tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Recep Garip

Şair-Yazar-Ressam

    Müslüman şahsiyeti

    23.11.2022
    A+
    A-

    Tarihiyle, coğrafyasıyla, toplumu ve toprağıyla Müslüman anadan ve babadan dünyaya gelmiş olmak bizlere verilmiş olan Allah’ın cc. en büyük lütfudur, ikramıdır. Müslüman bir toplumda, ailede, vatanda yaratılmış olmak daimi hamd ve şükür gerektiriyor elbette. Şöyle düşünmek icap eder; sonsuz güç ve kudret sahibi bizleri Müslümanlar ve müminler olarak yarattı. Yani İslam’ı biz seçmedik o bizlere ikram etti. Bizlere büyük lütufta bulundu. Bizler bunu idrak ettiğimizde yaratılış sırrımızın kulluk olduğunu öğrendik. Maddeye değil, güce değil, makamlara değil, insanlara değil, Allah’a kullukta teslimiyet ve âlemlere rahmet olarak gönderdiği son elçisi Hz. Muhammet Mustafa (sav)’e ümmet olmayı öğrendik.
    Bu büyük varlıklar ve insanlık âleminin yaratılış sırrı olan Peygamber Hz. Muhammet (as) ın bizlere bıraktığı Kuran ve sünnetine bağlılığımız oranında varlıkların en şereflisi olma özelliğini kazandık. Biliyoruz ki insanlığın yaratılışından bu yana hak ve batıl mücadelesi kesintisiz sürüyor. Ya vahyin içinde (Peygamberin ölçüsünde) bir hayatı tercih edeceksiniz ya da batılın içinde debelenip duracaksınız. Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın dört bir yanından fitneler, fesatlar, şeytani tuzaklar kurulduğunu elbette biliyor daha dikkatli adımlar atmamız gerektiğini, bütün insanlığın kurtuluşuna vesile olabilecek planlar oluşturmamız gerektiğini biliyoruz. Her türlü tuzağa karşı mümin duyarlılığı ve uyanıklığı içinde varlığımızı sürdürmeye mecburuz. Elbette ki bizleri yoldan çıkarmaya, birlik ve beraberliğimizi bozmaya, iman ve ahlak anlayışlarımızı zafiyete uğratmaya yönelik adımlar olsa da Müslüman kalmaya, mümin topluluklar oluşturmaya, daha çok çalışmaya-üretmeye mecburuz. Hayatımızın, varlığımızın, yaratılışımızın sebebi budur. Yani Allah’a kul, Habibine ümmet olmaktır. Salat ve selam onun üzerine olsun.
    Müslümanın varlığı bütün mevcudatı sevindirir. Eşya, varlık, hayvanat ve bilcümle dağlar, taşlar, denizler, hava su, toprak vs. her şey mutlu olur bizimle. Müslümanın elinin dokunduğu her şey Müslümana tanıklık eder. Bana bir Müslüman baktı, dokundu, kokladı diye sevinir. Bunu hissetmek, bilmek, bu işin gerçekten böyle olduğunu kabullenmek icap eder. Hatırlayalım; Peygamberimiz yol da yürürken ağaçların, mevcudatın “Selam ey Allah’ın Rasulü” dedikleri, bir hurma kütüğünün sesini, ağlayışını tekrar tekrar düşünmek icap ediyor. İnsanı diğer varlıklardan ayıran temel özellik akıl, irade, duygu, kabullenme, reddetme, hoşlanıp hoşlanmama gibi özellikleriyle tefekkür sahibi olmasıyla üstün kılınmıştır. Bütün mevcudatın kullanılma kılavuzu insandır. Yetki ona verilmiştir. Her şeyin ama her şeyin birer emanet olduğu unutulmamalıdır. Hayat, can, mal, kardeş, komşu, aile, toprak, su, hava, beden, devlet aklımıza gelebilecek olan her şey birer emanetten ibarettir. İlk vahyin gelişini gözlerimizin önüne getirelim. O güne kadar insan aklının almadığı onlarca halden, davranışlardan, tapınmalardan, kadının insan olup olmadığı, kız çocuklarının diri diri gömüldüğü bir zaman aralığından kurtulup bir tek Allah’a ve onun Rasulüne iman bizlerden istenilmişti. “Lailahe illallah muhammedün rasulüllah- Allah birdir ve Hz. Muhammet onun kulu ve elçisidir” diyecek ve Peygamberin getirdiklerine şeksiz ve şüphesiz iman edilecekti binlerce. Ömrümüzün her salisesince şükürler olsun ki Allah’a kul ve onun Habibine ümmet olduk. Bundan dolayıdır ki bizler için Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün, Şam’ın, Halep’in, Bağdat’ın, Yemen’in, Semerkant’ın, Buhara’nın, İstanbul’un anlamı büyüktür. Sayısız İslam beldeleri hala toplumuyla, toprağıyla bizim selamımızı, nefesimizi, seferimizi bekliyor.
