Rizeli amca: Bu milletin ahlakını çaldınız
Temmuz sonuydu. Sıcaklık asfaltı eritmiş olmalı ki, ofise gelip gidenlerin ayaklarındaki zift beyaz karolara yapışıyor, görevli paspas atarken zığır zığır söyleniyordu: “Kara yazılı herifler, kara zifti nerden bulup sıvadınız buralara.”
Merdivenlerde ayak sesi duyduğu anda ayağa çift sıçrıyor, gelenin kapı tokmağına dokunmasına fırsat vermeden hemen açıyor, “Hoş geldiniz, buyurun,” falan demeden insanlara “Ayağını paspasa sil,” diye çemkiriyordu.
Haklı mıydı değil miydi bu yüzden bu kadına kızmalı mıydı kestiremedim bir an. Sonra “Haklısın Zehra Hanım yoruluyorsun ama bu şekilde de olmaz, insanları dövsen daha iyi,” diyebildim. Yaptığını biliyordu sanırım. Ses etmedi.
Her zaman mutfağa oturan kadının içine adeta cin kaçmış, kapının hemen yanındaki ikili koltuğa bir tavşan tedirginliğinde ilişmiş bekliyordu. Birden açıldı kapı, oysa hiç ses duymamıştık. Biz şaşkınken “Merhaba, müsaade var mı,” dedi ayaklarını kendiliğinden paspasa silmeye çalışan bey. Başında krem rengi fötr şapka, üzerinde krem rengi takım elbise, krem üzerine açık kahve minnacık puantiyeli gömlek ve kahve krem turuncu yeşil desenli kravatlı bir adam.
“Buyurun,” dedi Zehra Hanım şaşkın şaşkın. İkimizin de gözü beyefendinin ayağındaki krem rengi deri ayakkabılarda donup kaldı. Herkes ziftiyle gelirken o tertemizdi. Pırıl pırıl, ışıl ışıl ve tertemiz… Diş macunu reklamlarında dişlerin üzerinde parlattıkları yıldız gibiydi.
O sıralar memlekette seçim havası estiğinden dışarıdan içeriye, bangır bangır propaganda müzikleri doluyordu. Hayli yüksek müzik cadde üzerindeki bu ofiste zemin dâhil her eşyayı titretiyordu.
Yetmiş sekiz yaşında olduğunu söyleyen beyefendi bu kakafoniye her maruz kalışında irkiliyor, sinirleniyor ve serzenişte bulunuyordu.
“Bir bitmedi, bitse de kurtulsak,” dedi.
“Bu da hayatın renklerinden biri,” dedim, gülümseyerek.
“Amman ne renk, ne renk,” dedi alaycı bir tavırla sağ kaşını kaldırıp.
“Asıl renk seçim akşamı reisin balkona çıkması. Her defasında o balkona çıkıp, o müthiş kalabalığa sesleniyor ya, benim içimin yağları eriyor, gözlerime, kulaklarıma can geliyor.”
“Aah reisçi misiniz ?
“Elbet reisçiyim başka kimci olacaktım.”
“Ne bileyim, başınızdaki şapkayı görünce…”
“Şapka, evet şapka…”
Odama girerken çıkartıp yan koltuğun üzerine bıraktığı şapkayı eline alıp incelemeye başladı.
Derin derin düşünürcesine, içini çekerek:
“Bu şapkaa, belki günahım, belki tövbem, belki kabullenmem, belki isyanım benim…”
“Yanlış mıydı?” diye sorabildim, anlamak istedim durumu.
“Doğru olur mu hiç kızım, yanlıştı tabi ki. Size kızım diyorum çünkü evladım yerindesiniz, biz o yanlışların içine çocukluğumuzu, gençliğimizi gömdük. Bizim yaşayıp gördüklerimizi siz görmediniz, yaşamadınız.”
Yetmiş muhtırasının dumanı tüterken doğmuşluğumu, seksen ihtilalinin her renk ve desenini, yirmi dört ocakları, yirmi sekiz şubatları, gel denildiğinde gelenleri, git denildiğinde gidenleri görmüş olmam bu bey karşısında elde sıfırdı besbelli.
“Biz size göre şanslıydık sanırım ama biz de sizin acılarınızın gölgesinde büyüdük,” dedim.
O arada caddeden eskilerden kalma bir partinin seçim konvoyu geçmeye başladı. Vekil, il başkanı ve teşkilat…
Merakla cama doğruldu, gördükleri karşısında “Allah bir daha sizi başa getirmesin, bu milletin ahlakını çaldınız, hırsızlar,” dedi.
Aslında çok işim vardı yetişmesi gereken, karşımda konuşmak, besbelli içini dökmek isteyen bu adamı hem dinlemek istiyordum hem de bir an evvel göndermek. İçimin ikileminden kurtularak:
“Anlat bakalım amca ne yaptılar bunlar sana da, bu kadar kızgınsın, gözlerin bu kadar nefretle bakıyor,” dedim.
