tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Selimcan Yelseli

Sanat Tarihçi/Yazar

“Hayır” demenin diyalektiği

27.05.2024
A+
A-

Albert Camus o hepimizin bildiği şahane eserine nasıl başlıyordu hani, sabah aydınlığında penceremin önünde yeşil bir deniz misali dalgalanan ağaçlara bakarak kendi kendime tekrarlıyorum:
“Kimdir başkaldıran insan? Hayır diyen biri.”
Eni konu yalpalıyor, çıkış yolu bulamıyorum. Şuurumda kıvrılan bir tespit: “Yalnızca hayır demek yeter mi? Hayır demek kadar, neye hayır dediğini de bilmeli…”
Çok geçmeden, penceremin önündeki yeşil denize kapılmaktan korkar gibi can havliyle sarılıyorum şu neticeye: “Hayır demenin de kendi içinde belli bir diyalektiği var!”
Çağımız tüm reddedişlerin, yani şöyle dolu dolu hayır deyişlerin kıymetini yitirdiği bir çağ. Hayır diyen, şeksiz şüphesiz kaybetmiştir, hem fikiriz. Artık başkaldırının, yani hayır demenin estetiğini kazanmak, sadece beyhude bir serkeşliği, ya da şöyle içten içe yadırganmışlığı en baştan kabul etme cesaretini göstermenin aciz bir mükafatı, inkar edebilir misiniz? Meselenin bir başka veçhesi daha var oysa…
Okuyanınız var mıdır bilmem, Nikos Kazancakis’in “Allahın Garibi” adında Fransiskenlerin kurucusu Assissili Francis’in yaşam öyküsünü anlattığı epik bir romanı vardır. Kaç sene evveldi, yedi mi sekiz mi, o zamanlar okuduğum şu satırlar aklıma mıh gibi çakılmıştı benim, yeri geldiğinde söyler dururdum. Assissili Francis, yoldaşı Leo’yu “hayır” demenin meşakkati hakkında şöyle teskin ediyordu:

“Aa! Bu kadarı da fazlaydı! “Katıksız kıvanç mı?” diye çığırdım, kudurmuş gibi. “Kusura bakma ama, Francesco Kardeş, bu daha çok, katıksız küstahlık gibime geliyor. Sadece hoşlanmayanı seven gönül küstahtır. ‘Yiyin diye yiyecek, için diye şarap, ısının diye ateş verdim size’ diyor da Tanrı, insan yüreği küstahça ‘Kusura bakma ama, senin olsun hepsi de, istemiyorum!’ diye cevap veriyor. Ne zaman isteyecek onları kendini beğenmiş budala gönül! Ne zaman ‘hayır’ demeyi bırakıp ‘evet’ diyecek?”
“Tanrı kollarını açıp da, ona gel dediği zaman Leo Kardeş. Gönül, küçük sevinçlere hayır! Hayır! Hayır! Diye bağırıyor. Neden mi? Büyük Evet’e varıp, kendini kurtarmak için.”
“Başka yoldan gidemez mi oraya?”
“Gidemem. Büyük ‘Evet’, birçok ‘hayır’lardan meydana gelir.”

Bana başkaldırma ile teslim olma arasında görünmez, hatta görünmek şöyle dursun sezilmez bir bağ var gibi geliyor. Nitekim Melih Başaran’ın -zannımca aşılmaz olan- “Kurbansal Sunu” adlı eserini boy boy uzanan raflarda ilk kez gördüğümde içimde uyanan heyecanı da bugün buna bağlamaktan kendimi alamıyorum. (Bu eseri de bir kenara yazıverin derim.)
Başkaldırma, yani birçok kez hayır deme, büyük “Evet”e, dolayısıyla bireyin idealine doğru seyreden bir yolun, bireyin kendisinden taviz vermesini kabul etmeyen ve bunu kabul etmedikçe büyüyen, şekillenen hatta kıymet kazanan vazgeçilmez tutumu. Çağımız demiştim… Şimdi ondan yeniden ve bu kez daha esaslı bir şekilde bahsetmenin zamanı geldi…
Hayır demek yasak. Siz bu tespite “haydi canım sen de!” derken, ben size bu örtük yasağın delillerini sunayım da sonra hep beraber son tahlile ulaşalım.
Hayır demek yasak, çünkü çağımızda hayır demek, gerçekten reddetmekle ilintili değil. Neden mi? Çünkü sistem artık hayır demeyi Kazancakis’in romanındakinin tam aksi şekilde küçük “hayır”ların ulaştığı büyük “Evet”e dönüştürdü de ondan. Artık hayır derken, önceden tayin edilmiş evet demeye uzanan yolda bir adım atıyoruz sadece, hepsi bu.
Misal mi? Teknolojik ürünlere bir tercih hükmü neticesinde hayır diyemeyiz. Elvermeyen maddi koşullarımızdan ötürü küçük “hayır”lar ile erteleriz sadece. Bu ertelemelerle kazandığımız zaman, sadece büyük evet için koşulların olgunlaşmasını beklemekten ibarettir. “Lâkin teknoloji bir tercih meselesidir” dediğinizi duyar gibiyim. Sistemin, yani günden güne gelişen teknolojinin sizi ıskartaya çıkarmasını, görmemezlikten gelmesini kabul ediyorsanız, evet.
Sistem dediğimizde -soğuk savaşın tabî bir neticesi olarak- küreselleşme aklımıza gelirdi. Ama artık küreselleşmenin bir şartı olarak (bu cephe teknolojinin mi küreselleşmeyi, yoksa küreselleşmenin mi teknolojiyi doğurduğuna dair süregelen tartışmaların toprağı olsa da) teknoloji, sistemin ta kendisi hâline gelmiştir. Artık sistem, teknolojidir. (Hep mi öyleydi?!)
Evet demenin konforunu, hayır demenin meşakkatine tercih etmemiz, hedonist bir çağda bulunan bizler için yine de anlaşılan bir tutum. En nihayetinde uyumlanmak zorundayız. Ta en baştan beri hem tabiata hem de sonrasında oluşan sosyal kaidelere uyumlanarak bugünlere geldik… İnkârı mümkün değil bunun.
Ya başkaldıranlar?
İşte başkaldıranlar da, yukarıda bahsettiğim teslimiyetin şartlarını ve uyumlanmanın gerekliliklerini bir nebze de olsa şekillendiren, insanlık tarihinin seyrini değiştiren ve belki de insanlık tarihine öncülük edenler.
Başkaldırmanın estetiği demiştin? Dediğinizi duyuyor gibiyim.
Onu da başka bir zaman tartışalım.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.