    Mekke’de başlayan son vahiy hareketi; ilk emirle “Oku”mayı öğütlerken yaratan Rabbin adıyla okunması gerektiğini hatırlatır bizlere. Hatice Validemizden başlayarak, Ali’nin dokuz yaşlarında iman etmesi ve sırasıyla Ebubekir, Osman, Zeyd b. Harise, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvam, Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf gibi ilk öncüleri sayabiliriz. Kırkıncı Müslüman bilindiği üzere Ömer’dir. Böylelikle Mekke sokaklarına çıkarak İslamın duyulmasına karar verilmiştir. Allah cc. Her birisinden razı olsun. Artık bir mekân belirlemesine ihtiyaç duyulunca “Darul Erkam”ın evi ilk mektep, ilk mescid, ilk medrese, ilk sohbet meclisi, ilk zikir ve ilk tefekkür evi olarak belirlendiğini görüyoruz.
    Şahsiyeti, karakteri, huyu, duruşu, teslimiyeti, ahlakı çocukluğundan, gençliğinden peygamber oluşuna kadar Mekke’de ve civar beldelerde herkesin gıpta ettiği, güven duyduğu, doğru sözlü olduğu, asla yalan söylemediği, adaletten şaşmadığı Allah Rasulü Hz. Muhammet (as) biliniyordu. Saydığımız ve saymadığımız şahsiyetiyle herkes üzerinde bir etkiye, saygıya layıktı. Dönemin çarpıklıkları, yanlışlıkları, vahye uymayan hallerine karşı Efendimizin tavırları, davranışları, üslubu, nezaketi İslam’ı kabul eden ve ashab diye nitelenen ilk Müslümanların tavırlarına, davranışlarına, giyimlerine, hakkı söylemelerine, hayrın ve güzelliğin peşinde olmalarına zemin hazırlıyordu. Böylelikle bütün halleriyle bir kimlik oluşturuyorlardı. Müslüman duruşu, Müslüman kimliği, Müslüman anlayışı, Müslüman nezaketi, Müslüman ahlakı ortaya çıkıyordu. Peygamberin ahlakıyla ahlaklanıyorlar, onun gibi olmaya, davranmaya büyük gayret gösteriyorlardı. Bütün bu ve benzeri hallerin ilk mektebi elbette ki “Darul Erkam”dı. İlk öğrencileri de ilk iman edenlerdi. Henüz devlet olmadan mektebi açılmış ve öğretmenleri de Hz. Muhammet (as)’dı. İlk kırk Müslümanın yetiştiği mektep burasıydı. Şahsiyetlerini, donanımlarını, şuurlarını buradan almışlar tarihe, insanlığa örnek olmuşlardır. İlk iman edenlerin yükü, sorumluluğu oldukça ağırdı. Son dinin ilk öncü birlikleriydiler. Genel hatlarıyla bakıldığında “Yaşayan Kuran” diye nitelendirilen Allah Rasulünün terbiyesinde yeni bir insanlık modelinin inşasına tanık oluyoruz. “Darul Erkam”ın üç özelliği öne çıkıyor;
    Birincisi; Sağlam bir iman, itikat ve amel sahibi olmalarının sağlandığı. Tevhid inancının şeksiz ve şüphesiz yerleştirildiği, her türlü şirkin yollarının kapatıldığı yalnızca Allah’a kul Habibi Muhammet Mustafa (sav) Efendimizin peygamberliğine teslim olunduğu görülmektedir. Küfre ve şirke karşı tevhid anlayışının yerleştirildiği ulûhiyet ve rubbiyetle donatılmış öncüler gurubudur. Rabbimizin her yerde ve her zaman ihtiyaçları görmesi, eksiklikleri gidermesi, tedbir ve terbiye usulleriyle donatarak takviye ettiğini görüyoruz. Azın çoğunluğa galibiyetleri gibi. İman, itikat ve amelle insanın melekler üstü bir kıymete erdirildiği, böylelikle imanın ve İslam’ın şartlarının ahlak olarak tezahür ettiği görülmektedir.
