Dünya tarihi ve Müslüman tarihçiler üzerine sorular
Dünya tarihi yazmak bir hükümranlık göstergesidir. Sömürgecilik faaliyetlerinin arttığı on yedinci yüzyıldan bu yana dünya tarihlerinin Batı dünyasında yazılması bunu gösterir. Görebildiğim kadarıyla ister yükseliş, isterse düşüş sarmalında olsun böyle bir tarih yazabilen toplumlar, kendilerini köklü bir medeniyet zeminine sahip gören toplumlardır.
Kendi medeniyetimizde bir dünya tarihi yazılıp yazılmadığı, bizde bir dünya tarihi zemininin bulunmadığı bu yazının temel konusudur. Bu noktada bir özrümü de arz etmek isterim. Profesyonel olarak saham olmayan, fakat geçmişte gerek hâlâ kısmen takibe devam ettiğim farklı branşlarla yolumun kesişmesi ve gerekse kendi sahamla ilgili konularda tarih kaynaklarını kullanırken zihnimde beliren meseleler beni yıllardan beri meşgul edegelmiştir. Bunlardan biri de Müslümanlar arasında bir dünya tarihi yazma imkânının olup olmadığı meselesidir. Bu yazı daha çok bu konuda zihnimde biriken soruların kayda geçirilmesi olarak anlaşılırsa maksat hâsıl olacaktır. Bu noktada Sezai Karakoç’un bakış açısının dünya tarihi yazımının mümkün olup olmadığına zihin yorma noktasında benim için teşvik edici olduğunu da belirtmeliyim.
Öncelikle konuya şu soruyla başlamak doğru olur: Geçmişimizde bir dünya tarihi yazma geleneği var mı? Nezihe Araz editörlüğündeki üç ciltlik Dünya Tarihi adlı eserin baş tarafında şöyle bir cümle bulunuyor: “Acı bir gerçektir, ama Türkiye’nin yükseliş devirleri de, bunalım dönemleri de bize bugüne kadar bir dünya tarihi getirmedi.” Acaba bu iddia doğru sayılabilir mi? Geçmişten günümüze doğru bakarak bu soruyu tahlil etmeye çalışalım.
Türkiye’nin geçmişinin hangi köklere kadar götürülebileceği, yazarın bunu nasıl anladığı meselesi saklı tutulmak kaydıyla, bu soru bizi ister istemez İslâm tarihinin bugünümüze derin tesirleri bulunan ilk asırlarındaki tercüme faaliyetlerine götürür. Ancak bu hususta Abbâsî tecrübesiyle Endülüs tecrübesini mukayeseli olarak görmek gerekir. Acaba İbn Kuteybe ve Taberî’nin başını çektiği ve İslâm tarihçilerimizin Umûmî/Genel Tarih diye adlandırdığı insanlık tarihi örnekleri birer dünya tarihi sayılabilir mi? Sahanın uzmanları umûmî tarihleri dünya tarihi olarak kabul etmekte bir sakınca görmüyorlar. Bu çerçevede Togan’ın da zikrettiği tüm insanlığı içeren umûmî tarih kavramının ilk bakışta dünya tarihi yerine kullanılabileceği değerlendirilebilir. Togan’dan önce Osmanlı dünyasında bu terim târîh-i umûmî şekliyle kullanılmış gözüküyor. Bu konuda Mustafa Fayda’nın da dâhil olduğu İslâm tarihi uzmanları da aynı noktada duruyorlar. Hatta Nahide Bozkurt tarafından son yıllarda yayınlanmış bulunan Müslüman Tarihçilerin Dünya Tarihi Tasarımları adlı kitabı bu eserlerin birer dünya tarihi olarak kabul edildiğine delil sayılabilir. Bozkurt burada İbn Kuteybe ile başlayıp İbn Haldûn ile sonlanan on üç umûmî tarih müellifinin dünya tarihi tasarımlarını özet olarak ele alıyor. Bu bakımdan çalışma tekrar tekrar okunacak fevkalâde değerli bir