tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Selimcan Yelseli

Sanat Tarihçi/Yazar

Doğal ve yapay kaza arasında: Bilimin mini beyni keşfi

18.10.2022
A+
A-

Bir akşam vakti, internet sitelerinin birinde önüme çıkan bir habere göz gezdiriyorum.

Haberde, dünyanın en seçkin bilim dergilerinden olan Neuron dergisinde yer alan bir makaleden bahsediliyor. Cortical Labs şirketinden Brett Kagan adlı bir doktor kaleme aldığı makalesinde, bir laboratuvar tüpünde düşünebilen ve hissedebilen yapay bir beyin tasarladıklarını söylüyor. İlk kez düşünebilen ve hissedebilen fizyolojik bir beynin heyecanını bilim dünyasına böyle ilan ediyor.

Yine Bay Kagan’ın ifadeleriyle bu beyin dış kaynaktan bilgi alabiliyor, bu bilgiyi işleyerek gerçek zamanlı bir tepki verebiliyor. Hatta bu süreç mikrosefaliyi incelemek için ilk olarak 2013’te üretilen yapay beyinlerin sisteminden daha kusursuz bir şekilde işliyor. Çünkü -tabiri caizse- bu “son model yapay beyin” fazla teferruatlı olmayan bir bilgisayar oyununu beş dakikada oynamayı öğreniyor ve anlık tepkilerle oynadığı oyunun mantığına uyum sağlıyor.

Yalnız haber metninin mucizevi şeylere mesafesini koruyamamaktan çekinen muzip üslubu şu satırlarda dikkatimi çekiyor:

Dr. Kagan’ın ekibi, kazayla bilinçli bir beyin yaratmamak için biyoetik uzmanlarıyla birlikte çalışıyor.

Karikatürize edilmiş, suya sabuna dokunmaktan korkan ve attığı her adımdan sonra tırnaklarını kemirerek tedirgin gözleriyle önce sağa, sonra sola bakan bir bilim mi?

Bir de aksini düşünelim.

Bilimin kendinden emin tavrına ve her şeyi tasnif etme kudretinin karşısına dikilen ve bilime dur demeye muktedir cengaver bir biyoetik mi?

Esas kahramanımız hangisi?

Bu sorular aklımızın bir köşesinde kıpırdanıp dururken gelin isterseniz bilim ve kaza kavramları üzerine biraz konuşalım.

Siz ne dersiniz bilmem ama bana kalırsa bilim tarihinde nedenselliği kazayla ilintili olmayan bir keşif bulunmuyor. Her keşfin virajlarından birinde yahut onun üzerine tesir eden ufacık bir dönemeçte muhakkak bir kaza ona yön vermek için durup bekliyor. Nitekim deneyselliğin sonuçları da içinde bulunduğu konjonktürün gerekliliklerine bağlı olarak kaza şeklinde kavramsallaştırılmaya bir o kadar da yakın bir haldeyken ve neredeyse dünya üzerinde gelişimimiz “mucizevî” kazaların birbiri ardınca patlayan “şanlı” silsilesinden ibaretken, kaza ile bilimin arasına belli kaidelerin kalın çizgilerini çekmek ve bilimin de buna riayet etmesini beklemek bir çeşit riyakarlıktan başka bir şey gibi gelmiyor bana.

Bir zamanlar okuduğum, yoksa düşündüğüm bir mesele midir bugün tam olarak hatırlayamasam da; ateşin mutlak yakıcılığının keşfinin, onu keşfeden insanın elini yakması ile mümkün olduğunu söylemiş bulunayım. Bu tespit de, bilim sayesinde gelişmemizin bir sonucu olarak günlük hayatımızı kolaylaştıran birçok şeyin ateşin yakıcılığının keşfi sebebiyle var olduğunu bizlere hatırlatmış olsun. Kökeni kazalar ile dolu bir neden sonuç ilişkisi bugün etrafımızda adeta gizli bir kader olarak devinip dururken, etik maskesi altında gelişmesinden korkulan bir yapay beynin, gelişim ve ilerleme adına atılan adımlardaki cesareti ve sahiciliği nerede kalır?

