Müslümanca yaşamanın hareket noktası olarak Müslümanca düşünme üzerine denemeler
Çarpılmıştım daha kitabın ilk satırlarında. Alışageldiğimiz hatta kanıksadığımız dünyanın çelişkilerini gösteriyordu yazar okuruna. Yazarın karşılaştığım ilk kitabıydı. 1987 yılında lisenin son sınıfında okuyan olgun yaşta bir öğrenciydim. Kitap hakkında daha önce duymuş olduğum olumlu izlenimler doğrulanmakla kalmıyor, kitabın sayfaları ilerledikçe pek çok konudaki bakış açım köklü değişimlere uğruyordu.
Okurken bir yandan da uzun cümleleri iyice anlamak için tekrar tekrar geri dönüyordum. Kitap bittiğinde kafamın bambaşka bir şekilde işlemeye başladığını hissettim. Demek ki okumak böyle bir şeydi de ben yeni yeni öğreniyordum. Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler kitabıyla ilk karşılaşmam böyle oldu. Çözümlemek için beni hayli uğraştıran bu kitaptan itibaren Rasim Özdenören’in üslûbuna alıştım, hatta bir süre sonra bende tiryakilik oluşturdu ve bir ara gazete yazılarını da aksatmadan takip ettim. Oradan hikâyelerine de uzanan çizgide bir Rasim Özdenören okuru oldum. Hatta son yıllarda bazı yazılarını lisansüstü öğrencilerime kalemlerinin açılması için değerlendirme yazıları yazdırmak üzere ödev olarak okutuyorum.
*
Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler kitabını ilk okuyuşumdan sonraki yıllarda da defalarca okudum. Her okuyuşta farklı şeyler yakaladım. Bu yazıyı yazmak için yeniden gözden geçirdim. 1986 yılında yazılmıştı kitap. Yazıldığı dönemde dünya çift kutupluydu ve ülkemizin devlet politikaları açıkça Batı kutbunu desteklemekte, diğer kutupla herhangi bir siyâsî birlikteliği aklına bile getirmemekteydi.
Bir de o zamanlarda Türkiye’de Müslüman yaşantısının çeşitli görünümlerini baskı altında tutma eğiliminde olan bir devlet anlayışı vardı. Bu anlayış 1997 yılının başından itibaren gerçekleşen 28 Şubat sürecinin itici gücünü oluşturuyordu. O dönemlerdeki bu şartlar Müslüman zihinlerde bazı savrulmalara da sebebiyet veriyordu.
O günkü şartlar günümüzde çok değişti. Bizim olaylara bakışımızda da büyük değişiklikler oldu. Bu şartlarda kitabı bugünkü gözlükle yeniden incelediğimde eleştiriye açık ya da güncellenmesi gereken noktaları olsa da hâlâ değerini koruduğunu görüyorum. Bu noktalardan bazılarını mümkün olduğu kadar satır aralarına kendi yorumlarımla da serpiştirme arzusundayım.
*
Kitap dünyadaki ilk anda fark edemediğimiz çelişkileri göz önüne seren tespitlerle başlıyordu. Sömürüye dayalı zenginliklerle bunların sömürüsünden kaynaklanan sefaletler arasındaki eşitsizlikleri vurguluyordu. Devamında mesele sanılan şeylerin aslında mesele olmadıklarını, hatta insanoğlunun aşırı değer verdiği -yazarın kendi diliyle söyleyelim- “put haline getirdiği” her şeyin dönüp dolaşarak insan ve insanlık için bir mesele haline geldiğini net ve çarpıcı bir biçimde ifade ediyordu. Sıraladığı çarpıklıkların pratik sonuçlarından da söz eden yazar, giderek artan konfor arayışı ve fantezilerin son noktada insanlığı bireyciliğe götürdüğü tespitinde bulunuyordu. Teknoloji ile bilimin idolleştirilmesi sonucunda kabul edilen hayat tarzının, insandaki nefsânî yana hitap ettiğini yazıyordu. Teknolojinin bir yanıyla insanı âciz bırakırken diğer yanıyla insanın onu ürettiği için kendisine taptığını da ileri sürüyordu.
