tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Engin Elman ile Afrika’nın Yapayalnız Lalesi

Engin Elman ile Afrika’nın Yapayalnız Lalesi
13.02.2022
A+
A-

Söyleşen: Muhammed Işık

Merhabalar Engin Bey, öncelikle eğitim hayatıyla ilgili bir soruyla başlamak istiyorum.  “İstanbul TÜRVAK Sinema Eğitim Akademisi Drama Bölümü”nde eğitim aldınız. Bu bilinçli bir tercih miydi?

Merhabalar. Büyük bir gayret ve istekle gittiğim bir yer değildi. Üniversiteyi bitirmiştim. Atanma mağduriyetiyle karşı karşıyaydım. Bir gün gazetede bir sınav ilanı gördüm. Memleketten kalkıp İstanbul’a sınava gittim. Sınavı kazandıktan sonra sinema eğitimi almak nasip oldu. Tabi öncesinde benim sinemaya ilgim ziyadesiyle vardı. Sadece film seyretmek değil, sinema üzerine kuram-teori kitapları da okuyordum. İçinde bulunduğum şartlar beni buna götürdü diyebilirim. Okulumuzun sinema eğitimi oldukça nitelikliydi. Fakat benim İstanbul’a alışmam zor oldu. Daha doğrusu alışamadım. Taşradan böylesine kaotik metropol bir şehre gelişim ruhumu fazlasıyla yordu. Öykülerimin çıkış noktasında temelden anlaşamadığım şehrin ve bu ortamın da etkisi vardır.

Çeşitli dergilerde yazılarınız yayımlandı. Kültür alanında ülkemizde yayımlanan dergileri yeterli görüyor musunuz?

Öncelikle kültür, sanat, edebiyat ve dergiler konusunda iyimserim. Yani bir üretim ve gayretin olduğunu kimse inkâr edemez. Kitap ve dergi sayıları o kadar çok ki hangisine yetişeceğimizi bilemiyoruz. Bu noktada gözden kaçan iyi eserler olabiliyor. Dergilerde iyi bir şiiri, öyküyü veya oylumlu bir metni bulmamız zorlaşıyor. Bu zorluktan ilkin kastettiğim sayısal anlamda çokça üretimin olması. Yani modern hayat bu kadar çok dergiyi takip edip hepsini okumamıza imkân vermiyor. Veremez de. Haliyle bir seçme yapmak zorunda kalıyoruz. Gelelim nitelik konusuna. Bu konuda derdi olan birçok insan gibi ben de muzdaribim maalesef. Artık okurunu rahatsız eden onu düşünmeye çağıran, okuruna bir perspektif sunan adeta fikri olarak okurunu kışkırtacak metinler bulmak zor. Dergiler yetmişli, seksenli yıllar gibi bir araya gelinen, insanların fikir, düşünce, ruh dünyalarını terbiye ettiği bir mektep olmaktan uzaklaştı. Bunun en büyük nedeni de internet ve sosyal medya. İnsanlar bu noktada somut olarak bir araya gelme ihtiyaçlarını ihmal ettiler maalesef. Dergiler sayısal anlamda oldukça fazla, bu sevindirici bir durum. Ancak nitelik olarak yazılan, çizilen metinler bizleri neden kalbimizden yakalayamıyor? Evet kötü metinler de var. Ancak topyekûn hepsini de kötü olarak kaldırıp bir kenara atamayız. Ben de burada okuyan yazan düşünen insanlara en çok da kendime şunu soruyorum: Biz mi çok değiştik acaba?

Bir yazar olmanın yanı sıra ayrıca bir de eğitimcisiniz. Öğretici dilinizi yazı hayatında da kullanmayı seviyor musunuz? Öğrencileriniz yazarlığınızdan haberdar mı, nasıl tepkiler alıyorsunuz öğrencilerinizden?

