Gariplere ne mutlu!
Ezelden ebede, tüm garipler için…
Mahzun olup da, garip sırtına kaderini yüklenen yolcu, yine yola mı çıkıyorsun? Bilirim kaderine yaldız yaldız yazılmıştır terk etmek, yine neyi terk ediyorsun?
Sisli dağ eteklerinde bırakıp da izini, yardan gayrısına yumup da gözünü ve rüzgarların meçhul uğultusuna teslim edip de sesini, yine yollara düşüyorsun…
Gümüş kanatlı güvercinlerin diyarında seni bekleyen ne var? Allı pullu ölümler mi tutacak yüreğinden? Ak sütünlara mi dökülecek gül kırmızısı kanın? Korkmuyor musun ecelinden? Yokluğuna mı gidiyorsun?
Bir zamanlar gözlerin dolardı akan nehirlerin çağıltısını duyunca. Seni bilirdi köprüleri tutan eşkıyalar… Sarı yapraklar üzerinde büyüyen adımların ürpertirdi, deliklerinde kıvrılıp uyuyan yılanları… Kuytularda in, cin ne varsa, sadece gölgenle hükmederdin onlara sen. Yokluğuna gitmezdin yine de. Bir görünür bir kaybolurdun. Yeni bir hayat, yeni bir nefes, yeni bir umut ile çıkıp gelirdin sonra. Baharlar gibi gelirdin. Heybende iri iri meyveler olurdu. Gövdende ince ince yaralar… Yine de ölmezdin sen. Garip idin büsbütün. Garip konuşur, garip susar, garip yaşardın.
Bir gün şöyle demiştin bana: “Yollarda bilinen, yollarda unutulur. Ya yollarda ölmekten insan nasıl kurtulur?” O gün anlamıştım bir gün ölmek için gidecektin. O uzun yollara kaybolmak için çıkacaktın. Bir mezar taşın olsun istemiyordun, olmayacaktı. Kimseler seni bilmeyecek, kimseler adını duymayacaktı. Bir nefes gibi, sadece derin bir nefes gibi geçip gidecektin dünyadan. İhtirasın, iştiyakın yoktu. İhtiyacın da yoktu, muhtaç değildin kimseye.
Hatırlarım, bir su birikintisi başında kendi aksine bakakalmıştın. Nergisler vardı etrafta. Kuşlar ötüyordu. Zaman sanki durmuştu. Eski bir yaşamı tekrarlıyor, unutulmuş bir yalanı yeniden söylüyor gibiydin sen. Sanırdım ki o an, sırtına dünyayı yükleseler taşırdın; o an seni bir kayaya zincirleseler katlanırdın, seni bildiklerin için cezalandırsalar cevap vermezdin, susardın. Sen büyük bir telaş içinde çalkalanıp duran şu cihanda, ulvi bir sabırla öylece durup kalırdın istesen.
Şimdi seni son kez ulu serviler arasında görüyorum. Aheste aheste kayboluyorsun… Gidiyorsun. Heybende iri meyveler, gövdende ince yaralarla ve bakışlarında umutlarla dönmeyeceksin. Öleceksin… Kimseler o zayıf, o nazenin naaşını görmeyecek. Bir ağacın gövdesine yaslanıp can vereceksin ve bir yaprak gibi toprakta eriyip gideceksin. Nice hikaye söylemiş dilin bir daha konuşmayacak ve kalbin, geceleri yıldızlardan en parıltılısını kıskandıracak kadar parlak kalbin, bir daha zamanı örercesine atmayacak.
Ben de buralardan gideceğim. Belki şehre döneceğim. Şehir içimde homurdanan bir ifrit olacak. Zaman göğüs kafesime sıkışıp kalmış bir ağrıya dönecek. Rüyalarım ak sütunlara düşen kanının rengini alacak ve başımda müthiş bir sersemlikle uyanacağım uykularımdan.
Seni hatırlayacağım… İsterdim ki dünyada gelmiş geçmiş tüm garipleri hatırlayayım, isterdim ki senin gibi meçhul olanların cem-i cümlesini yazayım. Yola çıkanları, yoldan dönenleri ve yolda ölenleri anlatayım. Olmadı, olmayacak. Ne ömrüm yetecek buna, ne de kalemim…
Seni yazdığım için bana ve senin mevcudiyetinden bildiğim senin gibilere, yani gariplere ne mutlu!