Kitap ilerledikçe hayretim artıyordu. Yazar Rus ya da Fransız düşünür ve yazarlardan örneklendirmeler yaparak tezlerini güçlendiriyordu. Kitap bir Marx’la yakın dönem Batı düşüncesine gidiyor, bir başlangıçta sağlam bir düşünce akımıyken giderek safsataya dönüşen Sofist felsefeyle Antik Yunan düşüncesine dönüş yapıyordu. Oradan fıkhın gücünü zayıflatmak isteyen safsatacılığa sözü getiriyor ve fıkıh savunması yapıyordu. Daha sonra okuduğum Sezai Karakoç’un bazı kitaplarında da benzer bir durumu daha coşkulu bir tarzda görecektim. Bu yönüyle Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler Sezai Karakoç külliyatına da bir hazırlık gibi olmuştu benim için. Sezai Karakoç külliyatına giden yolda denize değilse de okyanusa açılan bir kapı olmuştu bu kitap bana.
Yazar, eskilerin îmanda salâbet dedikleri kopmaz bağlılığı meselâ Dostoyevski’nin Hz. Îsâ karşısındaki sarsılmaz inancını örnek göstererek açıklıyordu. Oysa o yıllarda ülkemizde Batılı yazar ve düşünürlerin bize daha çok dinden uzaklaştırıcı yaklaşımlarının aktarıldığı sistematik propaganda salvolarıyla algılarımız bombardıman ediliyordu.
Kültürlü olmanın ne demek olduğunu da Sartre’ın cümlesinden örneklendiriyordu meselâ: “Ben insana Racine’i ya da Theokritus’u bilince kültürlü olur demiyorum. Bence kültürlü insan dünyadaki durumunu anlamasına yarayan bilgiyi ve yolları edinmiş olan insandır.” O yıllarda yepyeni bir kültür tanımıydı bu benim için. Kültür demek ki benim dünyadaki konumumu anlamlandırmama yarayacaktı.
Kültürün Rasim Özdenören tarafından Sartre’dan aktarılan bu tanımı içerisinde Hazret-i Ebû Bekir’le elli dört farz arasında kurulan irtibat da hayli ilginçti. Yazarın dediği gibi elbette Hazret-i Ebû Bekir’e “elli dört farzı say” denilse sayamazdı. Ama şimdi yeniden düşündüğümde şunu da görüyorum: Hazret-i Ebû Bekir, bunlardan herhangi biriyle karşılaştığında gereğini en güzel bir biçimde yapmaktan da geri durmayan bir irfâna sahipti. Demek istediğim şu ki geri dönüp baktığımda yazarın bu örnekle anlatmak istediği şeyin Osmanlı dünyasında genç nesillere kolaylıkla aktarım yapılabilmesi için üretilen bu kültürü eleştirmek değil, içeriğinden habersiz bir biçimde bu farzları ezberlemeyi marifet zanneden döneminin Müslümanlarını eleştirmek olabileceğini de görüyorum. Galiba kendilerini Müslüman olarak tanımlayan ve konumlandıran insanlar arasında da Müslüman kültürü gerekli gereksiz bilgilerin içselleştirilmeden ezberlenmesi olarak algılayanların sayısı az değildi. Ben de çocukluktan gençliğe doğru yürüdüğüm 70’li yılların sonlarında din dışı da olsa kültürü ya da kültürlü olmayı gerekli gereksiz bir yığın mâlûmâtı yerli yersiz sergilemeye dayalı bir zihniyetin izinde yürüyormuşum.
Müslüman mantığını ortaya koyarak Batı tefekkür tarzı ile İslâm tefekkür tarzı arasındaki farklılıkları ortaya koyuyordu yazar. “Düşmanın silahıyla” silahlanırken silahın nereye doğrultulduğunu da sorgulamak gerektiğine işaret ediyordu. Çağın gözüyle İslâm’a mı bakacaktık, yoksa İslâm’ın gözüyle çağa mı? O sıralarda bu tür sorular benim zihnim için oldukça yeni, çarpıcı, hatta sarsıcı sorulardı.