çalışma görünümü arz ediyor. Gerçi bu on üç isme eklenmesi gereken pek çok isimden de söz etmek mümkündür. Bunlar arasında Ebû Mansûr es-Seâlibî (ö. 421/1030),Kudâî (ö. 454/1062), Yahudi olmakla beraber yazdığı Süryanice umûmî tarihi özetleyerek Arapçaya da çevirmiş olan İbnü’l-İbrî (ö. 685/1286), el-Muḫtaṣar fî aḫbâri’l-beşer adlı umumi tarihi kaleme alan Mısırlı tarihçi Ebü’l-Fidâ (ö. 732/1331) İbn Haldûn’dan önce yaşamış olanlardandır. İbn Haldûn’dan bir sonraki nesilde yaşayanlara ise ʿİkdü’l-cümân adlı umûmî tarihin müellifi Hanefî fakihi ve Buhârî şârihi Bedreddîn el-Aynî (ö. 855/1451) örnek gösterilebilir ve bu örnekler çoğaltılabilir. Yani umûmî tarihler dünya tarihi kapsamında görülecekse İslâm tarihinde dünya tarihi yazan pek çok müellif olduğuna kesin gözüyle bakılabilir.
Şu halde tarihçilerimizin bu kavramları birbirinin yerine kullanmalarından cesaret alarak şimdilik bu şekilde bir kullanımı kabul edebiliriz. Ancak bu kullanım yine de söz konusu iki kavramın birbiri yerine kullanılmasının enine boyuna tartışılması gereğini ortadan kaldırmayabilir. Çünkü İslâm tarihçileri umûmî tarihleri genellikle yaratılıştan başlatma eğilimindedirler. Bu tavrın Kur’ân’daki yaratılış ve peygamberlerin tevhid mücadelesi ile ilgili âyetlerden mülhem olduğu açıktır. Üstelik hadisler arasında da bu noktada malzeme bulmak zor değildir. Bu durumda umûmî tarih denilen eserler Hz. Âdem’in yaratılışından başlayarak konuyu reel tarihe getirirler. Böylelikle metafizikten fiziğe doğru bir yöneliş ortaya koyarlar. Bu aynı zamanda yeni bir dînî inanç sisteminin mensupları üzerinde oluşturacağı yeni kimliğin sağlam bir tarihî çerçeveye kavuşturulabilmesi için de gereklilik arz eden bir durumdur. Ancak metafizik mahiyet taşıyan konularda genellikle reel deliller bulmak imkânsızdır. Tarihçiler bu konuda kutsal dînî metinleri referans alırlar. Bu noktada nakledilen bilgiler kutsal kitaplara inanan insanlar için bir problem teşkil etmese de bu kitaplara inanmayan insanlar nezdinde herhangi bir değer ifade etmeyecektir. Günümüzde zaman zaman bunun tartışmalarıyla da karşı karşıya kalınıyor. Tarihte bu tür tartışmaların pek fazla öne çıkmaması o devirlerde bu tür inanç meselelerinin yaygın olmamasıyla ilgili görülebilir.
Batı dünyasında da Hristiyanlığın zayıflamasıyla dînî inanç temelli tarihî yaklaşımların yerini reel delillendirmelere dayalı -ya da zaman zaman yönlendirmelere konu olması sebebiyle en azından öyle görünen- bir tarih yazımı anlayışına bıraktığı görülüyor. Meseleye din merkezli olarak bakılırsa günümüz dünya tarihlerinde Hz. İsa’dan önceki peygamberleri görmek pek mümkün olmuyor. Bu noktada yaşadıklarımdan örnek vermem gerekirse, yıllar önce kalabalık bir lisansüstü öğrenci grubuna şöyle bir soru sorduğumu hatırlarım: “Klasik umûmî tarihlerde var olan bu peygamberler modern dünya tarihlerinde neden yoklar?” Bu sorunun günümüz açısından verilebilecek muhtemel cevaplardan birini yazının sonuna bırakarak İslâm tarihçileriyle ilgili tespitlerin aktarımına devam edelim.
