tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

H.Hilal Şahin

Doç.Dr., Giresun Üniversitesi Tarih Bölümü

    Kültürün, çokkültürlülüğün ve hoşgörünün tarihselliği

    30.06.2022
    A+
    A-

    Tarih, insanla başlar ve insana ait olan her şey tarihin içinde değerlendirilir. Dolayısıyla tarihin anlaşılması, her şeyden önce insanın anlaşılmasına bağlıdır. Tarih, insanın üç boyutlu zamansallık bağlamında yaptıklarıyla var olur. Bu üç boyut, geçmiş, şimdi ve gelecektir. İnsan ise bu üç boyutlu zamansallığı yaşayarak tarihin inşasına katkı sağlar ve her haliyle bu zamansallıklara katılarak kendi tarihselliğini oluşturur. İnsan, düşünen, konuşan, bilgi ve tecrübesini kendinden sonrakilere aktarabilen akıllı bir varlıktır. İnsanın diğer canlılardan ayrılan birçok yönü olmakla beraber bunlar içerisinde en önemlileri dil ve aklıdır. Dil, onun iletişim kurmasını ve tecrübelerini kendinden sonraki nesillere aktarmasını sağlayan çok önemli bir araç iken, akıl ise insan varlığını diğer canlı türlerinden ayıran ve onu içinde yaşadığı evrende mümtaz bir varlık kılan yegane oluşumdur. Kültür ise insanla ilgili olarak inanç, yeme içme gündelik hayatla ilgili tüm alışkanlıkların topyekün gerçekleştirildiği yaşantı modelidir. O, tek bir insandan, o insanın mensubu olduğu tüm topluma kadar geçerliliğini sürdüren temel yaşam biçimidir. Bu bağlamda her toplumun bir kültürü vardır. Kültürleri birbiriyle mukayese etmek yerine onları farklı zaman aralıklarında yine kendileri ile kıyaslamak ve incelenmek daha doğrudur. İnsan yaşantıları kültürü oluşturur. Kültür ise tarihselliği ve yaşama dinamizmi ile bünyesinde yaşayan insanların mührünü taşıyarak tarihi doğurur. İşte bu formül bağlamında birçok farklı kültürün aynı tarihsel zeminde yer alması çok kültürlülüğün doğmasını sağlar. Çok kültürlülük ise heterojen bir toplumsallık bağlamında çok yönlü tarihselliği vücuda getirir ki burada meydana gelen tarihsellik aynı zamanda bir arada yaşama ikliminin de oluşması demektir. Bir arada yaşama iklimi aynı zamanda ortak tarihsel bir imgelemi de hayata geçirir ki bu da hoşgörüdür. Çok kültürlü bir toplumda bütün kültürlerin birbirine saygılı olması gerekmektedir.
    Temelde çokkültürlülük ve hoşgörü üzerinden ele alacağımız bu yazı özelde bu olguyu Hindistan gibi çokkültürlü bir coğrafyada vücuda getiren, hoşgörülü felsefesi ve reformcu kişiliğiyle tarihte önemli bir yere sahip olan Türk hükümdar Ekber Şah’ın evrensel barış politikasını örnekliyor. Ekber Şah, Hindulara ve Müslümanlara adil bir şekilde davranmış, Hindistan’da mevcut inançlara saygıyı temel edinen bir anlayış benimsemiş ve halkın refahı için çaba göstermiştir. “Halkın devlet için değil devletin halk için olduğu” bir anlayış benimsediği görülmektedir. Halkın refahını sağlama noktasında birçok ilke imza atmış bunun yanı sıra Hindistan’daki farklı görüşleri uzlaştırmak için çeşitli din temsilcilerini bir araya getiren düzenli toplantılar yapmıştır. Konuya genel olarak Bâbürlüler döneminden bakacak olursak;
