Kuytularda kalmış hatıralarla Rasim Özdenören
1937’de annesi ile babası nişanlıdır. Babası bir rahatsızlık geçirir ve hastanede tedavi görür. Taburcu olacağı gün babasının ağabeyi yani amcası gelir. Hemşire Rasim Özdenören’in babasının evli olup olmadığını amcasını sorar. Onlar da nişanlı olduğunu söyler. Hemşire sözlerine devam eder: “Bunun ikiz çocukları olacak.” Kimse pek dikkate almaz hemşirenin dediklerini. Rasim Bey’in annesi ve babası kısa süre sonra evliliği gerçekleştirir. 1938’de ikiz kızları olur. 1940 yılında da yine ikiz evlatları olur. Bunlar Rasim ve Alaeddin Beylerdir. Derken akıllarına hemşirenin dedikleri gelir. Sonra da pek üstüne düşmez kimse, “Neden böyle dedi,” diye.
1946 yılında İstanbul’da yaşayan amcasının vefat haberi Maraş’a ulaşır. O dönem değil otobüs karayolu yoktur daha. Mecburen trenle gidilecektir. Üç gün üç gece yolculuktan sonra Haydarpaşa’da iner baba oğul. Altı yaşındadır ama annesinin sıkı sıkı tembihlediği sözler aklındadır: “Sakın babanın ceketinin ucunu bırakma, nereye giderse gitsin ceketinden tut.”
Anne-oğul her konuda çok iyi anlaşır. Küçük Rasim annesinin her dediğini yapan bir çocuktur. Elbette annesi de onun her dediğini yerine getirir.
Babasıyla geçirdiği İstanbul günlerinde babasının ceketini bırakmaz. Hatta uyurken dahi pijamasının ceketini tutar. Gece arada uyanır babasını ceketini kontrol eder. Babası oldukça titizdir ve giyimine kuşamına oldukça dikkat eden biridir. Diğer yandan pantolonu ve ceketi jilet gibidir. Fakat küçük Rasim’in tuttuğu ceketin ucu lime lime olmuştur ve kumaşın ipleri de atmaya başlamıştır. Baba bu vaziyete daha fazla dayanamaz, bir çözüm bulur ve küçük Rasim’e şöyle der: “Ben sana bir borazan alacağım. Beraber yürürken sende öttürürsün. Borazan sesi gelmezse senin yanımda olmadığını anlarım.” Nihayetinde böyle anlaşır baba-oğul. Baba önde küçük Rasim kâh arkada kâh sağında solunda. Derken günlerin böyle geçtiği bir gün babasıyla berbere gider. Bir müddet sonra babası berberden çıkar, o da arkasından borazanı öttüre öttüre yola koyulur. Sonra karşılarından berberin çırağı önünü keser ve nereye gittiğini sorar. “Babamla gidiyoruz,” diye yanıtlar küçük Rasim. Bunun üzerine berber çırağı yanında yürüdüğü adamı işaret ederek “Bu senin baban değil,” der. O an dehşete kapılan küçük Rasim babasıyla aynı renk ve model takım elbise giymiş hiç tanımadığı bir adamın peşinden gitmektedir. Berber çırağı sayesinde koca İstanbul’da kaybolmaktan an da kurtulur.
Ablasının okul çağı geldiğinden ikizi Alaeddin ile beraber onu kıskanmaya başlarlar. Evlerinin önlerinden öğrenciler geçtikçe söylenip dururlar, “Okula gideceğiz, neden gitmiyoruz.” Aile daha okul çağına gelmediklerini söyleseler de ikiz kardeşler dinlemez kimseyi. Mutlaka okula gitmeliydiler ve bunu dert edinirler. Yaşları henüz 5 veya altıdır. Bu arada 65 veya 70 yaşlarındaki komşularına mühendis oğlu okuma yazma öğretmeye girişmiştir. Bunu öğrenen küçük Rasim’in annesi komşularına ikizlerinin okuma yazma isteğinden bahsedip onlarında dersleri takip etmesi için ricada bulunur. Komşu oğlu kabul eder. Küçük Rasim ve ikizi 5-6 yaşlarında alfabeyi öğrenmeye başlar. Okul çağına geldiklerinde ise alfabeyi çoktan sökmüşlerdir.
