Birleşmiş Milletler İyi Ki Var!
Birleşmiş Milletler iyi ki var… Ona neler borçluyuz neler!
Malûmunuz, Cumartesi akşamı İran, İsrail’e gayet cesur bir cevap verdi. Evvelinde yaşananlara karşı bir misillemeydi bu. Misillemenin sonucunda gecenin karanlığını delip geçen bombalar dakikalarca havada uçuştu. Dünya bir uçurumun kenarına tırnaklarıyla tutundu adeta. Beklenen Üçüncü Dünya Savaşının külfetini tutan ip inceldi inceldi, tam üzerimize düşecekken son bir gayretle mi, yoksa inayetle midir bilinmez, olduğu yerde kaldı.
Pazar akşamı…
Geçtim TV başına, Birleşmiş Milletler toplantısını başından sonuna kadar takip ettim. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres “Dünya bir savaş daha kaldıramaz” diyerek kimsenin aklına gelmeyecek dahice bir tespit yaptı. Dünyayı eşiğine geldiği uçurumdan kurtaracak tam da bu tespitti işte! Devletlerin temsilcileri tek tek konuştu sonra. İsrail İran’a, İran, İsrail’e veriştirdi durdu. Yalnız İsrail temsilcisinin konuşmasının hararetli bir yerinde verdiği şu örnek oldukça dikkat çekiciydi: “Churchill’lerle yönetmeliyiz dünyayı, Chamberlain’lerle değil.”
Neden mi dikkat çekiciydi? Gelin BBC muhabiri Rick Fountain’ın 23 Eylül 2004 tarihli haberine hep beraber göz atalım. BBC TURKISH.com’da yayınlanan haber tam olarak şöyle:
“İngiltere’de bugün kamuoyuna açıklanan 1943 tarihli gizli savaş belgeleri, dönemin İngiltere Başbakanı Winston Churchill ve Dışişleri Bakanı Anthony Eden arasında, Filistin konusunda sert tartışmalar yaşandığını gösteriyor.
Belgelere bakılırsa Churchill, Filistin’in Yahudilere verilmesi karşılığında, Suudi Arabistan Kralı Abdül Aziz Ibn Suud’a 20 milyon sterlin rüşvet verilmesini öngören bir planı desteklemiş.
Plan ayrıca, Suudi Kralı’nın, kurulacak yeni bir Arap Konfederasyonu’nun lideri olmasını öngörüyor.
Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Anthony ise planın, ülkesinin resmi politikasına ters düştüğünü söylüyor.
Planla fikri Winston Churchill’e, dönemin önde gelen Yahudi liderlerinden Doktor Chaim Weizmann açtı.
Chaim Weizmann, Filistin’in Milletler Cemiyeti’nin yönetiminde olduğu dönemde, Yahudilerin haklarını koruyan kurumun başkanıydı.
Winston Churchill, Weizmann’ın fikrine sempatiyle yaklaştı.
Zaten Churchill, 1917’de ilan edilen ve Yahudiler için ulusal yurt oluşturulmasını öngören Balfour Deklarasyonu’nu da desteklemişti.
Fakat Churchill’in Weizmann’ın fikrini desteklemesi, dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Anthony Eden’ı öfkelendirdi.
Çünkü Eden, Weizmann’ın Washington’da, dönemin ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in dış politika danışmanlarından birine projeyi,
‘Başbakanın planı’ olarak yansıttığını öğrenmişti.
Anthony Eden Churchill’e yazdığı soğuk mektupta şu ifadelere yer veriyor: “Doktor Weizmann’ın, sizin adınıza konuşma yetkisine sahip olup olmadığınızı bilmiyorum. Ancak Washington’da kafa karışıklığına neden olma tehlikesi, beni biraz üzüyor.”
Eden, Filistin’e yönelik resmi politikalarının, açık bir şekilde, bölgenin bir Yahudi devletine dönüşmesini engellemek olduğunu vurguluyor.
Anthony Eden ayrıca Suudi Arabistan Kralı Abdül Aziz Ibn Suud’un, Weizmann’la buluşup Arap dünyasında, kendi deyimiyle ‘açıkça Siyonist emellere hizmet eden’ bir planı öneremeyeceğini söylüyor.