İslâm adına ortaya çıkan uç noktaya savrulmuş akımlara da temas ediyordu yazar kitapta. Dîni Hazret-i Ali’ye karşı bile savunan Hâricîlere yer veriyordu meselâ. İslâm’da bir orta yol izlemenin gereğini Hâricîler’deki aşırılık üzerinden çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu. Diğer yandan İslâm’ın bir tepki dîni değil, bir etki dîni olduğunun altını kalın çizgilerle çiziyordu. Hâricîleri tarihte bırakmıyor, dönemindeki bazı Müslüman çevrelerde görülen orta yoldan uzak yaklaşımların Hâricî yaklaşımlarla benzerliğine vurgu yapıyordu. Sonraki yıllarda bu meseleye Red Yazıları kitabında müstakil bir başlık açacaktı.
Sosyalizmle Ebû Zer’in mal karşısındaki tavrı arasındaki benzerlikten hareketle sosyalistlerin bu sahâbîye sarılmalarını bir yönüyle doğru, ama bir doğruyu da bâtıl yolda kullanmak olarak niteliyordu. Kavmini sevmekle kavmiyetçilik yapmak arasındaki çizgiye de değiniyordu yazar. Bu fikirler o zamanlar benim için hayli yeni fikirlerdi.
Hadislerin bütününü bilmediği yahut bütüncül bir şekilde yorumlayacak kadar hadis kültürüne sahip olması mümkün olmadığı halde hemen her konuya âyet ve hadisten delil aramanın pozitivizmin bir yansıması olduğu tespitinde de bulunuyordu yazar.
Rivayet doğru yahut yanlış olsa da Osmanlı’nın son dönemindeki hukuk usûlünün temel metni olan Mecelle’nin 1960 yılı sonlarına kadar İsrail’de uygulanıyor oluşunun oradaki rejimi İslâmî kılmayacağını bu mantık ışığında ortaya seriyordu. Aynı şey Suud ve İran rejimleri için de geçerli olmalıydı. Muhtemelen yazar bu kitabında okurlarından kıyas ederek bu noktaya varmalarını beklemekteydi.
*
Kitap sadece yanlış ve hatalı bakışları göz önüne sermekle kalmıyordu. Kültür, felsefe, bilim, mistik yaşantı, riyâzet, ruhçuluk/maddecilik, gelenek, akılcılık ve insan konularında Müslümanca bakışın temellerini de kısaca veriyordu. Meselâ insanın kendi kültürel şartlarını şekillendiren çevrenin, sonradan alışkanlığa dönüştüğünü ve bir konfor alanı oluşturduğunu tespit ediyordu. İslâmî kültürün “Müslümanca yaşayış tarzının bir fonksiyonu” olduğunu/olması gerektiğini gösteriyordu.
Bilimin her şey sanıldığı bir zamanda bilimin her şey olmadığını, Batının dinle bilimi birbirinden ayırarak bilimi profanlaştırdığını ifade ediyordu. Bu konudaki tespitlerin bir kısmı İslâm ve Mistik Yaşantı başlığı altına taşmış olsa da İslâm’da Batıdaki gibi, daha doğru bir söyleyişle Batıdaki kadar bilimle din arasında çatışma olmadığı ifade ediliyordu. İslâm’daki mistik yaşantı olarak kabul edilebilecek olan tasavvufun ihlâs ve takvâ ile Hazret-i Peygamber’in sünnetine uymak olduğunu açık ve net biçimde ortaya koyuyordu. Bu noktada Hıristiyanlıktaki mistik yaşantıya da bazı eleştiriler getiriyordu.
Gelenek ve gelenekçilik konusunda Batıya getirdiği eleştiri, geleneğin statükoyu korumak, yani Batıda ortaya çıkan muhafazakârlık terimiyle açıklanabilecek bir tavrı içermekteydi. Batı kendi geleneğini muhafaza etmeye çalışıyordu buna göre.
Akıl ve akılcılık konusuna da değinen yazar, İslâm’ın rasyonalist mânâda akılcı olmadığını söylerken peşinden bunun gayrı aklîlik demek olmadığını da vurguluyordu. İslâm’ın aklın bilme gücünü reddetmediğinin, fakat rasyonalist olmadığı gibi akıl dışı da olmadığının altını çiziyordu. Aklın vahiyle bildirilenleri kabul ve idrâk ettiğine dikkat çekiyordu.
Prof. Dr. Zafer Erginli
DEVAMI GERÇEK TARİH DERGİSİ EKİM 2022 SAYISINDA