Öğrencilerimi her şeyden önce çok ciddiye alıyorum. Onların fikir ve düşünce noktasında en küçük bir kıpırtıları bile beni çok heyecanlandırıyor. Çocukların sezgileri çok güçlü ve bizlerden çok ilerideler. Doksanlı yıllarda öğretmenlerimiz biz öğrencilerden ilerideydi. Onların gölgesi gibiydik. Eğitim sistemi bizleri sindirerek öğütüyordu. Bugün her ne kadar eleştiriliyor olsa da eğitim alanındaki imkânlar her bakımdan öğrencilerin lehine gelişiyor. İnternet ve sanal dünyanın da hızıyla çocuklara yetişmemiz zorlaşıyor. Öğrenci merkezli eğitim anlayışı bu defa durumu tersine çevirerek öğretmeni sindirerek öğüten bir anlayışa evrildi maalesef. Artık klasik bir öğretmen-öğrenci anlayışının sürmesi de imkânsız elbet. Ancak eğitimin en önemli ayağı olan öğretmenlerin bu noktada en azından moral-motivasyon anlamında desteklenmesi desteklenmesi gerekiyor. Çok uzattım, asıl soruya dönecek olursak; öğrencilerim yazdıklarımdan haberdar, kitabımı alıp okuyorlar. Anlamlı geri dönüşler alıyorum. Bazı öyküleri sınıfta konuşup tartıştık. Çocuklara doksanlı yılları çok ajite etmeden anlatmaya çalışıyorum. Onların bir döneme tanıklık etmeleri de çok önemli.  

Afrika’nın Yapayalnız Lalesi kitabınıza baktığımızda eğitiminizin de esintileri gözlemleniyor. Sinema eğitimini almanız yazarlığınız için kolaylaştırıcı bir unsur olmuşa benziyor.

Yazarlık kumaşı önemli bir meziyettir. Bunu Allah’ın bir ihsanı olarak da düşünürüm. Bazen insanda yazarlık yeteneğinin olması tek başına yeterli olmayabilir. Örtük kalan bir yeteneği eğitim-öğretim faaliyetleri ortaya çıkarır. Bu bakımdan eğitimin hayati bir önemi var. Edebiyat, sinema ve anadilim olan Kürtçe üzerine eğitim almam beni daha fazla yetenekli kıldı diyemem. Ancak okuma-yazma-düşünme konusunda elbette beni terbiye-disipline eden, bana fikir veren bu eğitim faaliyetleridir. Sinema eğitimi, yazarlık konusunda işlerimi daha da zorlaştırdı. Çünkü okuyup anladıkça kendi yazdıklarımı beğenmiyordum. O yüzden yazdıklarıma çok kıydım. Kendime karşı acımasız bir eleştirmen gözü oluştu içimde. Sinema eğitimi bu noktada hem kendi yazdıklarımı hem de birçok okuduğum metni eleştirip “olmamış” diyebilme anlayışımı geliştirdi.

“Bir Film Karesinin Tasviri” hikâyenizde aslında bir yönetmen gibisiniz, detay çekimler (gözlemler) dikkatimi çekti. Kitabın ilk hikâyesinde aslında yönetmen olarak sahneye çıkıyorsunuz ve bu hikâyeniz de size belki de önemli bir basamak oluyor.

Sinema eğitimi aldığımız dönemler aklımda çok yoğun film düşünceleri dolaşıp duruyordu. Fikirler kafamda uçuşuyordu. Bir film yapma heyecanıyla kalakalıyor insan. Tedirgin, kaygılı bir süreç. Bir sanat ürünü ortaya koyma düşüncesi ciddi bir kaygıyı da beraberinde getirmelidir bence. Birkaç kısa film de çektim. Sinema sektörünün acımasız, sömürü düzenine karşı durmak çok zordu. Film setlerine gittiğimde ekip içlerindeki çirkin ilişkileri, kirli bağlantıları gördükçe bu işe olan tutkum sarsıldı. Kendi içime döndüm ve film-senaryo olarak zihnimde mayaladığım hayalleri öykü formatında kâğıda dökmek zorunda kaldım. Aslında benim birçok öyküm zihnimde film-senaryo olarak tasarlanmış metinlerdir.

