Edebiyat ve sinema arasında: Uyuyan adamın uyanık zihni
Çetin bir kışın ardından baharı muştulayan sabah kuşlarını dinleyerek oturuyoruz. Deniz bir bulut gibi sağımızda yükseliyor. Uzakta bir şilebi gözlerimle takip ederek “Sahi” diyorum, “Tarkovsky’nin de, “Mühürlenmiş Zaman” adlı o şahane eserinde bahsettiği gibi edebiyat ve sinema arasında birbirlerini besleyen bir ilişki yok mu sence de?”
Başını sallayarak mukabele ediyor. Hemen “Mühürlenmiş Zaman”dan kendimi yalanlayabileceğim bir misal de buluyorum: “Gerçi Tarkovsky, Vladimir Bogomolov’un 1957 yılında kaleme aldığı kısa öyküsü Ivan’ı sinemaya Ivan’ın Çocukluğu ismiyle uyarladığını, neden böyle bir eseri seçtiğini ve sinema ve edebiyat arasındaki ilişkiye dair tereddütlerini de yazmış ya eserinde… Pek de memnun değilmiş sanki, hatta pişman olmuş bile olabilir.“
Kahvelerimizi yudumluyoruz. Demin gözlediğim şilepten vazgeçiyorum. Denizin üstünde çığlık çığlığa geçen martıların gökyüzünde uyandırdığı beyhude telaşı izliyorum…
Hayatta bazı anlar vardır, insana zamanın sürekliliği içinde bu sürekliliği unutturan, her anın emsalsizliğinde kendisine daha farklı bir tavır bulan anlar… Bazen bir deniz kenarında martıların çığlıkları arasından zamanın içine yoğun ve ağır bir sıvı gibi salınır… Bazen bir hastahane koridorunda, bir dolmuş koltuğunda yahut yumuşak yastıklara başların düştüğü anda zamanı tahakküm altına alır. Sıradan, durağan ve “mesnetsiz” anlardır bu anlar. Gündelik hayatın içinde tabiri caizse esas kıymetini olağanlığın (normalliğin) içine gizleyebilmeyi başarmış anlardır. Hayatın içinde, hayatı bir emsal olarak belirlemiş sanat ürünlerinin tüm gerçekçiliği bu anların ürünüdür desem fazla mı iddialıdır? Albert Camus “Yaratma Tehlikesi” adlı eserinde “……bir insanın yaşamından daha gerçekçi ne vardır ve onu gerçekçi bir filmle başarılı bir şekilde canlandırmak mümkün müdür?” diye sorarak, aslında hayat ve sinema arasındaki yadsınamaz bağa da işaret etmişken üstelik!
Biraz da şöyle izah edeyim…
Edebiyat ve sinema, hep bu durağanlığın ve sıradanlığın -aslında biraz da diğer emsallerine öykünmesiyle- etrafında atan ve zamanı bizlere hatırlatan gerçekçilik nabzından besleniyor gibi geliyor bana. Sıradanlığın içinde ilgi uyandıracak bir kıpırtı, akışı bozacak bir kesinti, ilgi uyandıracak bir “tahribat” olay örgüsünü mümkün kılıyor. Edebiyat ve sinema, yapıları ve kullandıkları malzemeler itibariyle farklı farklı alanlar olsa dahi, olay örgüsü kavramının girift temsilinde birbirlerine yaklaşıyor ve birbirlerine böyle tesir ediyorlar. Peki olay örgüsü olmazsa ya da olay örgüsü yalnız durağan ve sıradan anların çıplak ve çarpıcı bir yansıması olursa?
O zamanlar nereden elime geçti bilmem, ilginç bir kitabın sayfaları arasında kayboluyorum. Fransız yazar Georges Perec’in “Uyuyan Adam” romanı beni cezbediyor. Olağan ve hatta biraz da sıkıcı olana yaklaşan büsbütün bir normallik içinde kavramları alt üst eden bir değiş tokuşa, bir marjinal anlatıma rastlıyorum. Roman Paris’te çatı katında yaşayan bir üniversite öğrencisinin yaşadıklarını (zannımca daha doğrusu yaşamadıklarını), ikinci tekil şahsa hitap ederek anlatıyor.
DEVAMI GERÇEK TARİH TEMMUZ 2022 SAYISINDA