Müslüman dünyadaki bu dünya tarihlerinin yazımında ortak olan hususların başında öncelikle Kitap ve Sünnet, daha sonra ise Kitâb-ı Mukaddes kültürü gelir. Özellikle Yahudi kültüründen gelen rivâyetlerden oluşan Kitâb-ı Mukaddes kültürüne klasik ilmî geleneğimizde verilen ismin İsrâiliyât olduğu da mâlumdur. Kur’ân’da eski toplumlardan ve onlara gönderilen peygamberlerden haberler verilmesi, hadisler arasında da bu tür haberler bulunması ilk zamanlardan itibaren bu tür haberlerin anlaşılmasında Kitâb-ı Mukaddes kültüründen faydalanmayı da beraberinde getirmiş gözüküyor. Ancak bu hususta bütün âlimlerimizin aynı zeminde buluştuğunu düşünmek doğru olmaz. Bu husustaki farklı yaklaşımlara bağlı olarak ilk zamanlardan itibaren hadis ve tefsirde İsrâiliyât meselesi gündeme girmiştir. Bu tür haberler tarih ve din tarihi araştırmalarında da kullanılmasına rağmen tenkidi, dînîn kaynak metinleriyle ilgili olmaları sebebiyle olsa gerek sadece tefsir ve hadisle sınırlı kalmıştır. Meselâ Türkiye Diyanet Vakfı tarafından hazırlanan İslâm Ansiklopedisi’ndeki “İsrâiliyat” maddesi bile sadece hadis ve tefsir açısından ele alınmıştır. Elbette bu ilimlerin gelişimleri ve sıhhati açısından konunun bu ilimler zemininde ele alınması bir gerekliliktir. Ancak bu hususta din ve tarihin de göz ardı edilmemesi farklı faydalar temin edebilirdi. Din derken Dinler Tarihi verileri ve perspektifini kastettiğimizi de vurgulayalım. Yani bu durumun tarihçilerimizi nasıl etkilediği, Din tarihi perspektifinden durumun nasıl göründüğü meselelerinin bundan sonraki aşamalarda ele alınması fayda sağlayabilir.
Geriye dönüp baktığımızda şu sorular önemli gözüküyor: Acaba dînî metinlerin Kitâb-ı Mukaddes ve bilhassa Eski Ahit merkezli haberler ışığında anlaşılma çabaları diğer kültürlerle felsefî hesaplaşmaya giren genç bir dînî oluşumun azınlıkları da dışlamayan güçlü bir medenî yapıya dönüşmesi sürecinde itici bir güç olarak değerlendirilmiş olabilir mi? İsrâiliyât türünden haberler genel olarak olumsuz ve hatalı bilgi imajı uyandırmaktaysa da aslında bu haberler bir yönüyle Müslümanların İslâm toplumunda yaşayan azınlıklarla ortak bir tarihî zeminde buluşmasını sağlayan bir niteliğe de sahip gibi gözüküyor. Ancak bu mesele konumuzun dışında kalıyor. Bu soruya bağlı bir başka soru da şudur: Tarihteki bu tecrübeyi günümüz tecrübeleriyle beraber bugün nasıl değerlendirmek gerekir? Bu zor soruyu bu yazıda çözmemizin beklenemeyeceğini ve esasen böyle bir cevabı tek kişiden beklemenin mümkün olmayacağını vurgulamaya gerek yoktur. Ama bu soru konuyla ilgilenen entelektüel çevrelerimizin meselelerinden biri olmak durumundadır.