Bakır Çaydanlık hikâyeniz ve anlatım tekniği “Zarife Nine” karakteri üzerinden belki de tüm insanlığa bir mesaj gönderiyorsunuz. Bu mesaj üzerine düşüncelerinizi almak isterim.

Sanat eseri modern dünyaya karşı bir tavır alma durumudur bence. Bugün insani olarak birçok hasletimizi kaybetmiş olabiliriz. Ancak insan olmaktan başka da bir şey olamıyoruz. Dünya inişli çıkışlı bir değirmen gibi hepimizi öğütüp duruyor. Memleketimize sığınan insanlar var. Bu durum birçok insanımızın da tepkisiyle karşılandı. Herkes kendi dünyasından atıp tuttu. Kin ve nefretini kusan kusana. Hatta sırf bu insanlara karşı siyasi partiler bile kuruldu. Tam bir akıl tutulması yaşanıyor maalesef. Halbûki hiç kimsenin sofrasından konforundan bir şey eksilmedi. Zygmunt Bauman’ın Kapımızdaki Yabancılar adlı eseri bu konuda bütün insanlığın durumunu gözler önüne seriyor. Zarife Nine bir bakıma bu toplumun vicdanıdır. Hayata oradan bakar ve yitirdiğimiz insani özelliklerimizi, taş kesilen duyarlılığımızı bizlere hatırlatır.

Yere Bakma Durağı, Baba ve Kesik Yankı hikâyeleri için ortak gözlemim sevgi ve özlem oldu. Engin Elman için sevgi, özlem veya hasret ne anlam ifade ediyor?

Sevgi, özlem, hasret gibi duyguları çok romantik bir bakışla yorumlamayı doğru bulmuyorum. Modern hayat bu kavramlara uzak kalan bir insanlık anlayışını dayatıyor çoğu zaman. Birçok şeye gecikiyoruz. En çok da kendimize… Bu duyguları kendimize karşı kaybediyoruz. O yüzden duygularımız çoğu zaman sahih olamıyor. Kendimize karşı esas bir insan olamıyoruz. Duygularımızın kayganlığı bundandır. Günün sonunda bize kalan; dünya bir gariplik yurdu, o kadar da tutkuyla hırsla bağlanmanın bir anlamı yok. İnsandaki o garip kalma durumu vardır ya, hah işte tam oradan bakmak istiyorum hayata. Dünyaya çok alıştık. Bütün can sıkıntılarının sebebi budur.

Kesik Yankı’da sarsıntı ile karşılaşıyor okur. Eşler arası anlaşmazlık, tükenmişlik, kadın karakter tarafından anlatılanlar aslında birçok boşanma davasının da temel gerekçelerini oluşturuyor. Neden sevgi zamanla kayboluyor veya eşler anlaşamaz hale geliyor?

Bu konuda bir evlilik uzmanı gibi konuşmak istemem. Bütün insanlık iki karşı cinsin münasebetiyle teşekkül etmiş durumda. Âdem babadan beri bu dualiteyle karşı karşıyayız. Kadın-erkek arası sorunlar sadece bugünün sorunları değil. Günümüzde bu sorunlar medya ve basın yoluyla daha çok teşhir edilir oldu. Kadının da ekonomik gücü olmasıyla evliliği sürdürmek geleneksel anlayıştan çıktı. İslami vecibeleri de özümsemek noktasında çok eksik olduğumuz için insanların birbirine tahammülü kalmadı. İnsanlar birbirini idare etme noktasında sabırlı olamıyor. Modern hayatın hız ve haz odaklı anlayışı insanlardaki bu hayati özellikleri aşındırıyor. Hız ve hazza odaklı depresif bir insan modeliyle karşı karşıyayız. Dünya’da garip kalma duygusunu kaybettik.

Leyla Gazeli için belki birden fazla soru sormak gerekir lakin çoğu aşığın başından geçen bir hikâyeyi son derece ince işçilik ve edebiyat bilgisiyle son derece iyi (belki yine yönetmenlik bakışıyla) okuyucuya aktarmışsınız. Hikâyeniz ile ilgili size ulaşan birçok yorum da olmuştur. Yönetmenin aşka bakışı / aşk anlatışı diyebilir miyiz Leyla Gazeli için?