1955 yılı. Rasim Özdenören daha 15 yaşındadır. Babasının Tunceli’ye tayini çıkmış, ardından bu şehirde emekli olmuştur. Rasim Özdenören ortaokuldadır. Okula bitmesine bir ay vardır. Ailesi Kahramanmaraş’a gider, kendisi Tunceli’de kalır. 9 Yaşına kadar Kahramanmaraş’ta kalmış, babasının tayini nedeniyle Malatya’ya gelmişlerdi. Buradan da Tunceli’ye gitmişlerdi. Nihayetinde babası emekli olunca ailesi Kahramanmaraş’a döner. Rasim Özdenören de okulu bitirince tek başına Tunceli’den Malatya’ya gelir. Burada arkadaşı ile karşılaşır. Arkadaşı elindeki kitabı göstererek, “Bunu okudun mu?” diye sorar. Merak eder kitabı, alır arkadaşının elinden. Kahramanmaraş’a gitmekten vazgeçer, Malatya’da kalır. Tam iki gece, üç gün kitabı okur. Kitap, İnce Memed’dir. Okumak için Malatya’da kalmıştır. Çok etkilenir:
“İnce Memed’i okumaya başladım. Baktım ki, aynı bizim gibi yazıyor. Anadolu nasıl konuşuyor ve anlatıyorsa öyle yazılmış. Halkın dilini kullanmıştı. Vurulmuştum İnce Memed’e. Hayran olmuştum. Yıllar sonra yeni baskısı yapılmıştı İnce Memed’in. Eski tadı bulamadım. Birçok yerini değiştirmişlerdi. Mesela, kitabın bir yerinde şöyle bir cümle vardı, ‘Kız, avrat oldu,’ bunu ‘kadın oldu,’ diye yazmışlardı.”
Yazmaya başlayıncaya kadar metinler kaleme alacağı aklında yoktur. Bir arkadaşının teşviki ve ısrarlarıyla yazmaya başlar. O ara metinler kaleme alan arkadaşı bunu genç Rasim’e okutur. Bir müddet sonra arkadaşı ona yazdıklarını okutmaktan vazgeçer ve şart koşar. Rasim de yazmalıdır ve ancak kaleme aldığı metinleri okuyabilecektir. Arkadaşının yazdıklarını okuyabilmek için genç Rasim yazmaya girişir. İlk yazısını Tunceli’de ortaokul son sınıftayken yazar. Maraş özlemini anlatan kompozisyon kaleme alır. Maraş’ın Malatya tarafından girişini tasvirle başlar kompozisyona Ahır Dağı’nı da ihmal etmez. Çocukluk hatıraları dökülür ilk metnine. İşte ilk yazıya başlaması böyledir Rasim Özdenören’in.
Kahramanmaraş sevgisi hiçbir zaman azalmayan üstadın daha birkaç yıl önce evinde Ramazan iftarına davetli olduğumuzda da bunu fark etmiştik. Memleketine has bir sofrayla bizi ağırlamıştı. Hatta üşenmeden yemekleri de anlatmaya girişmişti. Elbette meşhur Maraş biberi de eksik değildi. Sohbet esnasında memleketim Osmaniye’den ve Adana’dan da bahis açılmıştı fakat garip biçimde söz dolanıp yine Maraş’a gelmişti. Ben son bir gayret sözü memleketime getirmeye çalıştım dedim ki: “Üstadım bizim oralarda bir laf var. Maraşlılara nereli olduklarını sorduklarında Adana’nın Maraş’ından derlermiş,” dedim. Böyle bir şeyin olmadığını, olamayacağını da izah ederek sözü yine Çukurova’nın yukarısına Maraş’a getirmişti büyük ustalıkla. Maraş ile Adana arasında bağ kurmaya girişmemin faydası yoktu. Maraş, Maraş’tır. Adana, Adana’dır. Akabinde köklerimin bir ucunun Maraş’ın Andırın ilçesi olduğunu cumhuriyetin ilanına kadar düzenli şekilde oralarda yaylaya çıktığımızı belirttim. Sonra bana tebessüm ederek “Çok fenasın Mehmet Bey,” demişti.