    İkincisi; Aklın, iradenin ve bedenin eğitildiği. Aklın ve iradenin vahiyle aydınlatıldığı, böylelikle aklı kullanmanın, tefekkürün kapılarının sonuna kadar açık olduğu, aklın bedene hükmettiği lakin kalbin-gönlün aklı terbiyelendirdiği görülmektedir. Burada fikrin-tefekkürün irfanla-hikmetle inşa edildiğine tanıklık ediyoruz. Fikir zikirle birlikte ele alınıyor. İdrakın, basiretin anlam ve derinliği burada ortaya çıkıyor. Görme duygusunun görünenden öte anlamlar taşıdığını anlıyoruz. Gözleri ama olan Ümmü Mektum (ra) değildir, asıl körlük zahiri idrak edemeyen Ebu Leheb’tir. Güçlü olan Kâbe’nin yanında yüksek sesle Rahman suresini okumaya başlayan Abdullah b. Mes’ud (ra)’tır. Bunun üzerine Ebu Cehil ve gurubu saldırmış, şiddet göstererek eziyet etmeleriyle zelil olmuşlardır. Hakkın ve hakikatin karşısında küçülmüşlerdir. Bedeni, eli yüzü kan revan içinde kalan Abdullah b. Mesut (ra) o gün yaşadıklarını şöyle naklediyor; “Müşrikleri o günkü kadar acziyet içinde küçüldüklerini görmemiştim.”
    Üçüncüsü; Ruhun ve gönlün terbiye edildiği görülmektedir. Küçük cihattan büyük cihada yolculuğun sırlarının verildiği nefis terbiyesi burada dikkatlerimizi çekiyor. “Nebevi Eğitim Modeli” diye de ifade edilebilecek aklın terbiyesi ruhu sonsuzluk anlayışına götürür. “O kendiliğinden bir şey yapmadığından” vahyin terbiyesiyle hem aklın, hem bedenin ve hem de ruhun terbiyesini burada görmekteyiz. Genel ifadeyle Kuran ve sünnetin yol haritası insanın tepeden tırnağa vahiyle kuşatıldığı-terbiye edildiği örnek insan modelinin ilk mektebidir “Darul Erkam”. Bu mektepte insan yani kadın ve erkeğin üstün insan olma eğitimi verilmiştir. Karanlığa karşı, küfre ve batıla karşı dimdik ayakta durabilecek şahsiyetlerin yetiştirildiğini görüyoruz.
    Allah Rasulü (sav), Ashabı kiramını eğitirken sözleriyle uyarmanın ötesinde halleriyle örneklik etmiştir. Elbette sözlü anlatım ve uyarılar yok değildir. Gerekmedikçe ve konuş-söyle-uyar emri gelmedikçe herhangi bir müdahalede bulunmamışlardır. Şahsiyetin oluşmasında ve gelişmesinde en önemli etkenin yaşayışla ilgili olduğunu görmekteyiz. Yaşadıklarınızla örnek olabilirsiniz. Örneğin namaz, oruç, hac, zekât ve örtünme-tesettür gibi emirler gelmeden farziyeti söz konusu değildir. İçki, kumar, faiz gibi yasaklar tedrici bir şekilde iman etmiş olanlara haram kılınmıştır. Emirlerin ve yasakların kabul görmesi için bir sürece, uyuma, anlamaya, idrak açılmasına, basirete ihtiyaç vardır. İnsan psikolojisinin hazır olması icap eder. Sağlam bir alt yapı oluştuktan sonra kendiliğinden emirler ve yasaklar devreye girer-girmiştir. Vahyin iniş sürecine bakıldığında bu husus daha da belirginleşmektedir. İnsanın-iman etmiş olanlarının hazır olması beklenilmiştir denilebilir. Evvel emirde akidenin-imanın sağlamlaştırılması, akabinde aklın, iradenin kullanılıp terbiye görmesi ve arkasından ruhun-gönlün eğitilmesi izlenilmiştir. “Yaşayan Kuran” olabilmek için vahyin bütününe eksiksiz olarak tabi ve teslim olmak icap ediyor.