Evet tam da öyle. Her insanın daha doğrusu her yazarın satır aralarında aşka dair ipuçları yakalanabilir. Fuzuli’den beri acizane manifestomuzdur Leyla. Üniversitede eski edebiyat derslerimiz çok rutindi. Fuzuli’nin gazelleri birebir çevriliyor, vezin-ahenk unsurları çözülüp çabucak geçiliyordu. Bir başka dersimiz olan Batı Edebiyatı’nda ise Shakespeare’yi neredeyse altı ay boyunca sular seller gibi okuyor, yorumluyor, tartışıyorduk. Fuzuli’yi günümüze taşıyamıyor, onun şairane ruhunu, yüzyıllara yayılan melal dolu sesini duyamıyorduk. Altı yüz yıl boyunca bir sevgilinin sadece hayaline, gölgesine şiirler yazmışız. Ve bu durum bizi heyecanlandıramıyor. Divan Edebiyatı’nın bir gazeli, kendisini modern bir öyküde nasıl var edebilir diye uzun uzun öyküyü içimde taşıdım. Öykünün yazılma serüveni zihnimdeki bu çatışmaların ürünüdür. Nasip oldu ve yazıldı. Son olarak Leyla, bizi şaşırtan bir güzellik karşısında başımızın sessizce önümüze düştüğü andır.

Sonraki hikâyelerinizin odak noktasını yalnızlık oluşturuyor.  Engin Elman kendisini yalnız mı hissediyor?

Yalnızlık modern zamanların somut olarak içinde kalacağımız bir durum olmaktan çıktı. Görünürde yalnız kalmamız nerdeyse imkânsız. Kendimizi oyalayacağımız sayısız bahanemiz var. İnsani ilişkilerimizi sanal bir dünyaya taşıyoruz. Oradan bir iletişim tarzı üretiyoruz. Zamanda kabullenilmeyen izole bir hayatla karşı karşıya kalabiliyor insan. Özellikle pandemi sürecinde bu durum patladı neredeyse. Uzun süre evlere kapatılıp izole bir hayata mecbur bırakıldık. Çok uzatmayayım. Yalnızlığı bu zamanda somut bir durum olarak sorunsallaştırmak çoğu insan için anlamsız gelebilir. Ben daha çok okuma-yazma fikrinin ve insandaki eksik olma, garip kalma durumunun verdiği yalnızlığa kafa yoruyorum.

Masumiyet Karinesi bir bakıma aile içi şiddeti çok çarpıcı şekilde yansıtırken yine yönetmen gözüyle anlatmaya çalıştığınız, okuyucuya ulaştırmaya çalıştığınız mesajlar var. Her okuyucu bu mesajı kendi algısına göre alacaktır muhtemelen. Engin Elman, aile içi şiddet hakkında neler düşünüyor?

Öykü gibi sanatsal bir metnin doğrudan mesajlar vermesini doğru görmüyorum. Okur öykü metninden kendince mesajlar çıkarıp yorumlayabilir. Bu tabii bir durumdur. Aile içi şiddet meselesi de maalesef toplumumuzun büyük bir yarası. Aile bağları zayıf, sevgiden yoksun çocuklar hepimizin sorunu olmalıdır. Bunu okullarda en çok biz öğretmenler gözlemliyoruz. Anne-babaların çocuklarının eğitimi noktasında eksik kalmalarını artık büyük bir sorun olarak onların önüne koymuyoruz. Ama hiç olmazsa çocuklarınızı sevin, onları sevdiğinizi hissedelim diyoruz. Ben en çok bunu mesele haline getiriyorum. Sevgiye doymayan çocuk, maddi-manevi olarak ömür boyu büyük bir eksiklikle baş başa bırakılıyor maalesef. Bir de bu gündüz kuşağı kadın programları aile içi şiddeti olağanlaştırıp normalleştiriyor. Kolluk kuvvetlerinin görevlerini ekranlardaki şov yapan basit sunucular kapıyor. Bu noktada devlet erkinin buna müdahil olması, hiç olmazsa bu programlara bir çeki düzen vermesi gerekir diye düşünüyorum.