Rasim Özdenören üstadımızın evinde bilenler bilir küçük bir çalışma masa vardır. Okuduğu veya çalıştığı kitaplar bir arada derli toplu masanın üstündedir. Dağınık değildi ve yazma disiplini olduğu hissine kapılmıştım. Bir de sanırım aynı anda birkaç kitap okuyan nadir insanlardandı. Misafirperverliği ise tarif edilemez şekilde mükemmeldi. İnsan ister istemez mahcup oluyordu. Yine bu sohbetimizde merhum Asım Gültekin de zikredilmişti. Asım’ın vefatından önceydi görüşmemiz. Rasim Özdenören üstadımız Asım’ın kendisinin epey yükünü aldığını söylemişti. Üstadın gönüllü özel kalemi olmuştu ve bunu da üstat yorulmasın diye yapıyordu.
1962’nin mart ayında Rasim Özdenören, Alaeddin Özdenören ve Cahit Zarifoğlu, üçü beraber bir cumartesi günü Sezai Karakoç ile tanışmaya giderler. 1959 yılında Nuri Pakdil sayesinde tanıdıkları ve Maraş’ta kitabını satmaya giriştikleri Sezai Karakoç ile nihayetinde tanışacaklardır. Kapıyı çaldıktan sonra Sezai Karakoç kapıyı yarım şekilde ürkerek açar. Gençler Nuri Pakdil’in selamıyla geldiklerini söyleyince biraz rahatlayarak içeri buyur eder:
“Ben Sezai ağabeyle tanıştığımda Alaattin ve Cahit’le beraber gittik. Cahit dinlemez görünüyordu Sezai ağabeyi. Odanın ortasında duruyor, bu pencereden o pencereye gidiyor oradan bize ‘bak bak araba fren yapmazsa çarpacaktı’, bende Cahit’e kızıyorum ama nezaketen, Sezai ağabeye ayıp olmasın diye bir şey diyemiyorum, içimden: Lan oğlum otur da dinle burada bir deha konuşuyor, sen orada nelerle uğraşıyorsun diyorum. Bunu hiçbir zaman Cahit’in yüzüne vurmadım. Bir şey demedim.”
1958-59 eğitim öğretim yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başlayan Rasim Özdenören Maraş’tan tanıdığı, İstanbul’da görüşmeye devam ettiği, ilerleyen yıllarda 60’ların sonuna doğru birlikte teşrik-i mesai ettiği Nuri Pakdil’i tavır adamı olarak tarif eder. Ona göre Pakdil, kaleminden dökülenlerinden ziyade duruşu ve tavırlarıyla ders alabilecek bir özelliğe sahiptir.
Pandemi dönemine kadar düzenli şekilde genel yayın yönetmenliğini üstlendiği Hece dergisinin ofisinde cumartesi günleri okur-yazar buluşması türünde dost meclisi kurmaya gayret ederdi. Böylelikle sevenlerine en azından az veya çok kendisiyle görüşme, tanışma ve sohbet etme fırsatı veriyordu. Burada ikram edilen çay-simitle yapılan sohbete sadece Ankaralıların değil Anadolu’nun değişik bölgelerinden hususi olarak sevenlerinin de geldiğini bilmekteyiz. İkrama özen gösteren Rasim Özdenören’in bu özelliği tâ ilk gençlik yıllarından vefatına kadar sürmüştür. Konu açıldığında ikramın sünnet olduğunu hatırlatan Rasim Özdenören’in yol arkadaşı, Hece dergisi imtiyaz sahibi Ömer Faruk Ergezen’i de üstatla ikram yönünden benzerliği olması dolayısıyla burada zikretmekte fayda var.
Recep Garip’in deyişiyle Hece’yi ocağa çeviren ikilinin birçok insanın kültürel anlamda zenginleşmesine katkı sunduğuna şüphe yoktur.
MEHMET POYRAZ
Gerçek Tarih dergisi Ekim 2022 sayısında yayınlanmıştır.