tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Zafer Erginli

Prof. Dr. Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Temel İslam Bilimleri Bölümü.

İnsandan geçerek insan’a ermek, varlıktan geçerek varlık’a varmak

23.12.2022
A+
A-

-Mevlânâ’nın Hayatı ve Anlamına Toplu Bir Bakış Denemesi-

BİR’den çıkıp BİR’e dönmek. İnsanın yolculuğunun özeti. Birlikten çıkıp önce çokluğa dalmak, sonra çokluktan ikiliğe, ikilikten de BİRLİĞE ulaşmak. Bu yolda ilerlerken insandan geçerek ya da geçirilerek İNSAN’a varmak… Yolculuk herkese nasip olsa da (kâmil) İNSAN’a varmak her kula nasip olmuyor. Mevlânâ bunların ikisine de muvaffak olmuştur.
İnsandan çıkarak İNSAN’a varmak, çabayla, gönül temizliğiyle ve gerektiğinde değişmeyi göze alma cesaretiyle ulaşılan bir hedeftir. Değişimin varlığı bir insanda farklı insanlar varmış gibi bir yanılgıya sebep olabilir. Gerçekte aynı insanın faklı görünümleridir onlar.
Hayat yolculuğu BİR’den başlıyor, ÇOĞA varıyor. ÇOĞUN içinde TEK’i bulmayı başarabilen İNSAN oluyor. Ama bunun için farklı insanlardan geç(iril)mesi gerekiyor. Geç(irild)iği her insan bir mertebeye dönüşüyor.
*
Acaba yolculuğun yeryüzü evresinde kaç Mevlânâ var? Bu noktada birbiriyle iç içe geçmiş üç Mevlânâ’nın varlığını kabul edebiliriz: 1. İnsan Mevlânâ 2. Derviş Mevlânâ 3. Mürşid Mevlânâ. Bu üç Mevlânâ’yı da yukarıda sıra içinde kendisi hakkında söylediği üç kelime ile tarif edebiliriz: “Hamdım, piştim, yandım!” Acaba bu üç kelimenin anlattığı aşamalarla Mesnevî’nin bizzat Mevlânâ tarafından yazılmış ilk on sekiz beytini bir arada düşünerek Mevlânâ’nın hayatıyla aralarında özdeşlikler kurabilir miyiz? Yani âlemi ve insanlığı anlatmakla vasfedilen bu on sekiz beytin Mevlânâ’nın kendi hayatıyla hiçbir bağı kurulamaz mı?
İşin ehli olanlar Mesnevî’nin ilk on sekiz beytinde varlığın zuhûrunun ele alındığını belirtirler. Mevlânâ irfânında insan en büyük âlem olarak kabul edilir. Bu kabule göre âlemde ve insanda olan birdir. Şu halde bu on sekiz beyti genelde insanın, özelde Mevlânâ’nın kendi hikâyesi olarak görmemiz önünde bir engel gözükmüyor. Bu durumda zikredilen on sekiz beyit Mevlânâ’nın sülûkünü ve insan-ı kâmil olmaya giden sürecini de anlatır. Zaten bazı şârihler buradaki neyin insân-ı kâmili, neyistan kavramıyla karşılanan kamışlığın ise Âdem’in yeryüzüne gönderilmeden önce yaratıldığı ve yaşadığı Cennet’i sembolize ettiğini söylerler. Mevlânâ da bir insân-ı kâmil modeli olarak kabul edildiğine göre bu on sekiz beyitte onun hikâyesinin de anlatıldığını, hatta onun hikâyesi üzerinden âlemin, ama özellikle de insan varlığının hikâye edildiğini kabul etmek mümkün, belki de kaçınılmazdır.
Bu yazıda öncelikle Mevlânâ’nın hayatına yukarıda çizilen çerçeve içerisinde bakarak Mevlânâ’dan bize kalanlar üzerine tespit ve yorumlara yer vermeyi deneyeceğiz. Ümidimiz odur ki hem Mevlânâ hakkında bilgi vermede hem de Mevlânâ çevresindeki anlam örgüsüne dair bir çözümleme yapmada muvaffak olabilelim.
*

  1. İnsan Mevlânâ: “Hamdım”
    Dünyaya geliş bilgileri: hicrî 6 Rebîülevvel 604/milâdî 30 Eylül 1207 tarihinde Horasan’ın Belh şehrinde dünyaya geliş.
    Adı: Mesnevî’nin girişinde kendi verdiği bilgiye göre Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin el-Belhî.
    Baba ve annesi: Hüseyin Hatîbî’nin oğlu Bahâüddîn Veled ve Hârizmşahlar hânedanından Alâeddin Muhammed Hârizmşah’ın kızı olduğu kaydedilen Mü’mine Hatun.
    “Sultânü’l-ulemâ” ünvanıyla tanınan babası Bahâeddin Veled, Belh’e yerleşmiş bir ulemâ ailesinin üyelerinden biriydi. Bazı Mevlevî kaynaklara göre babası Bahâeddin Veled’in Hz. Ebû Bekir soyundan geldiği, Mevlânâ’nın anne tarafından olan soyunun da Hz. Ali’ye ulaştığı kaydedilir. Şefik Can Mevlânâ’nın babasının Hz. Ebu Bekr’e varan silsilesini verir. Tarîkat silsilesi Ahmed Gazâlî’ye ulaşan Bahâeddin Veled Kübreviyye tarikatının pîri Necmeddîn-i Kübrâ’nın mürîdi idi. Meşhur İmam Gazâlî’nin biraderi olan Ahmed Gazâlî, hem biraderi Gazâlî’nin medreseyi terk etmesinden sonra onun yerine ders verecek kadar zâhirî, hem de tasavvufta aşk mektebine yeni bir ruh üfleyecek kadar mânevî ilimleri hazmetmişti. Mevlânâ böyle bir fikrî silsilenin takipçisidir.
    İslâm dünyasında Mevlânâ adıyla anılan pek çok âlim ve ârif bulunsa da Celâleddin adı gölgede kalmış olan Mevlânâ, bu ismin kendisiyle özdeşleştiği tek bir büyük âriftir. Bazı zihinlerin etrafında fırtınalar kopardığı, fakat başkaları için de kullanılan ve Arapça aslı zıt anlamlı isimlerden (ezdâd) olan mevlânâ terimi “efendimiz” “dostumuz”, “kölemiz” gibi anlamlara gelir, ancak bu terimin Mevlânâ’yı yüceltmek maksadıyla söylendiği de ifade edilir. Kendisine babası tarafından “sultan” mânasına gelen Farsça “hudâvendigâr” ünvanı verilmiş, doğduğu şehre nisbetle “Belhî”, eskiden Anadolu’ya “Diyâr-ı Rûm” denilmekte olduğundan Anadolu’ya nisbetle “Rûmî, Mevlânâ-yı Rûm, Mevlânâ-yı Rûmî”, müderrisliği sebebiyle “Molla Hünkâr, Mollâ-yı Rûm” gibi isimlerle anılmıştır. Esasen Molla teriminin de Mevlânâ teriminin bozulmuş biçimi olduğuna dair görüşler ağırlıklıdır. Mevlânâ’nın doğduğu Belh şehri haritaya bakıldığında bugün Afganistan’ın kuzeyinde Mezâr-ı Şerif yakınlarında küçük bir kenttir. Onun kuzeyinde de Özbekistan sınırları içinde yer alan Tirmiz şehri yer alır. Dolayısıyla Mevlânâ Türk yurdunda doğmuş bir erendir. O, “Beni yabancı sanmayınız, ben bu mahalledenim. Sizin mahallenizde evimi arıyorum. Her ne kadar düşman görünüyorsam da düşman değilim. Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türk’tür” rubâîsiyle Türk ırkına mensubiyetini ortaya koymuştur.
    Bahâüdddîn Veled’in Belh’i terk etmesiyle ilgili pek çok sebepten söz edilir. Bu sebepler arasında yöneticilerle ve Fahreddîn Râzî’nin de dâhil olduğu bazı âlimlerle aralarındaki anlaşmazlıkları gösterenler olmuştur. Bir habere göre ondan ülkeyi terketmesini isteyen Hârizmşah Alâeddin Muhammed’in kendisidir. Bir başka haber ise Sultânü’l-ulemânın mânevî bir işâretle Belh’i terk ederek Hicâz’a gittiğini söyler. Sebep her ne olursa olsun, Fahreddin Râzî’nin (ö. 606/1210) vefatından birkaç yıl sonra hicrî 609/milâdî 1212-13 yıllarında aile Belh’i terk etmiş ve menzili Anadolu’ya varan uzun bir yolculuğa başlamıştır. Böylece henüz beş yaşlarında olan Mevlânâ ilk olarak vatanından ayrı düşmüş, çocuk doğduğu toprakları terk etmek ve yıllar süren bir yolculuk yapmak zorunda kalmıştır. Seyr ü sülûk erken başlamıştır Mevlânâ için.
    Neyin “kamışlıklardan koparılması” gibi kendisini vatanından koparan bu yolculuk insan Mevlânâ’ya dünyanın kalıcı bir mesken değil, geçici bir mekân olduğunu öğreten, mürşid Mevlânâ’ya geçiş yapmasını kolaylaştıran ilk adım olabilir mi? Mesnevî’nin ilk on sekiz beytindeki feryâd, çocuklukta yaşanmış bir tecrübenin Moğol baskısı devrinde irfanla doğmuş bir biçimi olarak görülebilir mi? Mesnevî’nin ilk beyitlerine kulak verme vaktidir:
    Duy şikâyet etmede her an bu ney,
    Anlatır hep ayrılıklardan bu ney.
    Der ki feryâdım kamışlıktan gelir,
    Duysa her kim, gözlerinden kan gelir.