Yeni Bir Mesajınız Var ve önceki birçok hikâyede yazar olarak edebiyatçı kimliğinizi de yansıtmaktan çekinmiyorsunuz. Öğretici yönünüz bazen anlatıcı yönünüze baskın geliyor. Bu konuda eleştiri aldınız mı?

Bu noktada bir eleştiri almadım. Siz bunu fark etmişseniz ne mutlu. Ancak önceki sorularda cevabını verdiğim gibi; bazı öykülerim senaryo olarak zihnimde tasarlandı. Bu öykünün çıkış noktası da biraz şöyle: Ekranlarda her gün tartışma programları düzenleniyor. Bunlar önemli faaliyetler tabi. Fakat bir konuda konuşan konuşmacılar, bir bakıyoruz ertesi gün başka bir konunun uzmanları olarak ahkâm kesiyorlar. Ekonomi, sağlık, spor, siyaset, sanat, tarih, kültür, edebiyat, din, devlet vs. bütün konularda hep aynı insanlar konuşuyor. Ve bütün alanların uzmanları olarak aynı insanlar teşhir ediliyor. Sıradan bir izleyicinin bile isyan ettiği bir bayağılık var ekranlarda. Oysa tartışma programlarında en önce konuşmacıların biraz haddini bilmesi gerekmez mi? Birkaç defa böyle niteliksiz programa denk gelince zihnim bu açmazı, bu yaman çelişkiyi bir öykü formatıyla kurguladı. Bunu iki kişi arasında normal bir telefon mesajlaşması gibi kaleme aldık. Nasip oldu, yazdık. Aynı durum Bahçıvan ile Uşak öyküsünde de var.

“Coğrafya kaderdir” sözünün ipuçlarını bazı hikâyelerinizde gözlemlemek mümkün mü? Bu sözü kabul ediyor musunuz, sizce de coğrafya kader midir?

Coğrafya büyük bir kaderdir hem de. Yani insan doğduğu yaşadığı toprakların tadını, kokusunu taşır üzerinde. İnsanları bir yerin-memleketin insanı diye kodlamayı doğru bulmuyorum. Yani memleketin haritasını önümüze serdiğimizde şu şehrin insanı şöyle, bu şehrin insanı böyle diye bir sınıflama yapmak doğru değil. Olası sonuçlar alınabilir ancak doğru değil. İnsan eğitimle, kendisini yetiştirmekle önemli hale geliyor. Benim kastettiğim kuru, kaderci bir anlayış değil. Özellikle yazan-çizen-düşünen bir insan geçmişine karşı duyarlıdır. Haliyle doğduğu büyüdüğü toprakları önemser. Hatta yazma düşüncesi bazen bu topraklardan beslenir. Acizâne öykülerimde doksanlı yılların çocukluğu vardır. Mustafa Kutlu’nun Yoksulluk Kitabı’nda bahsettiği Erzurum’un Dağ Mahallesi’ndeki çocukluğumu ışıltılı bir kar altında cennet gibi anımsarım.

Hikâyelerinizde ayrıca şiirsel dil ve imgelemeleri gözlemledim. Tabi Sinema diline dair de atıflar var. Şiir veya Sinema konusunda da kitaplarınız olacak mı?

Bir metnin içerisine yoğun ve çağrışımlı bir dili yedirmeyi çok severim. Kelimeler ve cümlelerin okurun zihninde başka metinleri de uyandırmasını önemserim. Benim okuma serüvenim de daima böyle metinleri aramakla geçiyor. Bu tarz metinler beni daima heyecanlandırıyor. Her okuduğumda farklı tat alıyorum. Nasip olursa zamanla acizâne deneme-inceleme metinlerimi derleyip toparlayıp bir kitap olarak düşünebiliriz inşallah. 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.