    Hindistan Türk hâkimiyetinin doruğu olan Bâbürlü hanedanlığı, ortalama olarak üç yüz yıllık hükümranlıklarında siyasi alanda olduğu gibi kültürel sahada da kendilerine münhasır bir yaklaşım sergilemişlerdir. Kültürel sahada Bâbürlüler Devleti’nin hâkim unsuru Türk hanedanlığı idi. Yönetim kademesinin Türklerden oluştuğu buna karşın halk kesiminin ise Hindu gibi farklı etnik halklardan teşekkül ettiği devlet, klasik Türk devlet teşkilatının hüküm sürdüğü bir model idi. Bâbürlülerde Türkler yanında Hindular gibi farklı etnik kesimlerin olması çeşitli kültürel yaklaşımların oluşmasına yol açmış ve bu durum saltanat mensuplarının sadece Türk kültürü üzerinde değil farklı kültürel yönelişlere girmelerinin de önünü açmıştır. Hâkim sınıfın bu tarz evrilmesi Bâbür sonrası yüksek saray kültürünün imajına da yansımış ve Türk kültürü ekseninde bölgesel kültür motifleri başta sanat, resim, müzik ve mimari gibi toplumsal imgelere yön vermeye başlayarak çokkültürlülük unsuruna zemin hazırlamıştır.
    Tarih, İnsan ve Kültür
    İnsanlığın hafızası olarak niteleyebileceğimiz tarih, insanın tüm yapıp ettiklerini konu eder. Kendi yaptıkları ve yaşadıklarından kopamayan insan, zamanının varlığı olmakla beraber; her daim geçmişini sırtında taşır ve geleceğe bakar. İnsanlar her zaman şimdiyi anlamak için bilgiye ihtiyaç duymuş, geçmişte insanların ve toplumların başlarından geçen olaylar ve olayların ortaya çıkardığı olgular bu bilgiye erişimi ve bilgiyi doğru anlamayı kolaylaştırmıştır. Tarih üzerine yazılmış eserlerde, tarihi yapanın insan olduğu ve onun hayatını anlattığı söylense bile bu eserlerin kuşkusuz en büyük eksikleri, varlığı insana bağlı olan tarihin inşasını yapan insan üzerinde layığı ile durmamalarıdır. İşte bu bakımdan konuya anlam katması açısından tarihi düşünürken bizzat insanı da inceleyen, antropoloji, sosyoloji, psikoloji ve hatta felsefeyi de göz ardı edemeyiz. Öyleyse tarihi yapan insan olduğuna göre yine tarihi doğru anlayabilmek için önce insanı anlamış olmak gerekir. Kısacası insan anlaşılmadan, tarih anlaşılamamaktadır. İnsan ise toplumun temel modelidir. Farklı etmenlerin girift halde bulunduğu insan dünyası, vücuda getirdiği tarihe de bu karakteri vermektedir. Bu bakımdan tarihin anlaşılması için çok yönlü bakış açılarının gerekliliği bu yüzden kaçınılmaz olmaktadır.
    Gordon Childe, insanın varoluşu ve doğada verdiği amansız mücadeleyi anlatırken “gelişim” kavramı üzerinde durup sözü tarihe getirir. Ve insan varlığının bir devinim içerisinde olduğundan bahisle eski devirlerden beri insanın medeniyeti kurgulamasını, yeryüzünün farklı coğrafyalarında zor tabiat şartlarına karşı yoğun bir mücadele verişini; her şeye rağmen hayatını devam ettiren bir varlık iken süreç içinde nasıl olgunlaştığını, aklını kullanarak çok uzun zaman dilimlerinde düşünen ve üreten birey haline geldiğini ve dolayısıyla insanın tarihselliğine işaret eder. Bu olagelmiş şeyleri tarihin içeriğinde meydana gelmiş hadiseler olarak değerlendirir.
