Yaşam tarlası yahut “Buğday tarlası ve kargalar”
Hepimizin bildiği bir tarla var…
Ay ışığını damla damla eriten ateş mavisi ufuklardan esen rüzgârlar, bu tarlanın ortasından ufka uzanan toprak patikanın kenarlarındaki yeşilliklerde ölgün kıpırtılar uyandırır.
Bu tarla ilk bakışta insanın içine bir sonsuzluk ürpertisi verse de, görme biçimlerinin girift heyecanlarına âşina olanlar için sonsuzluk ile birlikte, bir hududun en kat’i çizgilerini de kendisinde taşır. Kömür karası kargalar vardır üzerinde. Gecenin solgun dudaklarından ateş dolu bir soluk gibi üfürdüğü mavi ufka doğru parlak kanatlarını açarak sessiz ve temkinli uçar bu kargalar. Sarı buğdaylar vahşi ve mağrurdur.
Geçen her saniye, inatçı bir sızıyla ağır ağır genişler sanki bu tarla. Genişliğiyle bakışları kendisinde toplar ve ölgün kıpırtıların sinsi tavrıyla sırrını söyler. Bununla da yetinmez… Kendi sırrına şahit olanları iştahla kendi içine çeken esrarlı bir nabız saklar göğsünde. Her şey, güneşe duyulacak parıltılı bir heves bile, etrafa bir ölüm tavrı yükleyen bu nabzın tekdüze atışına, ölgün kıpırtısına gizlenmiştir.
Tanıdık geldi mi?
Misal olarak bu tarla… Hakikat olarak yaşam!
Her sabah gözümüzü açtığımızda tıpkı bir tarla gibi keşfedilmeyi, uykulu gözlerle nazar nazar okşanmayı, işlenmeyi bekleyen bir yaşama uyanırız. Neler tahayyül etmeyiz ki? Bugün bu tarlamızın en bakir yerlerinde soluklanıp, onu ıslah edip, ona kendi damarlarımızdan kutsal sular vererek bereketi çoğaltacak, hür ve mesut yaşayacağızdır. Tahayyül kudretimiz bu hayallerin içinde tahrik ola dursun, ilk tatsız haber bir rüzgar gibi yaşam tarlamızın tekinsiz ufuklarından çıkar gelir. Ölgün bir kıpırdanma, ezelden yılgın varlığa karşı büyük bir nedametle içimizde salınır. Gerçekleştirmeye o gün için kuvvet bulduğumuz nice ruh rençberliklerimiz rafa kalkmıştır. Ölgün kıpırtıların, geceye dek birbiri ardınca süren burukluğu kaçınılmazdır artık.
Bir akşam vakti, tıpkı bu manzaraya benzer bir manzaranın yani başında, günün son ışıkları sarı bir hüzün olup havaya, toprağa ve yüzüme değerken düşünüyorum; “Sanatçı, zamanın daimi akışına teslim kaderiyle, bir tarla manzarasında; sarı buğdayların topraktan baş vermesini, kargaların salınışını, ateş mavisi ufukları nasıl bu denli “son” bu denli “ölüm” kılmıştır?”
Vincent Van Gogh’un “Buğday Tarlası ve Kargalar” tablosu her baktığımda içimde bu duyguları uyandırır benim. Fırça darbeleri, ressamına münhasır çizgiler halinde harelenmiş bu tablo; ölüm, yaşam, fanilik ve sonsuzluk arasındaki incecik bir çizgi olarak uzanır önümde. Kendi içinde çoğalan şekilleri ve renkleri soyunup, büsbütün bir mana ifadesi olur o. Artık görünenin teşkil ettiği ölçüden öte, görünmeyenin ahengi vardır bu tabloda.
İnsanlık tarihinde ilk mezarcı olarak kabul edilen kargaların incecik kanatları, gece mavisi gökyüzü ve buğday tarlası, birbirlerine karışıp sonsuzluğun bir vehmi, bir fısıltısı, bir izi haline gelirler. Artık bereket, ölümün o her şeyi kendisinde yok eden ve yeniden çoğaltan iklimine gizlenmiştir. Zaman, kargaların istikametine, mağrur başaklara ve ölüm şuuruna emanettir bu manzarada… Kopacak fırtınanın hemen öncesinde büyüyen sükûtun, bir kalabalığın ortasında yalnız kalınan gecenin, mevsimlerin daimi hareketi içinde gelip geçen bir ömrün, sıradan ve biraz da mahzun hikayesidir bu…
Şimdi bizler, kendi buğday tarlalarımızdaki ölgün kıpırtıların başlarımızın üstünde usul usul estiğini duyar ve bir an için içimizdeki ateş mavisi ufuklara dalarsak eğer kendimize soralım:
“Biz mi bu tarlanın içindeyiz? Yoksa bu tarla mı bizim içimizde?”
Ya da dürüst olup, teşbihlerin gönül avutan hoşluklarını bir kenara bırakma cesaretini gösterelim:
“Yaşadığımız için mi ölüyoruz, yoksa öleceğimiz için mi yaşıyoruz?”
Her sualin ötesinde tek bir gerçek var oysa…
Buğday tarlalarımızın ortasından ateş mavisi ufuklarımıza uzanan patikalarda ilerlerken, yorgun başlarımızın üstünde bizi takip eden kargaların çığlıklarını duya duya bıraktığımız ayak izlerimiz, güneşin, yağmurun, sıcak ve soğuğun ezeli ve ebedi mücadelesiyle silinecek ve bizler; ektiğimiz, suladığımız, kuruttuğumuz velhâsıl bir şekilde yaşadığımız buğday tarlalarımızdan yalnız bir hayal gibi geçip gitmiş olacağız.