    *
    Kafile Horasan’dan geçerek ve çeşitli şehirlerde konaklayarak hicrî 617/milâdî 1220 yılında Bağdat’a ulaşır, orada Sühreverdiye tarikatının pîri Şehâbeddin Sühreverdî tarafından karşılanır. Bağdat’tan Kûfe yoluyla Hicaz’a gitmek üzere iken Moğollar’ın Belh’i işgal ettiği haberi gelir. Âdem’in Cennet’i kaybetmesi misâli Mevlânâ’nın doğduğu vatan da tamamen elden çıkmıştır! Mesnevî’deki şu mısralar bu ayrılığı da anlatır mı acaba?
    Ayrılıktan parçalanmış bir yürek
    İsterim ben, derdimi dökmem gerek
    Kim ki aslından ayırmış cânını,
    Öyle bekler, öyle vuslat ânını.

    İnsan Mevlânâ, ileride şiirinde anlatacağı sergüzeşti zâhirî mânâda yaşayarak dünyadaki macerasının ilk demlerini sürmekte, yüreği ayrılıklardan parça parça olmaktadır. Sonraki yıllarda şiirdeki zâhirî ve mânevî mânâlar iç içe geçecek ve Mevlânâ’yı insan-ı kâmil olma noktasına taşıyacaktır.
    *
    Ahmed Eflâkî Dede’nin nakillerine bakılırsa kafile Hicaz’dan Şam’a, oradan Malatya’ya gelir. Ardından Sivas-Erzincan-Akşehir-Lârende (Karaman) güzergâhını izler. Sûfîler sürekli yolculuk yapmanın kişiyi diri tutacağına şu sözle işarette bulunurlar: “Akan su pislik tutmaz.” Ne var ki bir gizli el çok erken yaşlarda hazırlamaya başlamıştır Mevlânâ’yı gönül yolculuğuna.
    Babası Bahâüddîn Veled Akşehir ve Lârende’de kendi adına yaptırılan medreselerde müderrislik yapar. Mevlânâ on sekiz yaşlarında iken Semerkantlı âlim Şerefeddin Lâlâ’nın kızı Gevher Hatun’la evlenir, çoluk çocuğa karışır, bir yandan da tahsiline devam eder. Oğulları Sultan Veled ve Alâeddin bu evlilikten doğar. Ama dünya hayatındaki ikinci ve üçüncü büyük ayrılıkları da burada yaşar Mevlânâ: Annesi Mü’mine Hatun ve ağabeyi Alâeddin Muhammed peş peşe vefat ederler.
    Duy şikâyet etmede her ân bu ney,
    Anlatır hep ayrılıklardan bu ney.

    Celâl içre cemâl gören Mevlevî sûfîler sonraki yüzyıllarda bu kabirlerin bulunduğu yere Karaman Mevlevîhânesi’ni inşâ edecekler, onların isimlerini böyle yaşatacaklardır.
    Aile Sultan Alâeddin Keykubad’ın Sultânü’l-ulemâya yaptığı davet üzerine Konya’ya gelir. Henüz Anadolu’da Moğol işgalinin yaşanmadığı zamanlardır. Bahâeddin Veled pîri Necmeddîn Kübrâ ile aynı tarîkata mensup olduğu bilinen meşhur sûfî müellif Ferîdüddîn Attâr’ın Moğollar tarafından şehid edildiği yıl olan hicrî 618/milâdî 1221 yılında Konya’ya yerleşir. Kafile Anadolu’ya gelmeden önce Nişâbur’a uğradığında ziyaret ettikleri Ferîdüddin Attâr tasavvufî mesnevisi Esrârnâme’yi Mevlânâ’ya hediye etmiştir. Câmî’nin kaydına göre bu görüşmede Attâr babasına Mevlânâ için şöyle demiştir: “Bu senin oğlun çok zaman geçmeyecek, âlemde yüreği yanıkların yüreğine ateşler salacaktır.” Bu inkılâbın hazırlıkları başlamıştır zaten!
    *
    Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled, Konya Altınapa Medresesi’nde iki yıl müderrislik yaptıktan sonra hicrî 628/milâdî 1231 tarihinde vefat eder. Mevlânâ babasının yerine müderrisliğe başlar. Mevlânâ önce babasıyla başladığı ilim tahsilini sonraki yıllarda Halep ve Şam’daki medreselerde sürdürür. Mevlânâ’nın Arap dili ve edebiyatı, lugat, fıkıh, tefsir ve hadis gibi ilimler başta olmak üzere aklî ve naklî ilimlerden icâzet aldığı kaydedilir. Tahsili sırasında Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Sa‘deddîn-i Hammûye, Osmân-ı Rûmî, Evhadüddîn-i Kirmânî ve Sadreddin Konevî ile sohbetleri bulunduğu belirtilir. Bir mürşid adayının çevresi de böyle mânevî zenginliklerle dolu olmalıdır ki daha mürşitliğe varmadan kemâle ermeye başlasın!
    İnsan Mevlânâ bir âlim ve fakihtir aynı zamanda. Sohbet ve vaazlarında âyet ve hadis açıklamaları yanında Senâî, Attâr gibi şairlerin şiirleriyle, daha sonra Mesnevî’de anlatılacak olan bazı hikâyelere de yer verir.
    “Âlim Mevlânâ” olarak da vasfedilebilecek olan “insan Mevlânâ”nın bu devredeki temel eseri Mecâlis-i Seb’a’dır. Esasen Mecâlis-i Seb’a, Mevlânâ’nın Şems’e rastlamadan önce kaydedilen vaazları olarak takdim edilir. Sezai Karakoç özellikle Mecâlis’i Mesnevî’ye açılan bir kapı olarak değerlendirir.
    Âlim Mevlânâ… İnsan Mevlânâ… Bu dönemde muhtemelen gönlündeki boşluğu dolduracak bir yol aramaktadır. Eflâkî Dede’nin nakline göre Mevlânâ, babasının Me‘ârif adlı eserini ömrü boyunca elinden düşürmemiş ve şöyle demiştir: “Eğer Hz. Mevlânâ-yı Büzürg (Büyük Mevlânâ, yani babası Bahaeddin Veled) birkaç yıl daha hayatta kalsaydı ben Şems-i Tebrîzî’ye muhtaç olmayacaktım.” Bu söz açıkça mânevî irşada duyulan ihtiyacın dışavurumudur.
    *
  2. Derviş Mevlânâ: “Piştim”
    Babasının vefatından bir yıl sonra Bahâeddin Veled’in müridlerinden olup Mevlânâ’nın çocukluğu sırasında terbiyesiyle meşgul olan Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî şeyhini ziyaret etmek için Konya’ya geldiğinde şeyhin vefat ettiğini öğrenir. Mevlânâ’yla görüşür ve ona zâhir ilimlerinde elde ettiği üstün mertebeyi hâl ilimlerinde de kazanması gerektiğini söyler. Bunun üzerine Mevlânâ, Seyyid Burhâneddin’e mürid olup dokuz yıl ona hizmet eder, bir yandan da onun tesvîkiyle Halep ve Şam’da ilim tahsiline devam eder.
    Zaman 1239-1240 yıllarında Babâî İsyanının yaşandığı zamanlardır. 1243 yılında da Kösedağ Savaşı’nda Selçuklular Moğollara yenilir. Ancak Moğollar başlangıçta Anadolu’ya girme yerine Anadolu’yu yerinden yönetme, daha çok kuzeyle ilgilenme ve muhtemelen kuzeyden Avrupa’ya doğru sokulma eğiliminde görünürler.
    Mevlânâ şeyhinin vefat ettiği hicrî 639/milâdî 1241 yılından bir yıl sonra bir başka celâlî tecellî ile karşılaşır: Hanımı Gevher Hatun vefat eder. Bir yıl arayla önce şeyhini, sonra hanımını kaybetmenin verdiği acıyla Allah’a ilticâ eder, yıllar süren riyazetlere başlar. Bir yandan da irşad faaliyetleriyle meşgul olur. Yöneticiler, âlimler ve halktan oluşan gruplara sohbetler verir. Belki biraz da acılarını unutmak için… Bu derdin Mesnevî’ye nasıl yansıdığına kulak verelim:
    Ağladım her yerde hep âh eyledim,
    Gördüğüm her kul için dostum dedim.
    Herkesin zannında dost oldum ama,
    Kimse tâlip olmadı esrârıma.
    Hiç değil feryâdıma sırrım uzak.
    Nerde bir göz, nerde bir candan kulak?

