığına terfi etti. Belki daha fazla oyun oynayacak vakitleri vardı artık ama sınav diye bir illet ilkokuldan itibaren gelip yakalarına yapışmış, onları dörtnala geleceğe hazırlamaya ant içmişti. Kurulan fabrikalara daha fazla kol gücü ve beyin takımı lazımdı. Elektrik gitmemeliydi…
Mahalledeki tek katlı evler geleceğe boyun eğmiş, artan nüfusun barınma ihtiyacına cevap vermek için apartmanlara evirilmişti. Bahçeler dolusu çiçek vazolara tıkılmıştı. Vazodaki çiçeğe bakıp onun bir kıra ait olduğunu hayal etmekti çocuklarımızın kaderi ve biz bununla gurur duymayı da öğrendik. Çileği ağaçta, domatesi saksıda yetişiyor sanan bir nesille başa çıkmaya çalıştık.
Dünya dönüyordu, dönerken değişiyordu. Bir ömre kaç evre sığar sığdırılabilir bilmek mümkün değildi. Yetmişli yılların mumla aydınlanan çocukları, gaz lambalarını, lüks lambalarını, elektrik ampullerini, şarjlı lambaları, led ışıklarını sığdırdılar yaşamlarına. Daha neler neler sığdıracaklar bilmek mümkün değil. Teknolojinin gelişmesi, insan yaşamının konforu adına yarar sağladı elbette. İçeri girdiğimizde yanan sensörlü lambaların ışığı odalarımızı aydınlatmaya yetti ama mum ışığı kadar aile muhabbetini aydınlatmaya yetmedi. Elektrik medeniyet emaresi idi, elektriğe ulaşmak medeniyete ulaşmak olarak öğretilmiş ve hedef olarak gösterilmişti bizlere. Kimse medeniyetin felsefesini, sosyolojisini düşünmemiş, belki düşünülmesini istememişti. Teknik ilerlerken kültür gerilemiş, gerileyen kültür insanı yalnızlaştırmıştı.
Dünün çocukları yarının çocuklarına bir miras bırakabildi; yalnızlık. Mutluluk yalnızlıktı. Yalnızlık külfetsiz, mesuliyetsiz, zahmetsiz ve korunaklıydı. Çoğuldan tekile düşmek için ihtiyaç duyduğu karanlık mum ışığında değil elektriğin göbeğindeydi. Kalabalık aile, arkadaşlık, komşuluk ayak altından kalkmalıydı ki insan kutsadığı elektriğin kusursuz çocuğu sanal âlemin gizli odalarında “sorunsuzca” güdülebilsin.