    Meseleyi şöyle açabiliriz; Peygamberimiz kırk yaşına geldiklerinde ilk vahiy “oku” emridir. Burada kıraat yani okumanın dışında farklı anlamlarda da kullanıldığını görebiliyoruz. İletmek, duyurmak, ilan etmek, açıklamak, taşımak, toplamak, anlamak ve anlatmak gibi anlamlarda da kullanıldığını ifade edelim. “İkra” oku, söylenileni tekrar et, anla, belle, davet et, tebliğ et, vahyi-indirileni oku, çevreni, olayları, dünyayı, kâinatı oku diye anlaşıldığını unutmamalıyız. Oku emrinden sonra Müddessir suresinin 2.ayetiyle usulün değiştirildiğini, yeni bir alana taşındığını, hareketin başladığını, sefer haline dönüştürüldüğünü görüyoruz; “Kalk ve uyar” deniliyor. Böylelikle kırk kişi tamamlanınca evlerden çıkılmış artık aleni olarak tebliğ, anlatma, uyarma başlamıştır. Vahyin insanlığa en yakınlardan başlayarak anlatılma dönemini kavrıyoruz burada. Bir yandan vahyin okunması, diğer yandan anlaşılıp emirlerin hayata geçirilmesi ve diğer taraftan da insanlara tebliğ edilmesi-anlatılması-çağrılması dönemi başlamış oluyor. Bakara suresi 151.ayette bu durum şöyle anlatılıyor; “Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Rasûl gönderdik.”
    İnsanlığa gönderilen ilk ayetlerin tevhid anlayışını oluşturduğunu görüyoruz. Şeksiz ve şüphesiz Allahın varlık ve birliğine, son peygamber Muhammet (as)’ın Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna iman konusudur. “Lailahe illallah Muhammedün rasulüllah’ı” dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmek, her türlü şüpheden kurtularak Allah’a ve onun Rasulüne ve getirdiklerine teslim olmaktır. Küfre ve şirke karşı dimdik durmak, asla taviz vermemektir. İman etmeyen, şirk içinde bulunan kâfirlere karşı onurluca mücadele etmek, itaat etmemektir. Kalem suresi 4. ayette ifade edilen; “(Ey Rasulüm) Sen elbette üstün bir ahlâka sahipsin” emriyle hal ve ahvalimizi Peygamber (as)’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır.
    Mekke’de şahsiyet elbisesini “Darul Erkam”da giyen iman sahipleri peygamberimize kol kanat germişler, verdikleri sözlerden asla geri adım atmamışlardır. Mallarıyla, canlarıyla yanında olmuşlardır. Uğradıkları her türlü sıkıntılara karşı göğüs germişler, işkencelerden imanları galip çıkmış, yoksulluklar karşısında dimdik yanında olmuşlardır. Yerlerinden yurtlarından olsalar da her türlü eziyetlere maruz bırakılsalar da asla imandan, tevhitten ayrılmamışlardır. Kâfirlere karşı Allah Rasulü’nün yanında savaşmaktan gözlerini kırpmamışlar, babalar oğullarına, oğullar babalarına karşı savaşmışlardır. Allah ve rasulüne iman böylesi imtihanlardan geçerek şahsiyet ve kimliğe bürünmüş, ölümü-şehadeti en büyük ödül olarak görmüşlerdir. İmanda bir, yolda bir, yoldaşlıkta bir, acıda bir, sevinçte bir olmuşlar dünya hürriyetinin bir iman mücadelesi, hak ve batıl mücadelesi olduğunu bilmişlerdir. Münafıklıktan, ikiyüzlülükten, riyadan, fitne ve fesattan uzak durmuşlardır.
    İslamla şereflenmiş olan müminler-Müslümanlar topluluğu vahiyle (Kuran ve sünnetle) aydınlandıkları için kimlik, kişilik ve şahsiyet sahibidirler. Hayatın bütününe hükmeden ilahi emir ve yasakların çerçevesinde bir ömre sahip olmaktır bütün gayretleri. Bilirler ki bu dünyada yaşadıkları, yaptıkları, inandıklarının karşılığı ebedi âlemde Rasulüllahla birlikte olmak ve Cemalüllahı seyretmektir. Bütün mesele; Allah ve Rasulü’nün razı olduğu, sevdiği bir kul olma gayretidir. Sevmekten öteye geçerek sevilme yakarışıdır, çabasıdır bu. Buna erişmenin yolu samimiyetle teslimiyet sahibi olmaktır.