    *
    Mevlânâ, hicrî 640/milâdî 1242-43 yılında ilk hanımı Gevher Hatun’un ölümünden sonra Konyalı İzzeddin Ali’nin dul kalmış olan kızı Kirâ Hatun’la evlenir. Şemseddin Yahyâ adında bir çocuğu bulunan bu hanımdan Emîr Muzafferüddin Âlim Çelebi ve Melike Hatun dünyaya gelir. Yaralar sarılmakta gibi görünürken hicrî 642/milâdî 1244 yılında Şems-i Tebrîzî güneşi doğar Mevlânâ’nın gönül dünyasına.
    *
    Mevlânâ bir medrese hocasıdır. Anlaşılır ki onun gönlünün derinliklerindeki sırların anahtarı Şems’tedir. “Şems-i Tebrizî’nin gelişi, Mevlâna’nın kendine gelişi, kendi kendini buluşudur” diyen Sezai Karakoç’un deyimiyle durum şudur:
    Şems-i Tebrizî ile konuşmak, Mevlâna için bir monologdur. Ayniyle Şems-i Tebrizî için de Mevlâna öyledir. İkiz ruhlardır onlar. Büyük yolculukta kader arkadaşı, kader yoldaşıdırlar. Mevlâna ve Şems-i Tebrizî, ayni ruhun iki yüzü. Bir elmanın, bir olmanın iki yarısı.
    Şems ve Mevlânâ arasındaki ilişkinin mahiyeti dostluk olarak açıklanabilir. Onların dostluğu “mü’min mü’minin aynasıdır” hikmetinin bir yansımasıdır âdetâ. Şöyle yansır bu dostluk Mesnevî’ye:
    Aynadır ten cân için, can ten için,
    Lâkin olmaz can gözü her kimsenin.

    Seyyid Burhâneddin’in vefatı üzerinden birkaç yıl geçmiştir. Mevlânâ gönlünde açılan ve yıllar yılı süren boşluğu Şems’in sözlü ve sözsüz sohbetleriyle doldurmaya çalışır. Mesnevî’deki ifadelere bakıldığında Şems’in Mevlânâ’ya öğrettiği şey yanmak olmuştur. Bu irfân, Mârûf Kerhî-Ebü’l-Hüseyin Nûrî-Ebû Bekir Şiblî-Hallâc-ı Mansûr-Ebû Saîd Ebü’l-Hayr-Ahmed Gazâlî-Necmeddin Kübrâ çizgisince temsil edilen aşk irfânıdır. Şems, Mevlânâ’nın gönlünde aşk ateşini yakmıştır. Öyle ki Konya çarşılarındaki çekiç sesleri bile Mevlânâ’yı vecde getirmektedir:
    Ney sesi tekmil hava oldu ateş,
    Hem yok olsun, kimde yoksa bu ateş!
    Aşk ateş olmuş dökülmüştür ney’e,
    Cezbesi aşkın karışmıştır mey’e.
    Yardan ayrı dostu ney dost kıldı hem,
    Perdesinden perdemiz yırtıldı hem.
    Kanlı yoldan ney sunar hep arz-ı hâl,
    Hem verir Mecnûnun aşkından misâl.

    Tasavvufta aşk yolu aşk mektebi mensuplarınca Allah’a varmanın en kısa yolu olarak kabul edilir. Mevlânâ da bu yolun inceliklerini babası ve Burhaneddin Muhakkık Tirmizî’den sonra şimdi de Şems’ten öğrenmektedir.
    Mevlânâ henüz mürîddir. Sevgi onu şeyhine bağlamakta, ders verdiği ve sohbet ettiği diğer insanlardan koparmaktadır. Bu kopuş da kıskançlıklara sebep olmaktadır. Mevlânâ’nın oğlu Alâeddin de bu grubun içindedir. Dedikodular ve bunların getirdiği baskıların artmasıyla hicrî 643/milâdî 1246 yılında Şems Konya’yı terk eder. Mevlânâ için bu, gönül dünyasını aydınlatan güneşin kaybolması demektir. Ama diğer yandan Şems’in yokluğunda Şems’in boşalttığı irşad makamına böyle böyle alıştırılır Mevlânâ. Şems’in Şam’da olduğunu öğrenince onunla mektuplaşmaya başlar. Mektuplaşmalar irşad faaliyetinin mektupla sürdürüldüğünü gösterir.
    Mektuplaşma sonucunda Mevlânâ onu Konya’ya döndürebilmek için çaba harcar ve sonunda onu iknâ eder. Onu Konya’ya getiren Sultan Veled, Mevlânâ ile Şems arasındaki ilişkiyi Hz. Mûsâ-Hızır ilişkisine benzetir. Hz. Mûsâ peygamber olmasına rağmen Hızır’ı arar. Bunun gibi devrinde Mevlânâ’nın ulaştığı makama ulaşmış hiçbir kimse bulunmadığı halde Şems’i aradığını söyler.
    Mevlânâ ile Şems, bu defa Mevlânâ’nın medresesindeki hücresinde uzun bir süre mârifetullaha dair sohbetlerde bulunurlar. Yanlarına Sultan Veled ile Şeyh Selâhaddîn Zer-kub’dan başkasının girmesine izin verilmez. Bu arada Şems, Mevlânâ’nın evlâtlığı Kimyâ Hatun’la evlendirilir.
    Dedikodular yeniden şiddetlenmeye başlayınca Şems, hicrî 645/milâdî 1247 yılında yine ansızın kayıplara karışır. Eflâkî’ye göre Şems, içlerinde Mevlânâ’nın oğlu Alâeddin’in de bulunduğu bir grup tarafından planlanan bir suikastle öldürülür. Ardından Alâeddin de ölür. Mevlânâ oğlunun cenazesine katılmaz. O, artık evlat acısını da tatmıştır. Çok sevdiği şeyhi ile oğlunu kaybetmesi de Mevlânâ’nın dünyadaki hasret zincirine iki halka eklemiştir.
    *
    “Şâir Mevlânâ” bu devrede ortaya çıkar. Dîvân-ı Kebîr adıyla meşhur olan Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî bu devrede birikmeye başlar. Onun şiirlerinin çoğu Şems’le tanışmasından sonra, onunla geçirdiği üç yıl içinde ve onun kaybı üzerine sonraki yıllarda yazılmış, eser bizzat şâiri tarafından şeyhine nispet edilerek Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî olarak adlandırılmıştır. Bazen Selâhaddîn, Hüsâmeddin ve Hâmûş isimleri de mahlas olarak kullanılır. Zamanla çoğalarak geniş bir hacme ulaşan Divân-ı Kebîr Âkif tarafından “Şair Mevlânâ”nın göründüğü eser olarak vasfedilir. Şems’in gelişiyle şiir dili açılan Mevlânâ, Şems’in vefatı ardından semâ yapmaya başlamış, bu merâsim bir süre sonra düzenli olarak uygulamaya konulmuştur. Mesnevî’nin şu dizelerinde dile gelir neyin sessiz feryâdı:
    Ney zehir, hem panzehir, ah nerde var,
    Böyle bir dost, böyle bir özlemli yâr?

    Mevlânâ neyle sembolize edilen insân-ı kâmil dostunu kaybetmiş, onun hasretine alışmaya çalışmaktadır. Şems’in boş bıraktığı irşad makamını Mevlânâ doldurmak durumundadır artık.
    *
  3. Mürşid Mevlânâ: “Yandım”
    Yanmak… Ayrılık acısıyla yanmak… Mevlânâ’nın ömrü ayrılıklarla geçmiştir. Vatanından, anasından, babasından, eşinden, kardeşinden, şeyhlerinden, çok sevdiği dostlarından ayrılmak onun kaderi olmuştur. Bu bakımdan Hz. Mûsâ’nın “Rabbim seni nerede arayayım?” sorusuna verilen “Beni gönlü kırıkların yanında ara” cevabının kemâliyle yaşandığı bir misaldir Mevlânâ. Gam dolu günlerde geriye kalan tek dosttur Hakk. Mesnevî’ye kulak verelim biz yine:
    Sırrı bu aklın bilinmez akl ile,
    Tek kulaktır müşteri, ancak dile.
    Gam dolu günler zaman hep aynı hâl,
    Gün tamam oldu, yalan, yanlış, hayâl.