    Takiyettin Mengüşoğlu da insanın tarihi somut varlık bütününden ve varlık koşullarından hareketle tespit ettiği ona ait fenomenler hakkında şu tespitlerde bulunmaktadır: “Bu olgular, insanın düşünen, yapan, tespit eden, bilen, gören ve kurgulayan, kendine özgü edimleri olan, tarihsel, kendisini adayan, içsel, öğrenen, eğiten, devlet kuran, bir varlık olduğunu ortaya koymaktadır.” Mengüşoğlu’nun bu açıklamaları insanın bir nevi varlık felsefesi ve tarihselliğini nasıl ortaya koyduğunun da ifadesidir.
    Bu bağlamda insanın varlığı ile başlayan, onun yapıp ettikleriyle gündeme gelen birikimler bizi doğrudan kültür kavramına götürmektedir. Bu açıdan düşünüldüğünde kültür, özgül olarak insanın; genel olarak ise toplumların yaşam biçimleri olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanın tarihselliğinde temellenen ve ortaya çıkan kültür kavramını etimolojik ve terminolojik olarak ele aldığımızda, kültür kelimesinin çeşitli manaları vardır. Aslında Latince’de, “toprağı işlemek” anlamına gelen kültür, sonraları Batı Avrupa dillerinde kazandığı “yüksek umumi bilgi” manası ile Türkçe’ye de girmiştir. Başta sosyolog ve sosyal psikologlar olmak üzere umumiyetle kültür tarihçilerince kültür kelimesinin ilmi yönden ifade ettiği aşağıdaki şekillerde belirlenmeye çalışılmıştır: Taylor, kültürü, “Bilgiyi, imanı, sanatı, ahlakı, hukuku örf-adeti ve insanın cemiyetin bir üyesi olması dolayısıyla kazandığı diğer bütün maharet ve itiyatları ihtiva eden mürekkep bir bütün” olarak ifade ederken, Wiesler, kültürün bir topluluğun yaşama tarzı olduğunu belirtir.
    Görüldüğü üzere bu tariflerde dikkati çeken ortak noktalardan biri kültürün daha ziyade her topluluğun kendine mahsus yaşayış ve davranış tarzı olmasıdır. Kültürün bu manası Ziya Gökalp tarafından daha açık belirmektedir. “Kültür (Hars) bir milletin dini, ahlaki, hukuki, mukalevi, bediî, lisani, iktisadi, fenni hayatlarının ahenkli mecmuasıdır.”
    Nermin Uygur da yaptığı tanımda kültür için, “İnsanın nasıl bir yaşama üslubu, ne tür bir var olma programı, ne tür bir eylem kalıbı benimsediği kültürdür hep.” demektedir. Dolayısıyla kültür, insanın yapıp etmelerinin ürünü olup insanın tarihselliğinde doğarak gelişir. Dolayısıyla yine kültür insanın tarihini de oluşturan dinamik sürece dönüşür. Öyleyse şunu söylemek hatalı olmayacaktır: İnsan, yaşantılarıyla kültürü, kültür ise birikimleri ve hayta getirdikleriyle tarihi moluşturur. İşte bunun için tarihin konusu insandır.
    Çokkültürlülük ve Hoşgörü
    En basit ifadeyle çokkültürlülük, kültürel çeşitliliği ya da kültürel çoğulculuğu ifade eden bir kavramdır. Çokkültürlülüğün hedefi farklı kültürel kimliklere sahip toplulukların aynı toplum içinde varlıklarını kabul etme, birbirleriyle olan ilişkilerini herhangi bir çatışmaya imkan vermeden eşit ve barış içinde sürdürme ve varolan tüm politik imkânlardan eşit düzeyde yararlanmayı esas alır.