Winston Churchill de Eden’a yanıtında, Doktor Weizmann’ın kendisi adına konuşamayacağını kabul etse de ekliyor: “Ben kendisine bu görüşleri daha önceki bir görüşmemizde ifade ettim. Ancak bu görüşleri sık sık benden de duymuştunuz. Ibn Suud’un yaşı ise planın uygulanmasında büyük bir engel.”
Churchill daha sonra belki de Eden’ı yatıştırarak, böyle bir dönemde benzer tartışmaları yapmanın erken olduğunu söylüyor.
Proje de daha sonra ortadan kalkıyor.”
Şimdi İsrail temsilcisinin verdiği örneğe göre neden Nazi Almanyası’nın Çekoslovakya’yı işgaline göz yuman ve Hitler ile 1938 yılında Münih Anlaşması’nı imzaladığı için eleştirilen Neville Chamberlain yerine Churchill gibilerin dünyayı yönetmesi gerektiğini anladınız değil mi?
Bu “tarihsel imtiyaz” bir tavsiye mahiyetinde Birleşmiş Milletler gibi bir kurumda savaş suçu işlemiş bir devletin temsilcisi tarafından gururla örneklendirilirken, uluslararası hukukun üstünlüğü altın yaldızlı bir hale gibi tüm temsilcilerin başının üzerinde parlıyordu. Ne şahane, ne tiyatral bir sahneydi ama…
Dürüst olayım…
Birleşmiş Milletler’in işlevini sorgulamadan edemiyorum. Geliyorlar bir masanın etrafına geçiyorlar, saatlerce konuşuyorlar… Evet, duruma aşina olmayanlara ümit vaat ediyor bu konuşmalar… Ya meselelere az çok vâkıf olanlar için? Hüsran üstüne hüsran. Ateş harladı harlayacak, itidal çağrıları cevapsız, herkes yükselen tansiyonun akıbetini merak ediyor. Sıradan toplantılar düzenlemekten öteye geçemeyen ve böylece otoritesini gitgide yitiren bir kuruluş ise mutantan bir toplantı halinde. Kabul edelim, işlevselliğini yitiren bir kuruluş artık Birleşmiş Milletler. Kendine hayrı yok! Sarf edilen cümlelerden sonra evli evine köylü köyüne dönünce olan yine sivillere olduğuyla kalacak.
Oysa büyük ve dehşetli bir tehlike çok ama çok yakın. Kendi halkına karşı otoritesi sarsılan ve sorgulanan bir Netanyahu İran’ın bu misillemesine cevap verecek muhakkak. Hatta İran sınırları içinde askeri bir tesisi hedef alacak olmalı. Ta en başından beri gövde gösterisi yapan İran da durmayacak üstelik. Bu çatışma bir silsile halinde bölgede büyüdükçe büyüyecek ve dünyayı saracak.
Büyüyecek dedim ama… Büyütülecek aslında. Çünkü son dönemdeki bu süreç gözümün önünde, elimi çeneme dayayıp düşünüyorum da toplumsal serzenişler halinde üçüncü dünya savaşının çıkmasından duyulan korku, savaş ihtimalini körüklüyor gibi değil mi sizce de? Kötüyü çağırmak denir ya, tam da öyle.
Nereye baksam üçüncü dünya savaşı. Yoksa adı henüz konmamış ama konması biraz da zarurî olarak an meselesi olan bir savaşın içinde olmayalım? Takdir edersiniz, eskisi gibi keskin ve net cephe savaşları beklenemez artık. Belki de durup durup çağırılan kötü, çoktan gelip de yerine kurulmuştur da haberimiz yoktur.
Aslında “Daima allanıp pullanan ve bol bol övülen teknolojik gelişmeler, insanın karanlık tarafında filizlenen savaş dürtüsünü bir türlü köreltemedi mi?” diye sormamak elde değil. Bu ayrı mesele elbet. Ama zannımca teknolojik devrimler ve pratik hayatı neredeyse ıskartaya çıkartan kolaycılık, savaş kavramını çoktan sözlüklerden silmeliydi. Olmadı…
Bu süreç uzar gider, olan yine insanlığa olur.
Sayılarla belirtmek manasızdır üstelik; yıkımlar da, ölümler de birdir aslında.
Üçüncü, dördüncü değil, daima tektir felaket…
Bunu bilir, bunu söylerim.