    Babasının vefatından sonra medrese hocalığı ile yetinen Mevlânâ mürşitliğe heves etmemiştir. Önce Burhâneddin Muhakkik Tirmizî’ye, daha sonra da Şems-i Tebrîzî’ye tam bir teslimiyet göstermiştir. Şems’in ayrılığı ardından da irşâdla uğraşmayıp yerine önce Kuyumcu Selâhaddîn’i (Selâhaddin Zer-kub, irşada başladığı tarih hicrî 645/milâdî 1250’dir) irşâdla görevlendirmiştir. Oğlu Sultan Veled’in kendisinden naklinin gösterdiği gibi Mevlânâ’nın şeyhlikte gözü yoktur. Bunun için Kuyumcu Selâhaddîn’i irşadla görevlendirmiştir. Bu arada semâ merâsimleri devam eder.
    Ahmed Eflâkî’nin kaydına göre bir gün Ahî Hüsâmeddin Çelebi Mevlânâ’dan bir talepte bulunur. Müridlerin Hakîm Senâyî, Attâr gibi İran şairlerinin eserlerini okuduklarını, Mevlânâ’nın bir mesnevî yazarak sülûk meselelerini konu edinmesini ister. Bunun üzerine Mevlânâ böyle bir kitabın kalbine ilhâm olunduğunu belirterek bizzat kendi yazdığı ilk on sekiz beytini kendisine uzatır. Eğer beğenirse kâtipliğini yapması şartıyla bu şiire devam edebileceğini söyler. Böyle başlar Mesnevî’nin yazım süreci.
    Mevlânâ Mesnevî’nin yazımın başlamasından çok kısa bir süre sonra sevgili mürîdi ve şeyh olarak atadığı Selâhaddîn Zer-kub’u da kaybeder. 657/1258 yılında yaşanan bu kaybın ardından müridler Ahî Hüsâmeddin Çelebi’ye ısmarlanır ve Mesnevî’nin yazımı devam eder. Şöyle seslenir Mevlânâ Hüsâmeddin’e:
    Gün geçer yok korkumuz, her şey masal,
    Ey temizlik örneği sen gitme, kal!
    Kandı her şey, tek balık kanmaz sudan,
    Gün uzar, rızkın eğer bulmazsa can.
    Olgunun hâlinden âh, anlar mı ham?
    Söz uzar, kesmek gerektir vesselâm.

    Böyle biter Mesnevî’nin bizzat Mevlânâ tarafından kaleme alınan ilk on sekiz beyti. Kendi yazdığı bu kısmı kısa kesen Mevlânâ kalanını Hüsâmeddin Çelebi’ye yazdırır. Bizzat onun kaleminden çıkan bu kısım Mesnevî’nin özü sayılacak ve müstakil şerhlere konu olacaktır.
    Mesnevî’nin yazımı Şems’in vefatından on bir yıl sonra başlamıştır. Yani Sezai Karakoç’un şiir diliyle ifade ettiği gibi Mevlâna’dan “Şems alın”mış ve “kendisine Mesnevî veril”miştir. Bir mürşid alınmış ve kendisine insanlığa mürşidlik edecek bir kitap hediye edilmiştir. Aslında ağır bir bedeldir bu. Ama insanlığın saadeti için gerekli bir bedeldir de. Büyük eserler büyük bedeller ister. İnsanlığa hitap edecek bir dil için böyle bir bedel ödemek durumunda kalmıştır Mevlânâ. İnsanlığa mürşid olmak kolay değildir.
    Selçukluların hicrî 654/milâdî 1256 yılında Moğollar karşısında yaşadıkları Sultan Hanı mağlûbiyeti devletin kaderini değiştirmiştir. 1258 yılında da Moğollar Bağdat’ı ele geçirmişlerdir. Diğer yandan bu mağlûbiyet sonrasında yazılmaya başlanan Mesnevî’nin yeni kitleleri böylece Anadolu’ya girmiş olmaktadır. Moğolların Anadolu’da tam bir hükümranlığa sahip olmaları hem Moğollar hem de halk nezdinde Mevlânâ’ya yeni irşad yolları açmıştır. Bir irşad kitabının hayata geçirilmesi ve irşadının hayatta neye karşılık geldiğinin görülmesi bu çetin şartlarda gerçekleşir. Moğol ileri gelenlerinin hanımlarının Mevlânâ’ya bağlı olmalarının da bu işi kolaylaştırdığı anlaşılıyor. Sûfîlere büyük saygı gösteren Moğollar arasında İslâm’ın yayılması da bu sayede gerçekleşmiştir.
    Bu devrede Mevlânâ ile görüşüp sohbet edenler arasında Kübreviyye pîri Necmeddîn-i Kübrâ’nın halifesi Necmeddîn-i Dâye, Haydariyye pîri Kutbüddin Haydar’ın halifesi Hacı Mübârek Haydar, Sa‘dî-yi Şîrâzî, Kutbüddîn Şîrâzî, Hümâmüddin Tebrîzî ve Fahreddîn Irâkī de vardır. Hatta Yunus da bir şiirinde Mevlânâ’nın nazarının üzerinde olduğunu söyler:
    Mevlâna Hüdavendigâr bize nazar kılalı
    Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır

    Mesnevî nedir? Mesnevî, mürşid Mevlânâ’nın başlıca eseri, Batı dilindeki deyimiyle opus magnum’udur. Teknik olarak edebiyatımızda birbirinden bağımsız kafiyeli beyitler halinde yazılan uzun şiirlere bu isim verilir. Zaten Mesnevî de bu tertipte kaleme alınmıştır. Zuhûra gelişi sırasında Şems ona ruh üflemiş, Hüsameddin Çelebi de kalemiyle onu bedene büründürmüştür. Yani en az iki insanın katkısıyla yazılmış bir kitaptır Mesnevî. Ama Mesnevî’ye gelene kadar Mevlânâ, Mecâlis-i Seb’a’dan, Fîhi mâ fîh’ten, Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî’den geçirilmiş, geçtiği bu yollar onu Mesnevî’ye çıkarmıştır. Çokluktan ikiliğe, ikilikten birliğe geçiş…
    Şâir ve derviş Mevlânâ’nın eseri Dîvân-ı Kebîr bir denizse mürşid Mevlânâ’nın Divân-ı Kebîr’den sonraki susuzluk devresini sonlandıran Mesnevî bir okyanustur.
    *
    Mevlânâ kendisi Mesnevî’de şöyle diyor: “Bizim Mesnevî’miz bir vahdet dükkânıdır. Onda BİR’den başka gördüğün her şey puttur.” Şu halde Mevlânâ diliyle Mesnevî ikilikten kurtularak Bir’e varmaya yardımcı olan bir kitaptır. Yani kısaca ikiden Bir’e gitmenin kitabını yazar Mevlânâ. Belki de bu yüzdendir eserin bu terimle özdeşleşmesi. Osmanlı bakıyyesi olan topraklarda Mesnevî denilince bir edebiyat türü değil, Mevlânâ’nın bu isimdeki şâheseri akla gelir.
    Mesnevî’nin yazımı hicrî 656/milâdî 1258 yılında başlamıştır. İlk on sekiz beytinin bizzat Mevlânâ tarafından kaleme alındığı eser altı defterden oluşur. Zaman zaman duraklamalarla zaman zaman da çok hızlı bir şekilde Hüsâmeddin Çelebi’nin kâtipliğiyle kaleme alınmış olan eserin yazımı Mevlânâ’nın vefatına beş yıl kala yani hicrî 666/milâdî 1268 yılında tamamlanır. Kâtibinin adına nispetle “Hüsâmî-nâme” olarak da adlandırılır. Hüsâmeddin Çelebi’den gelen nakillere göre, Mevlânâ Mesnevî’yi yazdırırken hiçbir kitaba müracaat etmemiş, eline kalem almamıştır. Medresede, kaplıcalarda, hamamda, Meram’da aklına ne geldiyse Mevlânâ söylemiş, Hüsâmeddin yazmış, hatta bazen yazmayı yetiştirememiştir.
    Bazı görüşlere göre Mesnevî yolun sonunda, yani Mevlânâ’nın şeyhlik döneminde yazıldığı için sülûk konusunda etkili bir kitaptır. Şeriat-tarîkat-hakikat üçlüsünün tarifini içeren Mesnevî’nin birinci defteri nefs-i emmârenin kötülüğünü anlatarak başlar ve nefs-i levvâmeye geçişin önemini vurgular. Dibacesinde “Aşk nedir?” sorusuna “Benim gibi ol anlarsın” cevabının yer aldığı ikinci defterin temel konusu aşktır ve nefs-i mülhimeye işaret ettiği kabul edilir. Şârihler tarafından “Mesnevî’nin kalbi” kabul edilen üçüncü defter nefs-i mutmeinneyle irtibatlandırılır. Nefs-i mutmeinne velâyet makamının ilk basamağı sayılır. Mevlânâ’nın vasiyetinin yer aldığı “Mesnevî’yi aydınlatan güneş” olarak nitelenen dördüncü defter nefs-i râdiye ile irtibatlandırılır. Beşinci defterde de birinci defterde olduğu gibi şeriat-tarîkat-hakikat üçlüsü açıklanır, ancak farklı bir mertebe olan nefs-i merzıyye nokta-i nazarından! Altıncı defter ise sondan başa, yani müritlikten mürşitliğe geçişi ifade eder ve nefs-i kâmileye karşılık gelir.
    *
    Mevlânâ Mesnevî’nin yazımının tamamlanmasından sonra hicrî 5 Cemâziyelâhir 672/milâdî 17 Aralık 1273 tarihinde yeryüzündeki görevini tamamlayarak Rabbinin huzûruna geri döndü. Eskilerin tabiriyle söylemek gerekirse “İrci‘î hitâbına icâbet etti”. Cenazesine müslüman ve gayrımüslim topluluklardan oluşan mahşerî bir kalabalık katıldı. Sultan Veled’in kaydına göre müslümanlar onu Hz. Muhammed’in nuru ve sırrı, hıristiyanlar kendilerinin Îsâ’sı, yahudiler de kendilerinin Mûsâ’sı olarak gördükleri için cenaze merâsiminde onu yalnız bırakmadılar. Mevlevî kaynaklardan Sipehsâlâr’ın kaydına kulak verelim: Mevlânâ’nın vasiyeti üzerine cenâze namazını kıldırmak için öne çıkan İbn Arabî’nin talebesi ve evlatlığı Sadreddin Konevî büyük bir teesürle gözyaşlarına boğularak cenazesini kıldırmaya muvaffak olamadı. Bu durumu gören Kadı Sirâceddin öne çıkarak Mevlânâ’nın cenâze namazını kıldırdı. Cenaze namazını kıldırmak için öne çıkan fakat buna muvaffak olamayan Konevî’nin teessürü, aralarında düşmanlık olduğunu iddia edenlere de bir cevaptır.
    *
  4. Mevlânâ’dan Günümüze Kalanlar
    Bir âlim olan insan, derviş ve mürşid Mevlânâ’nın dinî-tasavvufî düşüncesinde kaynağın Kur’an ve Sünnet olması kaçınılmazdır. Şiirinde “Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim, seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım” beytiyle bunu dile getirmiş, pergel metaforuyla da bunu ifade etmiştir. Mesnevî’de “Ahmed’in şeriatı önünde aklı kurbân et” derken, aklı hiçe saymamış, dînin incelikleri konusunda aklın yeterli olamayacağını vurgulamak istemiştir. Bu yaklaşıma göre dünya işlerinde insana fayda sağlayan akıl Hakk’a vuslat hususunda ayak bağı olabilir. Bu sebeple Mevlânâ bilinen mânâda bir filozof yahut şâir olarak nitelendirilemez. Onu ancak merâmını şiir diliyle anlatan hikmet sahibi bir ârif olarak tasvir etmek doğru bir yaklaşım olur.
    Mevlânâ’ya göre akıl ve kıyas insanı belli bir noktaya kadar götürse de o belirli noktadan sonra insanı sırtlayacak olan aşktır. Özellikle günümüzde çok yanlış anlaşılmalara konu olan aşkın gerçek mahiyeti Allah’a zorunluluk sebebiyle değil, severek ve isteyerek kulluk etmektir. Allah Kur’an’da kendisini sevgiyle tasvir etmiş, “Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever” [Mâide 5/54] buyurarak sevginin kulluktaki önemini ortaya koymuştur. Dolayısıyla her ne kadar akıl çözümleyemese de sevginin ileri derecesi olan aşk ilâhî kaynağa dayanır.
    Mevlânâ’ya göre aşk İblis’in Âdem’de göremediği şeydir. Herkes karşısındakinde kendisinde var olanı görür. Şeytan, kendisinde bulunmadığından Âdem’deki aşkı göremediği için onu küçümsemiştir. Ancak Âdem’in aldanışına sebep olan şey de onun nefsidir. Mevlânâ ahlâk sahasında insanlar arasındaki senlik-benlik kavgasına dayalı ikiliklerin sonlandırılmasına gayret etmiştir. Tekliğe varmanın yolu da aşktır. Bunun için de kendini yok görmek (fenâ) gerekir. Mevlânâ sûfîliğin benlikten kurtulamaya dönük fenâsını hedef belirlemiştir. Sevginin en nâdir hissedildiği bir zaman diliminde aşkı öne çıkaran Mevlânâ, günümüz insanına da aynı dilde sesleniyor. Bu sebeple Batı’da pek çok insan onun mesajına kulak veriyor, bunlardan bir kısmı da Müslümanlığa geçiyor.
    *
    Mevlânâ sûfî geleneğe uyarak insanı tek başına hayvana yahut hayvanlığa indirgemez: “Yarısı eşek, yarısı melektir” diyerek insanın hem olumlu hem olumsuz yönleri olduğunu vurgular. O, yine sûfî gelenek içinde kalarak insanı hayvanlara değil, peygamberlere yaklaştırmaya çalışır. Bu bakımdan o, insanı hayvanla eşitleme eğiliminde olan Batıdaki ilk dönem hümanistlerinden de kesin olarak ayrılır.
    Mevlânâ için insan Allah’ın yeryüzündeki halîfesidir. Her insan o hedefe ulaşamasa da sıradan insan insan-ı kâmilin çekirdeğidir. Hilâfet insanın Kur’ân’da da zikredilen [Bakara 2/30] temel bir niteliğidir. Bu vasfın ortaya çıkması insanın hayvanlara değil, peygamberlere yaklaşmasıyla mümkündür. Bu sebeple sûfîler insanı peygamberlere yaklaştırmak isterler ki içindeki mânevî gelişme potansiyeli ortaya çıkabilsin!
    Mevlânâ’ya göre insan bütün varoluşları kendisinde toplayan en büyük âlemdir. Maddenin bütün unsurları insanda toplandığı gibi, Allah’ın bütün isimleri de insanda toplanmıştır. Bu sebeple hilâfetten ayrı olarak bir cem’/cem’iyyet sahibi kılınmıştır insan. Bir âyete göre Allah Âdemoğullarını mükerrem kılmış [İsrâ 17/70], bir hadîse göre de [Buhârî, İsti’zân 1; Müslim, Birr 115; İbn Hanbel, 2/244, 251] Allah insanı kendi sûretinde yaratmıştır. Bir yandan da insan bütün varlıklardan başka, uhrevî ve dünyevî âlem arasında olması bakımından bir arada varlık, yani bir berzahiyyet varlığıdır.
    Mevlânâ’nın insan üzerindeki tespitlerini Batı dünyasında terapi amaçlı olarak kullananlara ve bu metotları yeni tekniklerle formüle edenlere rastlanmaktadır. Belki de bu eğilimler hayatının büyük bir bölümünü tasavvuf tarihi araştırmalarına adayan Arthur John Arberry’nin (1905-1969) vaktiyle yaptığı itirafın bir neticesidir: “Hayatımın geri kalan senelerini yalnızca Hazret-i Mevlânâ’nın eserlerini tedkike hasredeceğim, çünkü onun eserlerinde asrımızın hastalıkları için rûhânî ilaç ve tesellîler bulmak mümkündür.” Bu itirafa damgasını vuran “çağın hastalıkları” ifadesi, Arnold Toynbee’nin (1889-1975) Medeniyet Yargılanıyor adlı kitabındaki tasvirlerle beraber okunduğunda daha derin bir anlam kazanır.