Kontrolden çıkması konusunda bir hayli tereddüt edilen bir yapay aklın karşısında, yardıma biyoetik kaideleri çağıran bir bilimin nesnelliği sorgulanmalıdır. Aklın karşısına tezat bir kavram çıkarmak mümkün olmadığı gibi onunla karşılıklı etkileşime girecek ve -Bay Kagan’ın deyimiyle- hisseden bir mekanizmanın eşdeğeri insandan başka hiç bir varlıkta mümkün değilken, yapay zekalara bir laboratuvar tüpü içinde kıpırdanan fizyolojik bir kardeş meydana getirme gayreti doğrusu pek garip bir uğraştır.

Yoksa bu bir aldatmaca mıdır?

Şimdi yeniden “Esas kahramanımız hangisi?” diye soracak olursak eğer, bilim, Don Quijote misali karşısında yükselen devlerin, aslında yer değirmenlerinden ibaret olduğunu anlamakta ve asırlardır varlık toprağını kazıyan tırnaklarını korkuyla kemirmektedir. Onun için devler yel değirmeni; tüm bilimsel miras ise acı bir gerçek olarak kazalardan ibarettir. Biyoetik ise bu vahim duruma karşı bizzat bilim eliyle bizzat şekillendirilip, yüreklendirilmiş ve son anda yardıma çağırılmış bir Sancho Panza’dır. Bilim bunu kabullenmiştir.

Kontrolden ha çıktı, ha çıkacak diye üzerine titrenen her keşif, deneyselliğin hudutlarını zorlayan ve gitgide onu hükümsüz kılan bir aldatmaca halini alıyor. Nitekim tüm metotların ve deneysellikle sunulan argümanların arasında geçmişe dair çözülmemiş nice sır barınıyor. Akıl meselesinde, tasarlanan ve sanal olmaktan ziyade artık fizyolojik bir şekilde de imar edilen sistemin geçmişi, çağımızın bilim anlayışının tarih öncesinin sisli dünyasına atfettiği ve önemsemediği (yahut kısmen önemsediği) alanlarda yanıtlanması gereken birçok soru barındırıyor.

Steven Mithen, “Aklın Tarih Öncesi” adlı eserinde bakın ne diyor:

Bugünkü düşünce yapımızda, atalarımızın binlerce, hatta milyonlarca yıl önceki düşünme biçiminin ipuçlarını bulabilir miyiz? Aslında bulabiliriz -her ne kadar bu ipuçları anatomimiz ile ilgili olanlar kadar açıkça görülebilir durumda değilseler de. Hatta bulgularımız ipuçlarının da ötesinde olabilir, çünkü çağdaş akıl milyonlarca yıllık bir evrim sonucu inşa edilmiş bir mimari yapıya sahiptir (ss:40).”

Aklın sırrı daha büsbütün çözülememişken ve bize aktarılan düşünce biçimleri iyice tetkik edilememişken, suni bir aklın akıbeti, gayet ironik bir şekilde kazaya bağlanıyor. Bilim kendi Don Quijote tavrıyla kabul ettiği kazaları ve kazalara muhtaçlığını Sancho Panza olarak mutedil olması beklenen biyoetik kaidelerin perde arkasında böyle keşfediyor.

Anlaşılan bilim, hedefine ulaşmak için tüm umudunu her şeyin yapaylığına, yapay zekalara, yapaylık üzerine kurulu transhümanizm ataklarına ve geçmiş tecrübelerinden öğrendikleriyle, yeniden kendisini şekillendirmesini arzu ettiği ve beklerken sabredemediği kazalara bağlıyor.

Ansızın, uğraş veren kişiyi bir çılgın gibi “Eureka!” (Buldum!) diye sokağa döken, doğal kazalarla ilerleyen bilimden, kazayı engellemeye çalışarak dolaylı yoldan kazayı çağıran bir bilime…

Oysa insan aklı mevzubahis olduğunda geçmişin içinde gizlenmiş “doğal” bir kazanın, bugün hala kendisine dokunulduğunda gerçekleşmeyi beklediğini kim inkar edebilir?

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.