Tarihteki tecrübeye bakıldığında elbette bu konuda tek bir tavırdan söz edilemez. Ancak farklı meşreplere mensup tarihçilerin kendi meşreplerine uygun şekillerde bu metinleri yeniden ürettiği düşünülebilir. Yine de bazı tarihçilerin kendi meşrepleri doğrultusunda özgün yaklaşımlarına karşılık, bazılarının öncekileri taklit ettikleri de bir gerçektir. Ancak bu konuda şu hususu da vurgulamak gerekiyor: Dînî konularda kutsal kitaplarına güvenmenin doğru olmadığı kabul edilen Yahudi ve Hıristiyan kültürüne tarihî bir zeminde yaslanmanın ortaya koyduğu çelişkili durumu aşmak kolay olmasa gerek! Acaba tarihî bilgilerde Kitâb-ı Mukaddes kültürüne yaslanan tarihçilerimiz arkeolojiyi kullansalardı, acaba bu yolla eski peygamberlerle ilgili herhangi bir veriye ulaşabilirler miydi? Belki kısmen belki de hiç!
Yine de klasik devir tarihçilerimize haksızlık etmemek gerekir. Çünkü onlar arasında sadece arkeolojiyi değil, astronomi, matematik ve coğrafya ilimlerinin getirdiği verileri kullananlar yok değildir. İslâm Tarihinin İlk Kaynakları adlı derleme kitaba bakıldığında, Yâkūbî (ö. 292/905’den sonra), İstahrî (ö. 340/951-52’den sonra), Hemdânî (ö. 360/971’den sonra), Bîrûnî (ö. 453/1061 [?]), Gerdîzî (ö. 453/1061’den sonra), Ebû Ubeyd el-Bekrî (ö. 487/1094), İbnü’l-Kıftî (ö. 646/1248) gibi tarihçilerimizin bu tür aklî ilimleri kullandıkları kaydediliyor. Sayılan müelliflerin vefat tarihlerine bakıldığında üç yüz elli yıllık bir zaman dilimine yayıldıkları gözleniyor. Sonraki yıllarda başka örneklerden de söz edilebilir. Meselâ 15. yüzyıl muhaddislerinden ve Buhârî şârihlerinden İbn Hacer el-Askallânî’nin (ö. 852/1449) hadis sıhhatini tespit noktasında ortaya koyduğu bir tavır, arkeolojiyi hadiste kullanma örneği olarak gösterilebilir: İbn Hacer Hz. Âdem’in 60 zirâ, yani yaklaşık 36 metre uzunluğunda yaratıldığını, insanların boylarının sonra kısalmaya devam ederek günümüze geldiğini ifade eden hadisle [Buhârî, Enbiyâ 1] ilgili bir tespitte bulunur. Bu tespite göre İbn Hacer Semûd diyarı gibi geçmiş toplumların kalıntılarını gördüğünü, bu kalıntılarda yaşayabilecek ölçülerdeki insanların boylarının normal insanlardan çok farklı olmaması gerektiğini belirtir. Bu tespitinden hareketle bu hadiste müşkil bir yön olduğunu ifade eder. [Aydınlı, Muşkilu’l-hadîs maddesi] Yani İbn Hacer hadisin sıhhatini tespit etmek için arkeolojiyi kullanmış, kendi arkeolojik gözlemleriyle çelişen bir hadisi hemen reddetmemiş, ama hadis olarak kabulünde de bazı problemler olduğunu fark ve ifade etmiştir. Böylelikle arkeolojinin hadiste kullanılabileceğine dair bir örnek ortaya koymuştur. Ancak bu tavrın Müslüman âlimler arasında kalıcı bir tavra dönüştüğünü söylemek de güçtür. Günümüzde bu tür perspektiflerin mevcut insanlık tecrübesi ve geçmiş birikimimizle birlikte ele alınmasının sadece sağlam bir dünya tarihi yazımı için değil, din, bilim ve teknoloji de dâhil olmak üzere aklımıza gelen ve gelmeyen pek çok sahada olmazsa olmaz şartlardan biri olduğunu söylemeye gerek bile yoktur.