    Ahmet Yaşar Ocak’ın da dâhil olduğu pek çok otoritenin Mevlânâ’yı insan konusundaki görüşleri noktasında orijinal yaklaşımlara sahip görmesi, onun bu konuda gerçekten özgün bir başarıya sahip olduğunu gösterir. Batıda Arberry’den Schimmel’e, Doğuda İkbâl’den Âkif’e pek çok insanı etki altına alması insan ve insanlığın gönlüne Mevlânâ elinin dokunduğunu gösterir. Bu yönüyle Mevlânâ, beşeriyyât (antropoloji=beşer bilimi) değil, insanı bir değerler bütünü içinde ele alan ve o bütün içinde mânevî gelişimini öngören insâniyyât araştırmalarına temel oluşturacak bir birikim ortaya koymuştur. Buna belki modern dilde sadece kelime anlamı itibariyle antropozofi denilebilir. Evet, “sadece kelime anlamı itibariyle” çünkü Mevlânâ’nın insan hakkındaki tespitleri modern çağda aynı isimde ortaya çıkan ve bir kısmı sapkınlık içinde olan yaklaşımlardan temel itibariyle farklıdır.
    Diğer yandan Mevlânâ, Moğolları ele alırken de kendi çağı, şartları ve anlayışı içerisinde tam bir beşeriyyât/sosyal ve kültürel mânâda antropoloji mütehassısı gibidir. Fîhi mâ fîh’ten Sezai Karakoç’un da yaptığı uzun alıntı bunu gösterir. Bu pasajda özetle zayıfken ilâhî yardımı alan Moğolların kuvvetlenince şımardıklarını, bu defa halkın zayıf olduğunu, bundan sonra Moğollara karşı onlara ilâhî yardımın geleceğini söyler Mevlânâ. Karakoç Mevlâna’nın bu cevabını “başlı başına bir tarih felsefesi” olarak görür. Hatta “19. asırda kurulan materyalist tarih diyalektiğine, ondan 6 asır önce, Mevlâna’nın ruhçu tarih diyalektiği[nin] cevap ver”diğini ifade eder. “Tarihî materyalizme karşı çıkmak için bu ruhçu diyalektiği diriltmekten başka çare” olmadığının da altını çizer. Böylece bize bu devirde Mevlânâ düşüncesinden nasıl yararlanacağımıza dair yol gösterir. Benzer bir vurguyu Nurettin Topçu’da da görürüz.
    *
    Yirmi beş ilâ yirmi altı bin beyitten oluşan Mesnevî’nin bereketi daha yazıldığı zamanlardan itibaren pek çok şâir ve düşünürü etkisi altına almıştır. Mesnevî Anadolu ve Balkanlarda hem Türk tasavvuf kültürünü hem edebiyatını hem de düşünce dünyasını en çok etkileyen kitaptır. Öyle ki Farsça bir eser olmasına rağmen hem Dîvân edebiyatımızı hem de halk edebiyatımızı etkilemiş nâdir eserlerden biridir. Din, tasavvuf ve hayat arasında iplik iplik örülmüş bir eserdir Mesnevî. Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç’un onu günümüz insanını çıkmazdan kurtaracak bir eser olarak görmeleri boşuna değildir. Mesnevî Osmanlı edebiyatının kurucu metnidir. Onda günümüz Türk edebiyatı için yeniden bir kurucu metin olacak birikim hâlâ mevcuttur.
    Eserin Osmanlı dünyasında yapılan çok sayıda şerhi vardır. Sezai Karakoç, Mevlâna’nın, Anadolu üzerinde mânevî bir tasarrufunun olduğunu açık ve net bir dille ifade eder. Bu tasarruf biraz da Mesnevî’yle gerçekleşmiştir. Mevlânâ’nın ifadesiyle “Bizden sonra Mesnevî şeyhlik eder” hakikati Osmanlı dünyasında tahakkuk etmiştir. Mesnevî’nin etkisi sadece Mevlevî kültürüyle sınırlı kalmamış ve eser Nakşî, Kadirî, Halvetî ve daha pek çok tarîkat mensubunun okuduğu bir kitap olmuştur. Tefsir, hadis, kelâm, fıkıh, tasavvuf, felsefe tarihi, dinler ve mezhepler tarihi, şiir, edebî tenkit gibi dallarda bilgi sahibi olmayı gerektiren mesnevîhanlık ise kültürümüzü zenginleştiren bir başka renktir.
    Mesnevî’nin etkisi Osmanlı topraklarıyla sınırlı kalmamış ve eser hem Doğu hem de Batı dünyasında tesirini göstermiştir. Mesnevî İngilizce, İspanyolca, Fransızca, Almanca, Rusça, hatta Gürcüce de dâhil pek çok dile çevriliyor ve günümüzde de okunuyor. Bu durum Mevlânâ’nın “Bizden sonra Mesnevî şeyhlik eder” sözünün hakikat olduğunu gösteriyor. Ancak her türlü sağlam yolun sahtelerine uzanan aldanışların varlığı olan dünya yurdunda yaşadığımız unutulmaksızın suret-i haktan görünen sahte yolların çıkabileceğini de göz ardı etmemek gerekiyor.
    *
    Demek ki Mevlânâ’nın bize bıraktığı bir başka mîras da sanattır. Mevlevî tekkeleri birer sanat mektebi olarak hizmet vermişlerdir. Şiir, mûsıkî ve güzel sanatların pek çok kolu Mevlevîhânelerde gelişme göstermiştir. Şuarâ tezkirelerinde yer alan tarîkat ehli divan şairlerinin üçte ikisinin Mevlevî kökenli oluşu bunu gösterir. Bunlar arasında Nefî, Neşâti, Fasih Ahmed Dede, Esrâr Dede, Nâbî ve Şeyh Galib en meşhur olanlarıdır. Mevlevî hattatların da hat sanatına mühim katkıları vardır.
    Mûsıkî ise Mevlevîliğin asıl katkı sahasıdır. Denilebilir ki bir Türk Klasik Mûsıkîsi’nden söz edilebiliyorsa bunun temel taşı Mevlevî dergâhlarıdır.
    Semâ başlı başına bir mûsıkî ve zikir tarzıdır. Mevlânâ Cüneyd-i Bağdâdî’nin izinden giderek mûsıkîyi bütün maddî ve fizîkî hâdiselerin üstünde “Elest Bezmi’nin âvâzesi” olarak târif eder. Semâ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” [Ârâf 7/172] sorusuna verilen müspet cevabın estetik bir şeklidir. Bu yüzden mevlevihâneler, mânevî eğitim işlevlerinin yanı sıra devrin güzel sanatlar akademileri yahut konservatuarları olmuşlardır. Segâh tekbir ve salât-ı ümmiye bestekârı Buhûrî-zâde Mustafa Itrî Efendi bu ocaktan yetişmiştir. Bin bir günlük Mevlevî çilesini doldurarak sülûklerini tamamlayan ve “dede” mertebesine ulaşan Mevlevî bestekârlardan bir kısmı şöyle sıralanabilir: Ali Nutkî Dede, Osman Selâhaddin Dede, Kutbünnâyî (neyzenlerin kutbu) Osman Dede, Hamâmîzâde İsmâil Dede Efendi, Ahmed Celâleddin Dede, Zekâî Dede, Fahreddin Dede. Padişah III. Selim de besteleriyle mûsıkîmize katkıda bulunan bestekârlardandır. Rauf Yektâ Bey ise Cumhuriyetin ilk yıllarında klasik mûsıkîmizi radyoda icrâ eden ilk isimlerden biridir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Mevlânâ’nın açtığı yoldan giden Mevlevî bestekârlar olmasaydı bir klasik mûsıkîmiz olmayacaktı.
    *
    Mevlânâ irfânını çeşitli zamanlarda şuurlu yahut şuursuz bazı yanlış anlamalara kurban etmek isteyenler olmuştur. Meselâ Mevlânâ’nın şu ifadesindeki görüşler evrim teorisiyle izah edilmek istenilmiştir:
    Cansız varlıkken öldüm, yetişip gelişen bitki oldum; bitkiyken öldüm, hayvan biçiminde tezahür ettim. Hayvanlıktan geçip öldüm, insan oldum; öyleyse ölmekten korkmak niye? Hiç daha kötüye dönüştüğüm, alçaldığım görüldü mü? Bir hamle daha edeyim de insanken öleyim, melekler âlemine geçip kol kanat açayım. Melek olduktan sonra da ırmağa atlamak, melek sıfatını da terk etmek gerek.
    Oysa bu yaklaşım tamamen insanın maddî yapısıyla sınırlı olup âyetlerde de karşılığı bulunabilir: “Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek, sonra yine diriltecek, sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz” [Bakara 2/28] Hatta bazı zihinlerce bu âyetler ruhun bedenden bedene göçmesi anlamına gelen tenâsuh inancıyla karıştırılmıştır. Oysa bu tür ifadeler evrimi ya da tenâsuhu değil tasavvufta “devir” olarak isimlendirilen anlayışı yansıtır. Ölümle birlikte beden yine toprağa, ruh ise mutlak varlığa kavuşacaktır. Bu tür ucuz yaklaşımlarından hareketle Mevlânâ irfânında bir saptırmaya yol açmak cehaletten kaynaklanmıyorsa kasıtlı bir tavırdır. Mevlânâ’yı İslâm’dan koparmak onu sıfırlamanın dolambaçlı yoludur.
    Bazı zihinlerin kasıtlı yaklaşımlarındaki gibi Mesnevî Kur’ân’a alternatif bir kitap değil, Kur’ân’ı açıklayan bir kitaptır. Pek çok başlığı da dâhil içinde çok sayıda âyet ve hadisin açıkça yer alması bazen de örtülü iktibaslara konu olması bu sebepledir. Kur’ân’ı açıklayan bir kitap olması sebebiyle bizzat müellifi tarafından Keşşâfü’l-Kur’ân olarak adlandırılması da bundandır.
    Mesnevî’de görülen ve çokça tenkit konusu yapılan açık saçık hikâyelerin anlatılmasından maksat açık saçıklığı yaymak değildir. Her şeyden önce Mevlânâ, Cüneyd-i Bağdâdî’nin tevhide bir şarkı sözüyle işarette bulunmasına benzer biçimde yüksek bir tevhide basit bir mesajla işarette bulunur. Cüneyd şöyle demiştir: “Ârif olan muvahhid en yüksek tevhidin işaretini en basit bir hitaptan alabilen kişidir.” Bazen de Mevlânâ nefsin azgınlığına vurgu yaparak insanın bu arzulara kapılmaması gerektiğini vurgulamak için bu tür hikâyeleri anlatır. Yani sonucu tasavvufî bir ibrete bağlar. Bunu yaparken de muhtemelen toplumda var olan bazı yanlışlık ve sapkınlıklara dokundurmalar yapar, ama konuyu o noktada bırakmadan! Mevlânâ’ya atılan ve ispatı mümkün olmayan başka iftiraları ise hiç zikretmemek en doğrusudur. Onun “Gel” mesajında saklı duran insanı bunaldığı şartlardan kurtarma çabasını ıskalayarak onu inançtan soyutlanmış basit bir mistisizme indirgeme girişimleri de onu değersizleştirmenin bir başka şeklidir.
    Mevlânâ’nın Moğol ajanı olduğunu ileri süren görüşler de desteksiz ve insafsızdır. Müslüman ahalinin zulüm altında inim inim inlediği bir zamanda o, gerektiğinde eleştiri getirerek bu zulme engel olmaya çalışmış, yaklaşımlarıyla bir süre sonra Moğollar arasında İslâm’ın yayılmasına vesile olmuştur. Şu da söylenebilir: Moğollara karşı Ahîler, İslâm’ın celâl kılıcını sallarken, Mevlânâ onları cemâl tecellîsiyle selâmlamıştır.
    *
    Sonuç