    Eğitimin en büyük katkısı şahsiyetin imar edilişidir. Şahsiyetin inşası görüyor gibi yaşamak, görüyor gibi davranmak ve görüyor gibi ibadet halinde olmaktır. Son namazı kılıyor gibi namazları kılmak, son nefesi alıyor düşüncesiyle hareket etmektir. Son duamızı ediyor gibi yakarışımızın sürekli hale dönüştürülmesidir. Böylesi iman sahipleri her halleriyle Allah’ın huzurunda olduklarını bilirler ve ona göre hareket ederler. Gaflet ehlinden olmamak için uyanık olmak ve gayret göstermek icap eder. Ey akıl sahibi dünyaya gönderilme nedenini bir düşün? Zariyat suresi 56. ayette Rabbimiz (cc); “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk-ibadet etsinler diye yarattım” buyurmaktadır. İnsanın yaratılış sırrı, dünyaya getiriliş nedeni kulluktur. Bütün eylemlerimizle ibadet halinde olmamız icap ediyor. Müslüman kimdir diye sorulduğunda “elinden ve dilinden emin olunan kimsedir” buyruldu. Şahsiyet böylesine kutlu bir elbisedir. Hiçbir canlının, varlığın incinmediği, rahatsızlık duymadığı bilakis herkesin imrendiği örnek kişilerden olmalıyız. Nahl suresi 44.ayette bu durum bizlere şöyle açıklanıyor; “(O peygamberleri) Apaçık deliller ve kitaplarla (gönderdik). Sana da Zikr’i (Kur’ân’ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da tefekkür etsinler.”
    Geliniz sözün sonunu şöyle bağlayalım, bir tefekkür gerçekleştirelim; Her namazı müteakiben tesbihatımızı çeker ardından dua ederiz. Bu durumu Rasulüllah (as) yaptığı için yaparız. Bir sünneti ihya etmiş oluruz. Tesbihat ve duayla yakarış Rabbe ulaştırılmış olur. Ayetelkürsiyi okuduktan sonra 33 defa “Sübhanellah” deriz çünkü hayretimizle yaratılışımızla, hayret ve hayranlıkla mevcudat ile müşahedeye geçtiğimiz için “Sübhanellah”ı zikrederiz. Ardından vermiş olduğu bedenimize, yaratılış sırlarımıza, çeşit çeşit nimetlerle dontılmamıza, maddi ve manevi lütuflara 33 defa “Elhamdülillah” diyerek huzurda olduğumuzu izhar ederiz. Bu bizi namazla, oruçla, hacla, zekâtla, duayla, zikirle, tefekkürle, kardeşlikle, muahbbetle birbirlerimizi kucaklar ve birbirlerimizin şahitliklerini yaptığımız aklımıza geliverir ve ardından da 33 defa “Allahuekber” zikri sürekli hale dönüşüverir.
    İmdi söylemek istediğimizin özet noktası şudur; Dünya hayatı geçici olsa da usule uygun mümince yaşamak bizlere emanet olarak bırakılmıştır. Sözümüzle, özümüzle bütün eylemlerimizle Kur’an ve sünnete uygun bir hayatı yaşamaya mecburuz. Peygamberimizin bıraktığı bu emaneti hakkıyla temsil etmeye mecburuz. Allah ve Rasul ölçüsünün dışındaki ölçüleri reddetmeye mecbur ve memuruz. Hakkı hak bilip, batılı batıl olarak görmeye ve cihad üzere ömür sürmeye mecburuz. Müminlerden olmak Rabbimizin bizlerden istediğidir. Kuran ayetleri sürekli müminlere vurgu yaparak bu durumu gündemimizde tutar. Böylesi bir hayatın içinde olmak için an bu an, vakit bu vakittir vesselam.

    Gerçek Tarih Kasım 2022 sayısında yayınlanmıştır.

    Yazarın Diğer Yazıları
    Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.