Umûmî tarih yazan İslâm tarihçilerinin sözü edilen bu noktada yekpâre bir görüntü vermediklerini de hatırlamak gerekiyor. İbn Kuteybe nesep ağırlıklı yaklaşımlar ortaya koyarken, Taberî rivâyetlere ağırlık vermiştir. Gerçi Taberî için geçerli olabilir yahut olmayabilir ama tercih edilen rivâyetlerin de bir görüşü yansıttığı pekâlâ söylenebilir. Mes’ûdî ve İbn Haldûn gibi müellifler ise tarihî verilere tenkitçi ve tahlilci bir nazarla yaklaşmayı tercih etmişlerdir.
Sayılan örneklere bakarak o zamanlar dünya tarihinden anlaşılan şeyin bugün anlaşılan şeyden farklı olduğunu da teslim etmek zorundayız. Çünkü günümüzde siyâsî, kültürel, ekonomik pek çok unsurun dünya tarihlerinde öne çıkarılırken, din faktörünün çok da belirleyici olmadığı örneklerin çokluğu dikkat çekiyor. Oysa klasik devrin İslâm tarihçileri umumî tarih/dünya tarihi denince konuya peygamberler tarihiyle giriş yapmışlar, konuyu Hz. Muhammed’e getirmişler, insanlığın ondan sonraki macerasını, kendi durdukları yerden aktarmışlardır. “Kendi durdukları yer”in birkaç boyutundan söz edilebilir: Meselâ coğrafya açısından Bağdat’ta bulunan bir tarihçi Bağdat, Horasan’da bulunan bir tarihçi Horasan, Endülüs’te bulunan bir tarihçi Endülüs merkezli bir tarih kaleme almaktadır. Kültürel bakımdan İran kültürünün hâkim olduğu bölgelerde İran, Roma kültürünün hâkim olduğu bölgelerde Roma kültürü merkezli tarih yazımı ön plana çıkmaktadır ve bu kaçınılmaz bir durumdur. Tabiî bu “yer”in içinde mezhebî, siyâsî ve kültürel tercihlerin de yer aldığı göz ardı edilemez. Dolayısıyla bütün bu bilgilerin tenkit süzgecinden geçirilerek birleştirilmesi gerekmektedir. Bu da bir kişinin şahsî gayretlerinden çok bir ekip çalışmasını gerekli kılar.
Müslümanlar arasında dünya tarihi yazımının Osmanlı döneminde de devam ettiği telif ve tercüme pek çok dünya tarihi kaleme alındığı çeşitli çalışmalar yoluyla tespit edilmiştir. Kuş bakışı bir bakışla bakıldığında Osmanlı tarihçileri arasında eksik kısımları bulunan Kitâb-ı Cihânnümâ adlı eserin müellifi Neşrî (ö. 926/1520 [?]), Cenâbî Mustafa Efendi (ö. 999/1590), Hezarfen Hüseyin Efendi (ö. 1103/1691) gibi müelliflerin eserleri klasik İslâm tarihçilerinin perspektifini izleyen eserler arasında gösteriliyor. Diğer umûmî tarih yazan müellifler arasında ise Gelibolulu Mustafa Âlî (ö. 1008/1600) Şeyhülislâm Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi (ö. 1068/1658), Diyarbekirli Said Paşa (1831-1891), Fatih Kerîmî (1870-1937) ve İbrâhim Hakkı Paşa (1863-1918) gibi isimler sayılıyor.
Osmanlı dünyasındaki çalkantıların belirgin bir şekilde yaşandığı zamanlarda Batı dünyasında yapılan tercümelerin de etkili olduğu ve dünya tarihi algısında değişime yol açtığı düşünülebilir. Kâtip Çelebi’nin (ö. 1067/1657) Johann Carion’un Chronik adlı dünya tarihini Târîh-i Frengî adıyla Türkçeye aktardığı ve bu eserin Müneccimbaşı tarafından kullanıldığı, hatta Çelebi’nin bununla da kalmayarak kendisinin de Fezleketü’t-tevârîh adlı bir dünya tarihi kaleme aldığı naklediliyor. Çelebi’nin aynı zamanda bir İbn Haldûn hayranı olduğu bilindiğine göre bu tercihler mülk ve medeniyetin yükselişi ve düşüşüne kafa yoran bir entelektüelin şuurlu tercihleri olarak görülmelidir.