    Mevlânâ insanın rûhuna dokunan bir İslâm ârifidir. Evrâdı sayılmayacak olursa Mevlânâ’dan bize kalan beş yazılı eser vardır: İrşaddan çok ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarının giderilmesi taleplerinin yoğun olduğu Mektûbât’ı, dost ve müridleri tarafından kaydedilmiş sohbet ve vaazlarından oluşan Mecâlis-i Seb’a ile Fîhi Mâ Fîh’i, şiirlerinden oluşan ve Dîvân-ı Kebîr adıyla bilinen Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî’si ve nihayet şâheseri olan Mesnevî. Mektûbât insan Mevlânâ’nın hizmetleri, Mecâlis-i Seb’a ve Fîhi Mâ Fîh insan/âlim Mevlânâ’nın nasihatleri, Divân-ı Kebîr derviş-şâir Mevlânâ’nın seslenişleri, Mesnevî ise mürşid Mevlânâ’nın insanlığı hâlâ aydınlatan irşad kitabıdır.
    Mevlânâ’nın eserleri genellikle Farsça yazılmıştır. “Beni yabancı sanmayınız, ben bu mahalledenim. Sizin mahallenizde evimi arıyorum. Her ne kadar düşman görünüyorsam da düşman değilim. Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türktür” rubâîsi Mevlânâ’nın ırkî kökenini ortaya koymakla beraber Farsça yazma sebebinin bir başka yönünü de gösteriyor. Esasen Mevlânâ’nın yaşadığı dönemlerde Gazneliler, Selçuklular, Hârizmşahlar ve Anadolu Selçukluları da dâhil Türk devletlerinin çoğunda resmî dilin Farsça olduğu hesaba katılırsa Mevlânâ’nın bu dille yazmayı tercih etme sebeplerinden biri ortaya çıkmış oluyor. Şiire son derece yatkın bir dil olan Farsça, öyle görünüyor ki Mevlânâ’nın hitabındaki güçle beraber, hitap ettiği kitleleri de artırmıştır. Mevlânâ’nın hitabı Farsça ve şiirle bütünleşerek Anadolu halkına mal olmuştur. Günümüzde de insanlığa seslenmektedir. Günümüz insanına hitap edecek etkili yolları bulmak günümüz müslümanının boynuna borçtur.
    Mesnevî’den çıkarılacak sanat fikriyatı, günümüz şartlarında güncellenmiş bir sanat perspektifine hız kazandırabilir. Yitirilmiş hazinelerin yeniden keşfi için Mesnevî bir hareket noktası olabilir. Mesnevî’deki insan anlayışının çözümlenmesi günümüz insanının dertlerini çözerek onu yüce âlemlere taşımanın ilk adımı olabilir.
    Sekiz yüz yılı aşkın bir sürede insanlığa mesajının kesintisiz olarak ulaştığı Mevlânâ daha nice yüzyıllar insanlığa seslenmeye devam edecektir. İnsanın değerini yitirdiği bir zaman diliminde insanı öne çıkaran Mevlânâ irfânının, insanı tamamen devre dışı bırakmak isteyenlerin boy gösterdiği bu devrede insanı ve insanlığı kazanmaya yardımcı olmasını beklememizi sağlayacak bir tecrübe içerdiğine hiç kuşku yoktur. Cenazesine her dînî gelenek ve mezhepten insanın katılmış olması da bu gerçeğin en açık ifadesidir.
    *
    İnsandan geçerek İNSAN’a ermek, varlıktan geçerek VARLIĞA varmak. Beşerden ve varlıktan geçerek insan-ı kâmile ermenin bereketi gerçek varlık olan Hakk’a varmak… İşte Mevlânâ’nın yolculuğunun özeti… İNSAN’a ermek, bu ermeyi başarabilmek insanlığa duru, güçlü ve bitimsiz bir seslenme gücü veriyor ona… Hâlâ sevilerek aranmasının sırrı burada…
    İnsan hayatının hiçe sayıldığı zamanda insanı insana gösteren, kendisi de insandan geçirilerek İNSANa eren mürşid Mevlânâ Kur’ân ve Peygamber kaynaklı insan fikriyatıyla hâlâ insanlığa sesleniyor. İnsan Mevlânâ, içindeki Derviş Mevlânâ’yı çıkardı. Derviş Mevlânâ’nın içinden Mürşid Mevlânâ’yı çıkaran da Şems oldu. Bu üç Mevlânâ’dan her biri diğerinin içinde saklıdır. Ama biz İnsan Mevlânâ’nın dertlere karşı koyma gücü kadar Mürşid Mevlânâ’nın irşâdına da muhtacız. Aslında insanlık bu irşâdı bekliyor.
    Kaynakça:
    Algar, Hamid. “Molla”. TDV İslâm Ansiklopedisi. 30/238-239. Ankara: TDV Yayınları, 2020.
    Ankaravî, İsmail Rüsûhî. Mesnevî Şerhi Mecmûatü’l-letâif ve matmûretü’l- maârif. 6 Cilt. Bulak: Dârü’t-Tıbâati’l-Âmire, 1835.
    Ankaravî, İsmail Rüsûhî. Mesnevî’nin Sırrı Dîbâce ve İlk 18 Beyit Şerhi. çev. Semih Ceyhan, Mustafa Topatan. İstanbul: Hayykitap, 2008.
    Arasteh, A. Reza. Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş: Mevlana Celaleddin Rumi’nin Kişilik Çözümlemesi. çev. Bekir Demirkol – İbrahim Özdemir. Ankara: Kitabiyat, 3. Basım, 2007.
    Arslan, İhsan. Moğollar Arasında İslâmiyetin Yayılışı. İstanbul: Metamorfoz Yayıncılık, 2014.
    Ayvazoğlu, Beşir. Aşk Estetiği İslâm Sanatlarının Estetiği Üzerine Bir Deneme. İstanbul: Kapı Yayınları, 4. Basım, 2017.
    Can, Şefik. Mevlânâ Hayatı – Şahsiyeti – Fikirleri. İstanbul: Ötüken Neşriyat, 10. Basım, 2013.
    Can, Şefik. Mevlânâ ve Eflâtun. İstanbul: Kurtuba Kitap, 2009.
    Ceyhan, Semih. “Mesnevî”. TDV İslâm Ansiklopedisi. 29/325-334. Ankara: TDV Yayınları, 2004.
    Çakır, Besime. Türkiye Selçuklu Devleti’nin Dönüm Noktası Sultan Hanı Savaşı ve Kadı İzzeddin. Konya: Selçuk Üniversitesi, Yüksek Lisans, 2019.
    Erginli, Zafer. “Mevlânâ İrfânında İnsan Prototipi Olarak Hz. Âdem”. Marife Dini Araştırmalar Dergisi 7/3, Kış (2007), 67-90.
    Fürüzanfer, Bedîüzzaman. Mevlânâ Celâleddin. çev. Feridun Nafiz Uzluk. İstanbul: MEB Yayınları, 1997.
    Gölpınarlı, Abdülbaki. Mevlânâ Celâleddin. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1985.
    Gölpınarlı, Abdülbaki. Yunus Emre Hayatı ve Bütün Şiirleri. Altın Kitaplar Yayınevi, ts.
    Gölpınarlı, Abdülbaki. Yunus Emre ve Tasavvuf. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 2. Basım, ts.
    Gürer, Dilaver. “Mevlânâ Celâleddin Rûmî”. Mecâlis-i Sebâ Yedi Vaaz Sohbetler. 16-26. Konya: Konya Büyükşehir Belediyesi, 2008.
    Kaplan, Hayri. Tahrif ve Tashih: 13. Yüzyıl Anadolu İslam Düşüncesi Üzerine İncelemeler. İstanbul: Endülüs Yayınları, 2018.
    Kara, İsmail. Bir Felsefe Dili Kurmak: Modern Felsefe ve Bilim Terimlerinin Türkiye’ye Girişi. İstanbul: Dergâh Yayınları, 4. Basım, 2016.
    Kara, İsmail. Din ile Modernleşme Arasında: Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri. İstanbul: Dergâh Yayınları, 3. Basım, 2012.
    Karakoç, Sezai. Edebiyat Yazıları I Medeniyetin Rüyası Rüyanın Medeniyeti Şiir. İstanbul: Diriliş Yayınları, 9. Basım, 2019.
    Karakoç, Sezai. Gün Doğmadan Şiirler. İstanbul: Diriliş Yayınları, 24. Basım, 2018.
    Karakoç, Sezai. Hızırla Kırk Saat Şiirler III. İstanbul: Diriliş Yayınları, 10. Basım, 2008.
    Karakoç, Sezai. İslâm’ın Şiir Anıtlarından. İstanbul: Diriliş Yayınları, 9. Basım, 2019.
    Karakoç, Sezai. Makamda. İstanbul: Diriliş Yayınları, 4. Basım, 2005.
    Karakoç, Sezai. Mevlâna. İstanbul: Diriliş Yayınları, 13. Basım, 2021.
    Karakoç, Sezai. Yunus Emre. İstanbul: Diriliş Yayınları, 21. Basım, 2018.
    Lewis, Franklin D. Mevlânâ: Geçmiş ve Şimdi, Doğu ve Batı: Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Hayatı, Öğretisi ve Şiiri. çev. Gül Çağalı Güven, Hamide Koyukan. İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2010.
    Mevlânâ. Mesnevî. çev. Tâhirü’l-Mevlevî – Selahattin Tuna. 6 Cilt. İstanbul: Kırkambar Yayınları, 2010.
    Mevlânâ. Mesnevî. çev. Derya Örs – Hicabi Kırlangıç. İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, 2015.
    Mevlânâ – Konuk, Ahmed Avni. Mesnevî-i Şerîf Şerhi. çev. Mustafa Tahralı vd. İstanbul: Kitabevi, 2005.
    Mevlânâ – Konuk, Ahmed Avni. Mesnevî-i Şerîf Şerhi. çev. Mustafa Tahralı, Dilaver Gürer. İstanbul: Kitabevi, 2008.
    Mevlânâ, Celâleddin. Dîvân-ı Kebîr. çev. Abdülbâkî Gölpınarlı. 5 Cilt. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1957.
    Mevlânâ, Celâleddîn Rûmî. Fîhi Mâ Fîh. çev. Ahmed Avni Konuk, Selçuk Eraydın. İstanbul: İz Yayıncılık, 1994.
    Mevlânâ, Celâleddîn Rûmî. Mecâlis-i Sebâ Yedi Vaaz Sohbetler. çev. Dilaver Gürer. Konya: Konya Büyükşehir Belediyesi, 2008.
    Meyerovitch, Eva de Vitray. Güneşin şarkısı. çev. Cemal Aydın. İstanbul: Şûle Yayınları, 2001.
    Ocak, Ahmet Yaşar. Türk Sufîliğine Bakışlar: Ahmed-I Yesevî, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî, Ahîlik, Alevîlik-Bektaşîlik ; (yaklaşım, Yöntem ve Yorum Denemeleri). İstanbul: İletişim Yayınları, 1996.
    Olgun, Tahirü’l-Mevlevî. Mesnevî Şerhi. İstanbul: Şamil Yayınları, ts.
    Öngören, Reşat. “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî”. TDV İslâm Ansiklopedisi. 29/441-448. Ankara: TDV Yayınları, 2004.
    Schimmel, Annemarie. Ben Rüzgârım Sen Ateş: Mevlânâ Celâleddin Rumî; Büyük Mutasavvıfın Hayatı ve Eseri. çev. Senail Özkan. İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2003.
    Schimmel, Annemarie. İslâmın Mistik Boyutları. çev. Ergun Kocabıyık. İstanbul: Alfa Basım Yayım Dağıtım, 2. Basım, 2017.
    Semih Ceyhan. “Dîbâcelere Göre Mesnevî: Mesnevî’nin Önsözleri”. Mesnevî’nin Sırrı Dîbâce ve İlk 18 Beyit Şerhi. 31-47. İstanbul: Hayykitap, 2008.
    Topçu, Nurettin. İslâm ve İnsan; Mevlâna ve Tasavvuf. İstanbul: Dergâh Yayınları, 16. Basım, 2020.
    Toynbee, Arnold. Medeniyet Yargılanıyor. çev. Ufuk Uyan. İstanbul: İşaret Yayınları, 1988.