    Çokkültürlülük, belirli sınırlar içinde (bir kent, bölge veya ülkede) yaşayan kültürel farklılıkların (kimlik, aidiyet ve değerleri) birlikteliğini tanımlar. Çokkültürlülüğün öncelikli ve temel üretim alanı, farklı yaşamsal formların ortaklaştığı fiziksel, duyuşsal ve kinestetik ortamdır. Elbette ki fiziksel alanları aşan ilişkisel mekânlarda da (sanal, sanatsal ve inançsal mekânlar gibi) çokkültürlülük pratikleri vardır ve hızla artmaktadır. Çokkültürlülük kavramı, ilk olarak 1957’de İsviçre’de kullanılsa da, 1960’ların sonunda ortak anlamını Kanada’da buldu. Kavram hızlı bir şekilde diğer Anglosakson (İngilizce konuşan) ülkelere yayıldı ve buralarda tartışılmaya başlandı. Hollanda’da ise ilgili kavram 1980’li yıllardan itibaren kullanılmaya başlanmıştır.
    Çok kültürlülük yakın zamanların kavramı olmakla birlikte farklı kültürlerin bir araya gelerek oluşturdukları çoğulculuğu anlatır. Bu bağlamda çokkültürlülük Hacer Çelik’in de ifadesiyle, yeni bir kavram olmakla beraber mevcut durumu hiç de yeni değildir. O, çeşitli kültürlerin aynı zamanda yan yana birlikte var olduklarını gösterir. Tarihin hiçbir döneminde kültürler birbirleriyle tamamen ilişkisiz, tümüyle içine kapalı olmamışlardır. İnsanlık tarihi, sürekli bir etkileşim ve mübadele sürecidir; ayrı grupların birbirleriyle temasa geçtikleri, çarpıştığı, birbirlerinden borç aldığı, birbirlerini değiştirdiği ve kendi içlerinde değiştikleri bir sürecin tarihidir. Bu süreçte toplumlar arasında dostluk, düşmanlık veya bunların ortasında melez durumlar oluşmuştur.
    Çokkültürlülük XX. yy’ın son çeyreklerinde bir kavram olarak kullanılmakla birlikte aslında durum bir olgu olarak tarihin çok eski devirlerinde de karşımıza çıkmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan gelişmeler ve modernlikten postmodernizme geçişin aşamalarında beliren toplumsal gelişmeler ve ilişkilere koşut olarak toplum mühendisleri bu kavramı kurgulamışlardır. Avrupa ve Amerika’nın bu dönemlerde aldıkları göçler neticesinde var olan kültürlerine yeni gelen insanların kültürleri dâhil olmuş ve bir arada buluşan birçok farklı kültürü birbirine entegre etmek bağlamında bu kavram kullanılmaya başlanmıştır.
    Kavramsal olarak çokkültürlülük, bahsi geçen ülkelerde kullanıma girmiş olmakla birlikte ilgili kavramın tarihsel olarak ortaya koyduğu anlam bu ülkelerin geçmişinde söz konusu olmayan bir olgudur. Çokkültürlülük esasen bir arada yaşama kültürünün politikasıdır. Bu politikayı benimsemek ilgili siyasi erkin tasarrufunda olmakla beraber tarihsel temelle de ilişkidir.
    Çokkültürlü bakış açısı, birbirini tamamlayan üç görüşü kapsamaktadır: Birincisi, insanların kültürle iç içe olduğu; ikincisi, kültürel çeşitlilik ve kültürler arası diyalogun kaçınılmaz ve arzu edilir olduğu; üçüncüsü ise tüm kültürlerin iç çoğulculuğa sahip olduğu görüşlerinin yaratıcı etkileşiminden oluşur. Günümüzde tek bir kültür biçiminin benimsendiği bir ülke bulmak oldukça zor görünmektedir (İzlanda ve Kuzey Kore bu bakımdan örnek gösterilebilir). Çoğu ülke kültürel açıdan farklı kültürleri içinde bulunduran bir yapıdadır.

    DEVAMI GERÇEK TARİH HAZİRAN 2022 SAYISINDA

    Yazarın Diğer Yazıları
    Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.