“Ben Rizeliyim kızım,” diye başladı anlatmaya:
“Çocukluğum çay bahçelerinin içinde geçti. Gökten yağmur yağar bizim oralarda sürekli. Biz çamurun içinde yetiştiririz o çayı, çamurda toplarız, çamurda satarız. Benim baba ocağı Ardeşen’de. Çayı hasat ederdik, satacak tek yer devlet. Devlet büyüktür, imkânı çoktur gelir köylünün çayını alır falan diye düşünme. Köylü milletin efendisi ya efendinin ömrü yalın ayak, başıkabak yollarda geçerdi. Devlet çay alım merkezini Rize merkezde kurardı. Düşün hasadı yapacaksın, o günün şartlarında o çayı bozulmadan Rize’ye götüreceksin. Ardeşen Rize arası kaç km?”
“Kaç kilometre?” diye şaşkın şaşkın sorusunu ona iade ediyorum.
“Kaç kilometre olacak, şimdi yetmiş üç kilometre. Elde imkân yok, araba yok, at yok yükleyecek katır bile yok. Ailecek sırtlanırsın çuvalları gece gündüz uyumadan on altı, on yedi saat yürürsün yarı ölü yarı diri varırsın alım merkezine. Merkez kota koymuş alımlara elli kilo alım yapacak elli kilonun yüz gramcık bile altında da olsa almaz üstünde de olsa almaz çayını, kalakalırsın öylece ortada dıpdızlak. Eksikse tamamla fazlaysa eksilt gel derler. Eksiltmek o kadar dert değil de çuval elli kilonun altında kaldıysa yandın. Ne yapacaksın nerden tamamlayacaksın. Bırakıp geri dönsen olmaz, alıp yanında götürsen olmaz. Çay çuvalda kalsa bozulmaya başlar. Geri dönsen bir gün yaya yürümüşsün neredeyse, nasıl güç yetsin, bir de tamamlayıp tekrar geri geleceksin.
İnan var ya o yolda neler çekerdi insanlar neler… Çizme yok, ayakkabı yok, bırak boş ver onları bir çift kara lastik bile yok. Biz bildiğin yalınayak kalmamak için ayaklara bez sarıyorsun, üstüne de su geçmesin diye muşamba. Bir işe yaramıyor tabi. Saatlerce suyun çamurun içinde o ayaklar ne olur bilir misin kızım?
Yarılır, kanar, acır, ağrır.
Dere kenarında oturulur, dinlenilirdi ara ara. Ayaklardaki çaputlar genellikle açılır, yırtılırdı. O ayakların içinden solucanları, sülükleri elleriyle temizler tekrar devam ederdi millet yola.
Herkes yalvarırdı alım merkezindekilere, ne kadar getirdiysek o kadar alın, bizi bir daha geri göndermeyin çok uzak, çok zor yol diye ama kimse aldırış etmez, merhamet ve adalet bu adamların gönüllerine hiç uğramazdı. Onlar hiç esnemedi, köylüler hep yollarda kaldı, ne zamana kadar?”
“Ne zamana kadar?” dedim merakla.
“Çalmayı öğrenene kadar!” dedi.
“Nasıl yani?”
“Baya işte,” dedi ısrarla sonra devam etti:
“Çalmayı öğrenene kadar. Devlet köylüsünü, üreticisini, efendisini okutamadı, onlara temiz bir gelecek sunamadı ama bir meslek öğretti; hırsızlık.
“Nasıl oldu bu?”
“Baktılar çay eksik kalınca almıyorlar, her defasında köye yürüyerek gidip gelmek, tamamlamak ya da eksiltmek zorunda kalıyoruz. Zamanları, emekleri, zahmetleri kimsenin umurunda değil, onlar da eksiği derenin kumuyla tamamlamaya başladılar. Eksik mi geldi, koş dereye al bir avuç kum, kat çay çuvalına, tartıda tam çıksın al paranı dön köyüne… Yollarda telef olmaktansa devletten çalmak daha akıllıca ve daha zahmetsiz.
Öyle, öyle derken fındıktan çaldı, mısırdan çaldı… Yüzündeki ardan çaldı, Anadolu’daki irfandan çaldı, ahlaktan çaldı. Çaldıkça imandan çaldı, mizandan çaldı…
Bu parti o zaman iktidardı işte. Milletine hizmet etmeyi bilmeyen, beceremeyen tarihi boyunca eziyetten beslenenlerin yurt edindiği parti.
Daha anlatılacak çok şey var ama vakit yok şimdi.”
“Rica ederim. Büyük keyif aldım, çok güzeldi teşekkür ederim, yine gelin lütfen.”
Şapkasını aldı, kalktı kapıya yöneldi.
“Ayakkabılarınız,” dedim. Tekrar döndü yüzünü bana. Bakışlarında öyle bir mana vardı ki, ayrıca daha parlak daha ışıltılı olmuşlardı.
“Evet kızım, evet.”