Mesnevî’nin bizzat Mevlânâ tarafından yazılmış olan ilk on sekiz beytinin Feyzi Halıcı tarafından yapılmış olan tercümesi:
Duy şikâyet etmede her an bu ney,
Anlatır hep ayrılıklardan bu ney.
Der ki feryâdım kamışlıktan gelir,
Duysa her kim, gözlerinden kan gelir.
Ayrılıktan parçalanmış bir yürek
İsterim ben, derdimi dökmem gerek
Kim ki aslından ayırmış cânını,
Öyle bekler, öyle vuslat ânını.
Ağladım her yerde hep âh eyledim,
Gördüğüm her kul için dostum dedim.
Herkesin zannında dost oldum ama,
Kimse tâlip olmadı esrârıma.
Hiç değil feryâdıma sırrım uzak.
Nerde bir göz, nerde bir candan kulak?
Aynadır ten cân için, can ten için,
Lâkin olmaz can gözü her kimsenin.
Ney sesi tekmil hava oldu ateş,
Hem yok olsun, kimde yoksa bu ateş!
Aşk ateş olmuş dökülmüştür ney’e,
Cezbesi aşkın karışmıştır mey’e.


Yardan ayrı dostu ney dost kıldı hem,
Perdesinden perdemiz yırtıldı hem.
Kanlı yoldan ney sunar hep arz-ı hâl,
Hem verir Mecnûnun aşkından misâl.
Ney zehir, hem panzehir, âh nerde var,
Böyle bir dost, böyle bir özlemli yâr?
Sırrı bu aklın bilinmez akl ile,
Tek kulaktır müşteri, ancak dile.
Gam dolu günler zaman hep aynı hâl,
Gün tamam oldu, yalan, yanlış, hayâl.
Gün geçer yok korkumuz, her şey masal,
Ey temizlik örneği sen gitme, kal!
Kandı her şey, tek balık kanmaz sudan,
Gün uzar, rızkın eğer bulmazsa can.
Olgunun hâlinden âh, anlar mı ham?
Söz uzar, kesmek gerektir vesselâm.

PROF. DR. ZAFER ERGİNLİ

Gerçek Tarih Aralık 2022 sayısında yayınlanmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.