Batı dünyasından yapılan tercümeler arasında bazı yazarlar tarafından ilk defa Türkçe olarak basılan genel dünya tarihi niteliğinde bir eser olarak gösterilen Ahmed Hilmi Efendi’nin (ö. 1878) Târîh-i Umûmî adıyla tercüme ettiği Chambers’s Historical Questions with Answers: Embracing Ancient and Modern History adlı kitap gösteriliyor. Diğer eser tercüme eden isimler arasında şu isimler mevcut: Süleyman Hüsnü Paşa (1838-1892), Ahmet Midhat Efendi (1844-1912) ve İbrâhim Şemsî Bey (?).Ernest Lavisse’in Fransızca yazdığı genel tarihin Mehmed Ali Aynî (1869-1945) tarafından Küçük Târîh-i Umûmî adıyla tercüme edilmesi de dikkate değer gözüküyor. Bütün olarak tercüme edilen dünya tarihleri olduğu gibi parça parça tercüme edilenler bulunduğundan da söz ediliyor.
Yukarıda umûmî tarih kaleme alan Osmanlı müelliflerinin isimleri arasında sayılması gereken Müneccimbaşı Ahmed Dede’nin (ö. 1113/1702) Câmiʿu’d-düvel başlıklı umûmî tarihinin Osmanlı tarihçiliğinde yeni bir çığır açtığı kaydediliyor. Ahmed Cevdet Paşa’nın (1823-1895) peygamberler tarihini anlatan Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ ile Osmanlı tarihine dair yazdığı Târih-i Cevdet’inin bir bütün olarak düşünüldüğünde, eksik de olsa bir dünya tarihi sayılıp sayılamayacağı da tartışılabilir. Jön Türklerden Mizancı Murad Bey’in (1854-1917) de tarihin pek çok şubesiyle beraber dünya tarihine hem tercüme hem de telif yoluyla çaba harcadığı biliniyor. Osmanlı’nın son döneminde umûmî tarih yazan isimler arasında Ali Seydi Bey (1870-1930) ismine de rastlanıyor. Osmanlı döneminde yazılan son dünya tarihlerinden biri de 1910’lu yıllarda basılan Ahmet Refik Altınay’ın (ö. 1937) altı ciltlik Büyük Târîh-i Umûmî olarak gözüküyor.
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde 1940’lı yıllarda Türk Tarih Kurumu’nun bir büyük dünya tarihi projesi içerisinde pek çok coğrafyanın tarihine dair eserler basılmıştır. Uzunçarşılı’nın ilk baskısı 1947 tarihini taşıyan Osmanlı Tarihi de bu projenin ürünüdür. Buraya kadar sayılan ve kısa bir süreli bir taramaya dayalı olan bu liste daha da uzatılabilir.
Şu halde klasik umûmî tarihleri dünya tarihi saymak gerekirse tarihimizde bu hususta bir eksiklik göze çarpmıyor. Eğer modern dünya tarihleri kriter alınacaksa 17. asırdan itibaren modern çalışmaların hesaba katılmasıyla yazılan umûmî tarihler de bu kapsamın dışında bırakılamaz. Buraya kadar yazılanlardan anlaşılan odur ki klasik ve modern mânâda dünya tarihleri bakımından zengin külliyatlara sahibiz. Tenkide açık yönleri bulunsa bile bunlardan bazıları hâlâ değerini koruyan eserlerdir. Şu halde 1974 tarihli üç ciltlik Dünya Tarihi adlı eserin baş tarafındaki “…Türkiye’nin yükseliş devirleri de, bunalım dönemleri de bize bugüne kadar bir dünya tarihi getirmedi” cümlesi gerçeği tam olarak yansıtmıyor. Hatta yukarıdaki liste dikkate alınarak tarihimiz bütünlüklü şekilde gözden geçirildiği zaman Jacques Pirenne’in “Büyük dünya tarihleri milletlerin önemli yükseliş ya da bunalım dönemlerinde yazılmaktadır” sözünün iki yönünün de bizim tarihimiz için geçerli olduğu söylenebilir. Tercümelerle dünyaya açılan Abbâsî dönemi bir yükseliş aşaması sayılabilirse o devirlerde yazılmış dünya tarihlerimiz hâlâ tarihle ilgilenenlerin hizmetindedir. Medeniyetimizin düşüş devirlerinde de bu defa Batılı tarihçilerin birikimlerinden de yararlanılarak yeni dünya tarihleri kaleme alınmıştır. İbn Haldun’un yaşadığı dönemde Endülüs ve Kuzey Afrika’daki devletçikler arasında iktidar mücadeleleri yaşandığı hatırlanmalıdır. Bu iddiaya belki genel okuyucunun okuyabileceği bir dünya tarihinin eksikliği bakımından hak verilebilir. Çünkü ciltlerce yazılmış bir tarih yerine en fazla iki ya da üç ciltte tamamlanan bir tarihi okumak okuyucuların büyük bir çoğunluğuna daha cazip gelebilir.
Avrupa’da yazılan dünya tarihleriyle ilgili olarak ortaya çıkan bizimle ilgili dikkate değer başka gerçekler de var. Tahsin Görgün’ün Medeniyet Meselesi kitabında kaydettiğine göre 1730’lu yıllarda İngiltere’de yayınlanmaya başlanan daha sonra diğer Batı dillerine çevrilen 62 ciltlik An Universal History from the earliest Account of Time to the Present adlı dünya tarihinde, “henüz Ortaçağ teriminin kullanılmadığı dönemde” dünya tarihi antik ve modern olmak üzere iki ana çağa ayrılmış, dikkate değer bir şekilde antik dönem insanın cennetten inişinden Hz. Peygamber’in tebliğine kadar olan dönem olarak kabul edilmiştir. İşin ilginç olan diğer tarafı modern dönemin Hz. Peygamber’in tebliğiyle başlatılması ve eserin yazıldığı döneme kadar devam ettirilmesidir. Bu ayrım terim olarak olmasa bile düşünce olarak klasik İslâm tarihçilerinin yaptığı ayrıma benzemektedir ve Batı dünyasında yazılan ilk dünya tarihlerinin hem kapsam hem de tasnif bakımından İslâm tarihlerinin etkisiyle yazılmaya başlandıklarına işaret eder.
Görgün’ün bu eserin kaynakları hakkında verdiği bilgiler hem bu benzerliği aydınlatmakta hem de daha şaşırtıcı ayrıntılar da sunar. Eserin sayfaları arasından seçilen görüntüler açıkça kaynaklarını gösterir ve bu kaynakların mühim bir kısmı İslâm tarihçilerinin eserlerinden oluşur. Bazı müellifler şöyle sıralanabilir: İbn Abbas, Ebû Hureyre, Taberî, İbn Hişam, İbn İshak, Buhârî, Tirmizî, Kemâlüddîn el-Armûnî/Ermûnî, el-Mekîn, Ebu’l-Ferec el-Isfehânî, Ebü’l-Fidâ, el- Ferrâ, Fîrûzâbâdî, Cevherî, Vâkıdî, Ebû Şahne yahut Şâme, Beyhakî, Hâfız, Kazvînî, Gazâlî, Şehristânî, Kudâî, Şerif el-İdrîsî, Beydâvî, Zemahşerî, İbnü’l-Esîr, Ahmed b. Yusuf, Ebû Nazar, Ebû Muhammed es-Senbâcî, Kadı Şihâbeddin el-Hamevî, Takiyyüddin el-Makrîzî, İbn Tagriberdî, İbrahim İbn Dokmak ve daha bir çok isim. Listenin sadece tarihçilerden ibaret kalmayıp, tefsir, hadis, kelâm, mezhepler tarihi, tasavvuf, edebiyat ve daha birçok sahadan isimlerden oluştuğu gözleniyor.
DEVAMI GERÇEK TARİH TEMMUZ 2022 SAYISINDA